Yunanistan’ın Bağımsızlığı Sonrası İlk Türk Muhacirlerinin Sorunları

Ali Fuat ÖRENÇ

Balkan Harbinde Edirne ahalisinden tren ile şehri edenler

Giriş
19. Yüzyıla girildiğinde Balkan coğrafyasından Anadolu’ya ilk büyük göç dalgası Mora Yarımadası’ndan yaşandı. Osmanlı’dan bağımsız bir Yunanistan Devleti’nin kurulduğu Mora, 1821 Rum isyanı sürecinde çok kanlı katliamlara şahitlik etti. İsyan süresince onbinlerce Türk öldürdüldü, malları yağmalandı. Sağ kalan Müslümanlar göçe zorlandı. İsyanın bitiminde İngiltere, Fransa ve Rusya’nın garantörlüğünde olmak üzere 1830 tarihi itibariyle tam bağımsız Yunanistan Devleti kuruldu. Bu devletin sınırları 1832’de tekrar düzenlendi ve yine garantör devletlerin baskıslarıyla Rumeli yönünde genişletildi. Balkanların ilk bağımsız devleti ortaya çıktığında, asırlar boyu vatan bildikleri topraklardan koparılan, mallarından mülklerinden olan binlerce Mora Türk’ü büyük sıkıntılar içinde yaşamaya mahkum edilmiş durumdaydı.

Osmanlı resmî belgelerinde genel bir tanımlama olarak kullanılan Mora muhacirleri tabiri aslında 1830 ve 1832 tarihleri itibariyle Yunanistan’ın sınırlarına bırakılan yerlerin tamamamından ayrılmak durumunda kalan Müslüman ve Türk göçmenleri işaret etmektedir. Buna göre Mora Yarımadası’ndan başka Eğriboz Adası, Atina ve çevresi ile Rumeli tarafında Livadya, İstefe ve İzdin gibi mahallerin göçmenleri Mora muhaciri statüsündeydi.

Rum isyanının başlangıcından 1832’deki son sınır düzenlemesine kadar geçen dönemde Yunanistan’ın önce özerkliği, ardında tam bağımsızlığı ve son olarak yeni devletin yönetim biçimi ile sınırlarının tespitine dair birçok uluslararası antlaşma yapıldı. Bu antlaşma metinlerinin oluşumunda İngiltere, Rusya ve Fransa’nın bölgedeki farklı stratejik hedeflerinin etkisi bulunuyordu. Yunanistan’ın gelecekteki durumunun belirlenmesi amacıyla oluşturulan hukukî belgelerin müzakereleri ve bunların yürürlük kazanmasındaki siyasî manevralar, bu çıkar çatışmalarını açıkça ortaya koymaktadır. Hatta bu ülkeler Yunan bağımsızlığındaki rollerini 1827’de Navarin Baskını ve 1828’de Mora’ya asker çıkarma hadiselerinde olduğu gibi fiilî müdahalelere kadar götürmekten çekinmediler.

Uluslararası antlaşmalarla garanti altına alınmasına rağmen Mora muhacirlerinin emlak sorunları yanı sıra bölgedeki Türk kale ve vakıflarının tasfiyesi gibi meseleler uzun süre Osmanlı-Yunan ilişkilerinde gündemini korudu. Hatta iki ülke bir kaç defa savaş aşamasına kadar geldiler. Bu meselelerden kaynaklanan krizler garantör üç devletin araya girmesiyle almaya çalışıldı. Nihayet 1844 yılında, yani bağımsızlıktan 14 yıl sonra Türklerin emlak sorununa dair bir antlaşma imzalanabildi. Bu uzun ve yıpratıcı dönem boyunca hiç bir haktan yararlanamayan Mora muhacirleri ise çok büyük dramlarla karşı karşıya kaldılar.

1- Yunan Bağımsızlığına Dair Antlaşmalarda Mora Türklerinin Statüsü ve İlk Göçler
Yunanistan’ın millî devlet statüsü kazandığı süreçte Mora Türklerini ilgilendiren uluslararası metinleri üç grupta ele alabiliriz. Bunlardan ilkini bağımsız Yunan devletini öngören fakat Osmanlı’nın taraf olmadığı protokol ve antlaşmalar oluşturmaktadır. İkinci gruba Yunanistan’ın bağımsızlığına ilişkin Babıâli’ye verilen notaları; son gruba ise tam bağımsızlığı sağlayan ve Osmanlı’nın da taraf olduğu antlaşmaları dahil etmek mümkündür.
Rumların geleceğinin tartışıldığı kongrelere Petersburg ve Londra ev sahipliği yapmıştır. Bunlardan Rusya’nın girişimi ile 1823’de Petersburg’da gerçekleşeni tarihî önem taşımaktadır. Zira anılan tarihte Rusya, Fransa ve İngiltere elçileri Rum meselesini müzakereye başladılar. Rus Hükümeti 1824’de İngiltere’ye ayrıca bir nota vererek Rum sorununun çözümü hususundaki görüşlerini açıkladı. Rusya’nın planına göre Rumlar Osmanlı egemenliğinde kalacak, fakat üç prenslik halinde yönetilecekti.

Kongre bir yıl sürdü. Bu esnada Rumlar üzerinde İngiliz-Rus rekabeti iyice ortaya çıktı. Rusya, bundan böyle Rum meselesinde tek başına hareket etme kararı aldı ve Osmanlı üzerindeki baskılarını artırdı. 1825 yılı sonunda Çar Aleksandr ölüp yerine I. Nikola geçince şartlar Rumlar lehine daha da değişti. Bunun sebebi yeni Rus Çarı’nın Rum isyancılara doğrudan destekleme politikasıydı.

İngiltere ve Rusya’nın Osmanlı’ya diplomatik baskıları ve aralarındaki çekişmeler sürüp giderken Yunanistan’ın geleceği ve Türklerin Mora’dan tahliyesini öngören ilk uluslararası metin olan 4 Nisan 1826 tarihli Petersburg Protokolü ortaya çıktı. İngiliz ve Rus diplomatları tarafından kaleme alınan 6 maddelik protokolün daha ilk maddesinde Osmanlı’ya bağlı olmak şartıyla kurulması düşünülen özerk Yunan Prensliği topraklarında Türklerle Rumların yan yana yaşamalarının önlenmesine yönelik tedbirler vurgulanıyordu. Ayrıca Mora’dan ve Yunanistan’a bırakılacak Ege Adaları’ndan ayrılacak Müslümanların malları Rumlar tarafından satın alınacaktı. Protokolün geçerlilik süresi 1 yıl olarak ilan edildi. Protokolün Babıâli’ye verilmesi ardından İstanbul’da üç devlet elçileri ile görüşmeler yapıldı. Fakat hiç bir sonuç çıkmadı. Tam bu esnada Rum isyancıların ve destekçileri Avrupalıların sembolik şehri Atina, 6 Haziran 1827’de Osmanlı ordusuna teslim oldu. Bu gelişme karşısında Babıâli önce protokolü reddetti, ardından da Sultan II. Mahmud (1808-1839) isyancılara son darbe için donanmanın Navarin’e doğru yola çıkmasını emretti.

Petersburg Protokolü kararları karşısında Osmanlı diplomasisi direnince üç devlet elçileri ertesi yıl Londra’da tekrar biraraya geldiler. Amaç Petersburg kararlarını teyit eden yeni bir metin hazırlamaktı. 25 Haziran 1827 tarihine kadar süren çalışmalar sonucu anlaşmaya varıldı. Fransa ve İngiltere kralları ile Rusya İmparatoru tarafından 6 Temmuz 1827’de resmen ilan edilen Londra Protokolü, 7 açık 3 gizli maddeden oluştu. Buna göre Osmanlı Devleti alınan kararları kabul etmezse müttefik donanmaları Akdeniz’e çıkacak, Mısır ile Mora’nın irtibatını kesecekti. Ayrıca Osmanlı’nın Rumlar üzerine harekâtına da engel olunacaktı. Protokolde Türklerin Mora’dan ayrılması ilkesi daha belirgin hale getirildi. Nitekim 2. Maddede Rumlar ile Müslümanlar arasında uzun süredir devam eden savaş ve anlaşmazlık gerekçesiyle ve bundan böyle karşılıklı kötülük yapmalarının önlenmesi amacıyla birbirlerinden ayrılmalarının gerekli görüldüğü vurgulanıyordu. Müslümanlar Yunan ana karası ile adalardaki emlak ve arazileri Rumlara satacaktı. Bu malların bedeli ya doğrudan sahiplerine veya Osmanlı Devleti’ne her sene verilecek yıllık vergi ile birlikte azar azar ödenecekti.

Türk arazi ve mallarının Rumlara satılması her iki protokolde ortak maddeydi. Son protokolde üç devlet ilk defa olarak kararlarını Osmanlı’ya kabul ettirilmede güç kullanımı seçeneğini açıkca zikrediyorlardı. Bu protokolün imzalanmasıyla Yunan bağımsızlığı artık tam manasıyla bir Avrupa iç meselesi haline gelmiş oldu. Ayrıca üç devletin Rumlara dair kararların uygulanmasında kendilerini garantör görmeleri, bundan sonraki müdahalelerine de meşruiyet kazandırdı.

Osmanlı Hükümeti Londra Protokolü kararlarını değerlendirirken İngiltere, Fransa ve Rusya Akdeniz’deki filolarına savaşa hazır olma emri verdi. Babıâli protokolü içişlerine müdahale gerekçesiyle reddetti. Durum elçiliklere bildirildi. Sonuçsuz diplomatik temaslar ardından müttefik üç devlet güç kullanımı hususundaki ciddiyetini gösterdi ve 21 Ekim 1827’de Navarin hadisesi gerçekleşti. Navarin Limanı’nda demirli Osmanlı ve Mısır donanmaları üç devlet filoları tarafından yakıldı. Böylece Yunan bağımsızlığı önündeki en büyük engel ortadan kalktı. Bu gelişme üzerine üç devlet ile resmi temaslar tamamen kesildi.

Müttefikler İstanbul’dan elçilerini çektikten sonra kendilerine verdikleri garantörlük sıfatıyla Rum meselesine dair görüşmelerini sürdürdüler. Yaptıkları konferanslarda aralarındaki fikir ayrılıklarını gidermeye çalışıyorlardı. Bunlardan biri 1828 yılı Mayıs ayında Ege’deki Paros Adası’nda yapıldı. Osmanlı Devleti’nin konferansın İstanbul’da yapılma talebi geri çevrildiği gibi, sadece Rum isyancıların lideri John Kapodistrias ile temas kurularak fikri soruldu. Paros Konferansı’nın en önemli gündem maddelerinden biri Rum topraklarından çıkarılacak Türklere ödenecek tazminat meselesiydi. Paros’da ortaya çıkan görüş ayrılıklarının giderilmesi ve kesin bir karar varılabilmesi için 1828 yılı Haziran’ında Londra’da bir konferans daha toplandı. Ancak yeni devletin sınırları ve Osmanlı ile olacak bağı hususunda bir karara varılamadı. Bunun üzerine İngiltere’nin denetimindeki Korfu Adası’nda yeni bir toplantı yapıldı. Burada Mora’nın fiilî işgali konuşuldu. Anlaşmaya varılınca kararlar protokol haline getirildi (19 Temmuz 1828).

Rum sorununa dair Avrupa diplomasisi yoğun mesaisini sürdürürken Osmanlı Devleti’ni çok zor durumda bırakan bir gelişme yaşandı. Avrupa gündemini çok yakından izleyen ve endişeli olan Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa Mora’daki askerlerinin tahliyesi için İngiltere ve Fransa ile bir antlaşma yaptı. 3 Ağustos 1828 tarihli bu antlaşmaya göre Mısır askerleri bulundukları kaleleri belli şartlarla tahliye edecekti. Varılan kesin mutabakat üzerine 29 Ağustos 1828’de Mora’ya çıkan Fransız askerleri Navarin, Badra, Moton ve Koron kalelerini teslim aldı. Buralardaki Müslümanların bir kısmı İzmir’e nakledildi. Kalanların bir kısmı da Mısır askerleriyle beraber İskenderiye’ye gönderildi. Bu işgalle Mora Yarımadası Fransızların, dolayısıyla Rumların denetimine geçmiş oldu. Bununla da yetinmeyen üç devlet, 16 Kasım 1828 tarihli bir protokol uyarınca Osmanlı ile kesin bir antlaşma oluncaya kadar Mora ve etrafındaki adaları himayeleri altına aldıklarını ilan ettiler.

Osmanlı Devleti Navarin’den ve sonrasındaki gelişmelerden öncelikle Rusya’yı sorumlu tutuyordu. İki ülke arasında gerginleşen ilişkiler 1828’de savaş ilanına kadar gitti. 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı, Osmanlı’nın hem Balkanlar’da hem de Kafkaslar’da yenilgisiyle sonuçlandı. Savaş sürerken İngiltere öncülüğünde Londra’da bir konfrans düzenlendi. Konferans sonucunda Yunan Prensliği’ne dair 22 Mart 1829 tarihli yeni bir protokol imzalandı. Burada da Müslümanları mallarının satışı söz konusu ediliyordu. Yunan sınırlarına dair anlaşmazlıklar ise giderilmişti. Birçok Müslümanın yaşadığı Eğriboz Adası Yunan sınırlarına dâhil edildi. Durumun kötüye gidişini gören Babıâli, üç devlet elçilerini İstanbul’a davet etti. Payitahttaki1829 yılı müzakereleri esnasında Rumlar harekete geçerek üç devlet elçilerine yazılı müracaat yaptılar ve yeni taleplerde bulundular. Bu talepler aslında başından beri Rumların Mora Türkleri hakkındaki gerçek niyetlerini ortaya koyuyordu. Rumlar Yunan toprağında Müslümanlardan bir tek ferdin bile kalmamamasını istiyorlardı. Türklerin bölgede emlak ve gelire sahip olmaları ise istenmiyordu.

İstanbul’daki müzakereler 22 Mart kararları çerçevesinde oldu. Görüşmelerde Yunan Prensliği’nin idarî yapısı, Mora Müslümanları’nın durumu ve İslam emlakine dair karşılıklı teklifler ortaya konuldu. Osmanlı’nın diplomatik manevra girişimleri cepheden gelen ağır yenilgi haberleri karşısında etkisiz kaldı. 22 Ağustos 1829’da Edirne Rusların eline geçince mütareke yapıldı. Ruslar 29 Ağustos 1829’daki ilk görüşmede önceliği Rumlara verdiler. Nihayet 14 Eylül 1829 tarihinde Edirne Antlaşması imzalandı. 16 madde ile 4 ek mukaveleden oluşan antlaşmanın 10. maddesi Yunanistan Prensliği’nin kuruluşuna dairdi. Böylece Avrupa diplomasisi uzun süredir adım adım uyguladığı Yunan bağımsızlığı hedefinde önemli bir aşamayı katetmiş oldu. Bundan sonraki amaç Yunanistan’ın tam bağımsızlığının sağlanmasıydı.

Edirne Antlaşması’nın içeriği Rusya dışında hiçbir tarafı memnun etmedi. Osmanlı’nın geleceği ve bölgedeki menfaatleri hususunda endişeye düşen İngiltere hemen harekete geçti. Bu seferki gündem özerk Yunan Prensliği’ne tam bağımsızlık kazandırmaktı. Nitekim üç devlet murahhasları 1829 yılı sonlarında Londra’da biraraya geldiler. Müzakerelerin lokomotif ülkesi İngiltere, tam bağımsız Yunanistan’ın kurulması hususunda önce Fransa’yı, ardından da Rusya’yı kolaylıkla ikna etti. Londra Konferansı’nın en önemli gündem maddeleri, yeni devletin sınırları, Yunan tahtına oturacak prensin kimliği ve Yunanlıların Osmanlı ile hukukî ve fiilî ilgisinin belirlenmesi oldu. Sonuçta, Yunan tarihi için dönüm noktası sayılacak kararlara imza atıldı. Müttefikler, Osmanlı’dan tam bağımsız bir Yunanistan Devleti’ne dair esasları belirleyen 1830 yılı Şubat ayının 3’ü, 22’si ve 26’sı tarihleriyle üç ayrı protokol imzaladılar. Bu protokollerden 3 Şubat 1830 tarihli olanı ile Yunanistan’ın bağımsızlığı ilan ediliyordu. İngiltere, Fransa ve Rusya protokolleri kurucu devletler/protecting power sıfatıyla imzaladı. Burada Yunanistan’ın her türlü siyasî, idarî ve ticarî serbestiyete sahip bağımsız bir devlet olduğu kabul edilmekteydi. Yunan Hükümeti, genel bir af ilan edecek ve kendi toprakları üzerinde meskûn olup, 1 yıl içinde göçmek isteyen Müslüman-Türk veya Rum halkın isteklerine engel olmayacaktı.

3 Şubat kararları 27 Mart 1830’da Osmanlı Hükümeti’ne sunuldu. Kararlar 9 ana madde halinde tanzim edilmişti. Buna göre Osmanlı Devleti ve Yunan Hükümetleri derhal karşılıklı genel af ilan edeceklerdi. Osmanlı bu afname içeriğinde hiçbir Rum’un emlakinden mahrum olmayacağı ve Yunan ihtilalinde medhali bulunanları hiçbir şekilde rencide etmeyeceği garantisini verecekti. Yunan Hükümeti de kendi aleyhine harekette bulunan İslamlar veya Hıristiyanlar haklarında aynı yöntemi benimseyecekti. Yunanistan’a bırakılan kara ve deniz sınırları dâhilinde halen ikamet etmek isteyen Müslümanların emlaklarını tasarruf etmelerine engel olunmayacak, bunlar aile ve evlatlarıya tam bir emniyete sahip olacaklardı. Osmanlı Devleti, vatandaşı olan Rumlar’dan başka yere gitmek isteyenlerine emlaki satmak ve memleketten serbestçe çıkıp gidebilmek için 1 yıl süre tanıyacaktı. Aynı şekilde Yunan Hükümeti de kendi ülkesi ikamet edenlerinden Osmanlı topraklarına gitmek isteyenlere engel olmayacak ve ruhsat verecekti.
Protokol Babıâli’de enine boyuna tartışıldı. Osmanlı tarafı Yunan Devleti ile Mora Türkleri arasındaki hukukun ve bunların statüsünün netleşmesini istiyordu. Bu hususta protokolde önemli eksiklikler tesbit edildi. Osmanlı askerinin kaleleri teslim edip bölgeden ayrılmaları hususunda da tam bir açıklık bulunmuyordu. Bir de bölgede devlete ve şahsa ait kökleri yüzyıllar öncesine dayanan vakıfların durumu vardı. Vakıfların statüsü tamamen belirsizdi. Bu endişeler etrafında üç devlet elçileri ile yine uzun müzakereler yapıldı. Sonunda Osmanlı Hükümeti ikna olarak tam bağımsız Yunanistan Devleti’nin kuruluşunu öngören 3 Şubat kararlarını 24 Nisan 1830 tarihi itibariyle resmen onayladı.

Sultan II. Mahmud, 3 Şubat kararları ardından elçilerle yapılan görüşmelerde orta çıkan şartları öğrenince Mora’da tahliyesi istenen yerlerin durumunun tartışılacağı olağanüstü bir meclis toplanmasını emretti. Mecliste Eğriboz ve Atina gibi Yunanistan’a bırakılması istenilen yerlerdeki Müslümanlar ile Sisam, Girit ve diğer adaların vaziyeti görüşüldü. Bilhassa Eğriboz ve Atina gibi terk olunacak mahallerde bulunan Türklerin Anadolu’ya nakli gerekeceğinden, oradaki Türklere bu kararın hangi ifadelerle nasıl açıklanabileceğini tartışıldı. Bazı meclis üyeleri Osmanlı’nın bu yerleri şer’an terk edeceğini, dolayısıyla Şeyhülislamdan fetva alınması gerekeceğini, bu fetva sayesinde durumun halka daha kolay izah edilebileceğini teklif ettiler. Fetva ile birlikte Padişah emri de yollanacaktı. Bu teklif kabul edildi. Ayrıca tahliye işi için atanacak memurların özellikleri tespit edildi. Mecliste gündeme gelen bir diğer önemli konu ise terk edilecek mahallerdeki cami ve kütüphanelerde bulunan kitapların taşınması meselesiydi. Bu eserlerin oralarda kalması uygun görülmedi.

Meclis ardından Yunan bağımsızlığı ve tahliyeye dair Şeyhüyislam Abdülvehhab Efendi tarafından bir fetva kaleme alındı. Fetvada Yunanistan’da bulunan Müslümanların kötülük ve zarardan korunması, evlatlarının ve mallarının kurtarılması için buraların Rumlara terkinin vacip olduğu belirtiliyordu. Fetvada ayrıca savaşın devamında bütün Müslümanların zararının muhakkak olduğunun anlaşıldığı, barışın ancak Rumların ikamet ettikleri sınırları belirli yerlerin tahliyesi ile mümkün olacağı, bu kararla bütün İslamların kötülüklerden korunduğu vurgulandı. Osmanlı Devleti bu fetvayı ilan ederek, hem Rusya ile barışını ve hem de Yunanistan’ı terk edecek Türklerin statülerini meşru hale getirmiş oldu.

3 Şubat protokolü gereğince 6 ay içinde Türk-Yunan sınırına son halininin verilmesi için tarafların memur görevlendirilmesi gerekmekteydi. Bu arada bir taraftan da karşılıklı kalelerin tahliyesi, bölgeden ayrılmak isteyen Türklerin mallarının satışı ve nakilleri ile vakıfların tasfiyesi gerçekleşecekti. Ancak, çok kısa sürede önü arkası yeteri kadar düşünülmeden sınır ve diğer konulara dair kararlar verildiği için birçok yeni mesele ortaya çıktı. Bunların çüzümü için çok defa görüşmeler yapılması gerekti. Yüzyıllarca Mora’da yaşamış Müslümanların bölgeden bir çırpıda çıkarılması kolay olmadı. Zira birçok konu içiçe geçmiş, girift bir sorun haline gelmişti. Bir de 1821 isyanının başlamasından itibaren Osmanlı’nın çeşitli yerlerine dağılmış olan Mora muhacirlerinin durumu vardı. Bunların sorunları günden güne büyüyordu.

Müttefikler Yunan sınır hattının çizilmesi ve tahliye işlemleri başlamadan önce 3 Şubat kararlarının uygulamasındaki şikâyetleri değerlendirmek üzere Londra’da toplandılar. 4 Haziran 1830’daki toplantıda önemli kararlar alındı. Belirlenen esaslar taraflara iletilmek için protokol haline getirildi ve 22 Ağustos 1830’da Babıâli’ye resmen takdim edildi. Müttefikler İstanbul’daki elçilerinin de tavsiyelerine uyarak emlak ve tahliye işine açıklık getirdiler. Buna göre Osmanlı’daki Rumların olduğu gibi Yunan’a kalan mahaller ve adalarda zamanla ikamet etmek isteyen Müslümanlar bir vakt-i müstakbelde emlaklarına sahip olacaklar, evlat ve aileleleriyle tam bir emniyet içinde yaşayabileceklerdi. Türk vakıfları maddesi de ele alınıyordu. Rumların ellerinde bulunan yerlerdeki Müslüman vakıfları, Rum Hükümeti’ne ait olacaktı. Bu hususa dair hiç bir şekilde talepte bulunulmayacaktı. Halen Türklerin elinde bulunup antlaşmaya göre Yunan’a terk olunacak mahalerdeki vakıflar ise 3 Şubat protokolünün 5. ve 6. maddelerinde yer alan İslamlar’dan Yunan’da kalmak isteyenlerin emlaki tasarruf edebilmeleri ve eğer nakil etmek isterlerse kendi emlaklarını (emlak-ı mahsuslarını) bir sene zarfında satabilecekleri maddesi kapsamında değerlendiriliyordu. Üç devlet, vakıfların statüsüne dair şu yeni yorumu getiriyordu: Türklerin elinde bulunup Rumlara terk olunacak olan mahallerdeki vakıflardan Müslümanlara ait olmayıp (şahsi olmayan) camilere veya devlete (mîriye) ait bulunan ve hiç bir şekilde değiştirilmesi mümkün olmayan Sadrazam ve Darüssaade Ağası gibi görevlilerin denetimindeki vakıfların tamamı Yunan Hükümeti’ne ait olacaktı. Ancak halen Türklerin elinde olup Yunan’a verilecek yerlerdeki vakıflar içinde gerek mütevellileri ve gerek vârisleri vasıtalarıyla idare olunlar, şayet bu vakıfların sahiplerince istenmesi durumunda, Yunanistan’da kalabilecek ve faaliyetlerini sürdürebilecekti. Vakfın her türlü varlığı serbestçe tasarruf edilecekti. Ancak, bu vakıf mütevelli veya vârisleri kalmak istemezlerse yine bir sene içinde satma yetkisine sahip olacaklardı. Üç devlet murahhasları terk-i vatan hukuku, emlakın satışı ve sınır tahdidi işinin, sınır haritaların bitirileceği günden itibaren bir sene zarfında gerçekleşeceğini de karara bağladı.

Müttefikler, Yunan Müdürü sıfatı ile tanıdıkları John Kapodistrias’a 3 Şubat kararlarını duyurdukları yazılarında emlak satışı ve tahliye hususundaki ayrıntıları ilettiler. Son düzenlemelere ragmen bilhassa Eğriboz, Atina, İstefe, Livadya, Talanti, Salona ve Medniç-Esterâbâd gibi Türklere ait emlakin çok olduğu yerlerde sorunlarla karşılaşılmaktaydı. Türk mallarını satın almak isteyen Rumlar tehdit ediliyordu. Emlak ve arazi satışında en büyük zorluklarda biri ise Yunanlıların Avrupalı bankerlerinden faizle aldıkları borçların karşılığı olarak Türk mallarını ipotek ettirmiş olmalarıydı. İpotek kaldırılmadan mallar satılamıyordu. Dolayısıyle işlemler uzadı. Birçok emkakin satışı yapılamadı ve doğal olarak değerleri düştü. Mallarını satabilenler ise kıymetinin çok altında para alabildiler. Satış işlemleri esnasında 1821 isyanı sürecinde evlerinden ayrılan Türklerin mallarına Rumlar tarafından el konulduğu da öğrenildi.

3 Şubat 1830 protokolünün öngördüğü sınır meselesi tartışmaları sürerken üç devlet elçileri Türklerin tahliyesi hususunda aceleci davranmaya başladılar. Baskıların artması üzerine Osmanlı Hükümeti talepleri hemen yerine getirdi. Yunan sınırlarının tespiti için görevliler atandı. Türklerin emlak satışı ve kalelerin tahliyesi maksadıyla Eğribozlu Ahmedpaşazâde İsmail Bey ile Haremeyn Yazıcısı Mehmed Raşid Efendi tayin edildi. Memurları götürmek ve tahliye edilecek mühimmatı nakletmek için gemiler tahsis edildi. Memur atamalar ardından tahliyeler ile emlak-i İslam olarak zikredilen Türk emlakinin satışı işlemleri başlatıldı.

Emlak memurları, 13 Temmuz 1830’da Eğriboz Adası’na ulaştılar. Önce Eğriboz Şer’i Mahkemesi’ne gidip belgelerini sundular. Bu tayin emrinde bölgedeki Türklerin Yenişehir tarafına tahliyesi kararı yazılıydı. Eğriboz’un önde gelenleri ile halk huzurunda tahliye ve emlak satışına dair Padişah emri okundu. Bütün Eğribozlulara hitaben kaleme alınan emirde Rum isyanı, Avrupa müdahalesi ve Londra’da alınan kararlar açıklanıyordu. Yunan bağımsızlığının kabul ediliş gerekçeleri sıralandıktan sonra, Müslümanların tahliyesi hususundaki maddelere açıklık getirilmekteydi. Tahliyeye dair çıkan fetvadan bahsedildi. Tahliye emrinin son kısmında esas mevzuya girilerek Yunan’a terkedilen Eğriboz ile buraya bağlı bütün mahallerdeki asker, muhafız ve memurların tahliye edileceği, İslamların sahibi oldukları emlak, arazi ve diğer akarlarını 1 sene içinde satacağı ve bölge ile ilgilerinin tamamen kesileceği, Müslümanların başka güvenli mahallere nakillerinin gerektiği belirtiliyordu. İsmail Bey daha sonraki bir yazısında, zavallı Müslümanların vatanlarından ayrılacaklarına dair bu tahliye emrini duyduklarında adeta perişan olduklarını yazmaktadır. Emri öğrenen Eğriboz halkı Osmanlı memuruna hitaben; hep birlikte Padişahın kulu ve kölesi olduklarını, Eğriboz’da asırlarca refahlarının yerinde olduğunu, ancak 10 senedir sürekli mücadele ile geçtiğini, kalelerde mahsur durumda kaldıklarını, din yolunda bedenen ve maddeten çok ağır kayıplara uğradıklarını, canlarını verircesine gayret ettiklerini, bütün mallarını bu uğurda yitirdiklerini, şimdi ise “kanatları kurumuş bir kuş gibi mecalsiz ve yardıma muhtaç” duruma düştüklerini söylediler.

Bu arada göç edecek Eğribozluların Yenişehir ve havalisinde uygun yerlere iskânı kararlaştırıldı. Bu işlerle ilgilenmek üzere özel görevliler atandı. Göçün yapılacağı mahallere emirler gönderildi. Tahliye memurları yaptıkları araştırmalarda, kendileri bölgeye ulaşmadan 1 ay önce bazı Eğribozluların gelişmelerden endişeye kapılarak çoluk çocuklarını başka bölgelere naklettiklerini tesbit etmişlerdi. Bunlardan bir kısmı Sakız, İzmir ve Selanik’e, bir kısmı Kavala, Yenişehir ve Çeşme yakasıyla Gelibolu’ya kadar ailelerini yerleştirmişlerdi. Eğriboz’da olanlar ise emlaklarını satıp hemen ailelerinin yanına gidecekti. Tahliye edilecek cami ve kütüphanelerde bulunan bütün kitapların Yenişehir ile Selanik taraflarındaki uygun yerlere konulması istenmişti. İsmail Bey’e verilen talimatta Eğriboz, Atina, İstefe, Livadya ve diğer yerlerde yapılacak emlak satışı işlemlerinde çok dikkatli davranılması ve şer’î senet (hüccet) olmadan ve işi sağlama bağlamadan muamele yürütülmemesi istendi. Bir de malların gerçek değeri üzerinden satışına dikkat edilmesi uyarısı yapıldı. Eğer bir anlaşmazlık ortaya çıkarsa Osmanlı kanunlarına ve şeriat esaslarına göre çözüm aranacaktı.

Eğriboz’daki tahliye memuru İsmail Bey, bir taraftan buradaki Türklerin emlak satışı ile uğraşırken bir taraftan da şahısların Rumlar’dan senetli alacaklarının tahsiline çalıştı. Fakat işlemlerin yürütülmesi bir nizam dâhilinde olmadığından, gecikmeler yaşanıyordu. Yeni bir ek süre tayini hususunda talepler artmaya başladı. Bu esnada Eğriboz’a uğrayan bir Fransız gemisinin personeli, Müslümanları telaşa düşürecek haberler yaydı. Fransızlar Türklerin nasıl ve ne değerde olursa olsun mallarını satmalarını, satamazlarsa geride kalan alacakların taksitle ödenebileceğini söylediler. Aynı esnada Yunan Hükümeti adına gazetelere konuşan Kapodistiras’ın bazı ifadeleri Türkler arasında tedirğinliği daha da artırdı. Bu haber üzerine İsmail Bey ile görüşen Eğriboz Müslümanları, böyle acele edilirse dökülüp saçılarak her birinin bir mahale gidip perişan olacaklarını, haklarını almadan bölgeyi terketmenin düşünülemeyeceğini ifade ettiler. Son durum İstanbul’a iletilince tahliyeye dair verilen emir tekrar incelendi. Bu arada bölgedeki sorunlar içinde çıkılmaz hale gelince İsmail Bey İstanbul’a döndü. Elindeki belgeleri devlete sundu. Yeni talimatlar aldı.

Tekrar Eğriboz’a giden İsmail Bey işlerini görürken limana gelen İngiliz ve Fransız savaş gemileri, kalenin tahliyesinde acele edilmesi uyarısında bulundular. Ayrıca bundan böyle bölgeden ayrılacak gemilerde Rum esirlerden bir cariye var mı gerekçesiyle arama yapacaklarını duyurdular. Böylece Eğriboz’a gelip giden gemileri yoklama uygulaması başladı. Tam bu esnada beklenmedik bir sorun ortaya çıktı. Eğriboz’u terk eden Türkleri taşıyan bir gemide Müslümanlığı seçmiş bir Rum kadının olduğu haberi yayıldı. Gemiyi durduran müttefik askerleri, bir Türkle evli ve 9-10 aylık çocuğu olan Rum kadının kendilerine teslimini istediler. İş krize dönüşünce Eğriboz Mutasarrıfı ve Muhafızı Ömer Paşa Rum kadının bulunduğu gemiye özel bir adamını gönderdi. Fransız tercüman da hazır olduğu halde kadın sorgulandı. Fransız ve İngiliz askerler ikna olmadı ve kadını alıp çocuğu geri bıraktılar. Bunun üzerine Osmanlı memurları Anabolu’daki üç devlet konsoloslarıyla görüşülüp kadının kalması hususunda ikna ettiler. Ömer Paşa özel bir gemi tahsis etti ve Rum kadın yavrusunun yanına getirilebildi.

Tahliye memurları bölgede çalışırken İstanbul’da üç devlet elçileriyle Reisülküttap arasındaki müzakereler devam etmekteydi. Bir süre sonra tahliyede uygulanacak yöntem hususunda kısmen mutabakat oluştu. Yeni olarak toprak mübadelesi kararı alındı. Buna göre Atina şehri ve Voniçe kalesi mübadele edilecekti. Bu iş Aralık 1830’da bitecekti. Eğriboz’un karşılığı Karlıili’nin tahliyesi Ocak 1831’de tamamen sona ermiş olacaktı. Mutabakat hemen bölgedeki memurlara duyuruldu. Yeni tahliye talimatına göre Eğriboz, Kızılhisar, Atina ve İstefe’deki Karababa kalelerinin tahliye işlemi, Rumların Karlıili tarafında yapacakları tahliyelerle eş zamanlı olacaktı. Karlıili teslim edilerken ordudan muhakkak bir görevlinin olması gerektiği memurlara duyuruldu. Memurlardan ayrıca tahliye işinde denge takip etmeleri, mesela Rumlar küçük bir yer terkederlerse karşılığı olarak benzer bir mahallin terkinin gerçekleşmesi istenmişti. Şayet Rumlar Karlıili’nin bir kazasını teslim ederlerse mukabil olarak Kızılhisar’ın bir nahiyesi verilecekti. Rumların Karlıili işini uzatmaya çalıştıkları anlaşılırsa Osmanlı tahliyelerinin de yavaşlatılması gerekecekti. Teslimata Eğriboz’daki Kızılhisar Kalesi nahiyelerinden başlanacaktı. Bu son kararla Atina’nın ikinci aşamaya bırakılması isteniyordu. Zira İstanbul’daki Atina hakkında görüşmeler devam ediyordu. En son tahliyesi bitecek yer ise Eğriboz olacaktı. Memurlara emlak satışındaki bir senelik süre tekrar hatırlatıldı. Tahliye işiyle birlikte ahalinin emlak satışına yardımcı olmayı sürdüreceklerdi.

Yeni talimat gereğince Eğriboz’daki tespit işlerini bitiren Osmanlı memurları bir Fransız gemisi ile 1831 yılı başında Atina’ya geçtiler. Aylıklı asker tarafından korunan Atina’nın, bahar ayında tahliye işinin sona ermesi öngörülmüştü. Müttefikler ise Nisan-Mayıs’ta tahliyenin bitmesini istiyordu. Atina ve çevresi tahliye ve emlak satışı sorunları Eğriboz’dan çok daha karmaşıktı. Atina’nın terki öncesi Anabolu’da bulunan üç devlet yetkilileriyle görüşme yapıldı. Burada tahliyenin ayrıntıları netleştirildi. Buna göre Atina ile aynı anda Karlıili sınırında olup Rumların elindeki bulunan Voniçe Kalesi’nin teslimi kararlaştırıldı.

İsmail Bey Atina’nın tahliyesini üç devlet yetkilileriyle müzakere için Anabolu’ya gittiğinde Kapodistrias ile de görüşmeler yaptı. İsmail Bey durumu Babıâli’ye bildirdi. Hükümetten her hangi bir tepki gösterilmedi. Bu ikili görüşmeler, 1821 Rum isyanından itibaren Rumlarla yapılan ilk resmi temas olma özelliğini taşıyordu. İsmail Bey, Kapodistrias ve üç devlet görevlileriyle görüşmelerinde Eğriboz, İstefe, Atina ve diğer kazalar Türk ahalisinin emlak ve arzilerinin gerçek değerleriyle satılamaması sorununu aktardı. Kendisinin bu meseleyi çözmekle görevli bulunduğunu hatırlattı. İsmail Bey ayrıca Livadya ve Modoniçe kazalarındaki Osmanlı askerinin çekilmesi sonrasında buraların Rumlar tarafından işgal edildiğini, bu iki yer ile birlikte Salona, Talanti ve Kızılhisar’ın Eğriboz’a bağlı olduğunu, dolayısıyla bu kazaların tamamındaki emlak ve arazi satışında yetkili olduğunu belirtti. Eğriboz ve civarındaki Türk emlakini almak istenlere engel olunmamasını istedi. Bu hususta şüphelerini ve delillerini ortaya koydu. İsmail Bey muhataplarına, emlak satışında kolaylık gösterilirse tahliyenin de o kadar çabuk biteceğini anlattı. Kapodistrias ile bölgede tesbiti yapılan ve listeleri oluşturulan devlet mukataa gelirleri hususunu tartıştı. Bu temaslarında ne üç devlet memurları ve ne de Kapodistrias Eğriboz, Atina, İstefe ve Kızılhisar’daki mirî mukatalar ile zeamet ve timarlar dışındaki bir emlakin varlığını kabul etmediler. Zaten buradaki timar sahiplerinin çoğu ölmüştü. Bunların geriye kalan ailelerinin mağdur edilmemesi için Londra Antlaşması’nın ilgili maddesi tartışıldı.

İsmail Bey, üç devlet görevlilerine bilhassa bölgedeki vakıfların durumu hakkında ayrıntılı bilgi verdi. Bu müesseselerin bütün İslam âlemi için önemini anlattı. Bölgedeki vakıfların geliri ile başka yerlerde aynı teşkilatın kurulacağını, bu nedenle gerçek değer tesbitinin önemli olduğunu dile getirdi. Ayrıca bunlara devletin bir müdahalede bulunup, tasarruf yapmasının asla düşünülemeyeceğini izah etmeye çalıştı. İsmail Bey, eğer şu ana kadar bahsettiği hususlarda bir yanlışlık olursa tahliyesi düşünülen kalelerin tamamında az veya çok Türk bulunduğunu, bunların çıkmayı reddedip direnişe geçebileceklerini söyledi. İstefe’de Türklerin ellerindeki arazileri halen işlediklerini ve hasılatı almayı beklediklerini dile getirdi.

Üç devletin sınır görevlileri ise bilhassa Livadya üzerinde durdular. Buranın ahalisi isyanda tamamen yok olmuştu. Çok az Türk kalmıştı. Livadya’nın Makrinos’a karşılık tahliyesi tartışıldı. Görüşmelerde yeni bir takas teklifi olarak Atina-Makrinos da masaya getirildi. Savaş sırasında Atina’daki bazı zeytinlikler yakılmış ve bir takım tarihî kalıntılar zarar görmüş olduğundan, buranın daha sonra ele alınmasına karar verildi. Yapılan müzakereler neticesi Atina-Voniçe mübadelesi kararında mutabakata varıldı. Atina’nın tahliyesi için 37 gün süre belirlendi. Buradaki Türklere ait zeytin gelirleri ise askerin maaşlarına karşılık havale yapılacaktı. Ayrıca kale teslim edilene kadar üretilen zeytinyağı Türkler’in olacaktı. Ancak yeni bir sorunla karşılaşıldı. Hasat mevsimi yıl sonundaydı. O kadar bekleme imkânı yoktu. Bunun çaresi olarak da ağaçların üzerinedeki üründen tahmini bir ödeme yapılması uygun bulundu. Atina Kalesi’nin tesliminden itibaren 15 gün içinde Kızılhisar ve Eğriboz kalelerinin tahliye işine geçilecekti. Tahliye muameleleri ile emlak satışının aynı hızda yürümemesi yeni sorunlar sebep oldu. Bunların çözümü için İstanbul’da müzakereler yapıldı.

Bu arada İsmail Bey, Kapodistrias ile ayrıca başbaşa görüşmelerini sürdürdü. Mora’da bütün kontrolün artık Kapodistrias’ın eline geçtiğini biliniyordu. Bu nedenle İsmail Bey, görüşmede vakıf ve devlet mukataat çiftliklerini Kapodistras’ın alma niyetinde olduğunu anladı. Kapodistrias, emlak satışında yardımcı olmak için malları kendisinin alması şartını öne sürmüştü.

Üç devlet görevlilerinin tahliye işinde acele edip, sınır çiziminde ağırdan almalarının sebebi çok geçmeden anlaşıldı. Müttefikler Yunanistan’ın sınırlarını Rumeli yönünde genişletme hususunda anlaşmaya varmıştı. Bu nedenle sınır çizimi muamelelerinde Osmanlıyı oyaladılar. Londra’da Yunanistan için yönetim tarzı ve atanacak kral tartışılırken, İngiltere bir hamle daha yaparak sınıra dair yeni teklifte bulundu. Esasta, Yunanistan’ın Rus etkisinden daha da uzaklaşması amacını taşıyan bu teklif, diğer devletlerce hemen kabul gördü. Buna göre yeni sınır, 22 Mart 1829 öngörülen ve Arta-Volos diye tanımlanan hat olacaktı. Teklifin Osmanlı’ya kabul ettirilmesi ve gerekli görüşmelerin yapması için Lord Stradford Canning’in özel elçi sıfatıyla İstanbul’a yollanması kararlaştırıldı. Nitekim Canning 1831 yılı yazında İstanbul’a geldi. Müzakerelerin resmî amacı Yunan sınırlarına dair gelecekte ortaya çıkması muhtemel sorunların çözumü, sınır hattının belirlenmesi ve iki ülke arasında emlak ve ticâret gibi ayrıntıların düzenlenmesiydi. Canning’in gelişiyle İstanbul’da diplomatik trafik hızlandı. İngiliz Elçisi, Yunanistan’a toprak verilmesi hususunda Sultan Mahmud’u ikna etmenin zorluğunu biliyordu. Bu nedenle, Padişahı taviz vermeye zorlayacak bir durumun ortaya çıkmasını bekledi. Bu bekleyiş fazla uzun sürmedi. Zira Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın isyan etmesi ve kısa sürede Mısır birliklerinin Kütahya’ya kadar dayanmaları, Osmanlı’yı çok zor durumda bıraktı. Yeni durumda İngiliz potikasına mecburiyet hâsıl oldu.

Canning başkanlığındaki üç devlet heyeti ile Osmanlı memurları arasındaki uzun müzakereler sonucu Yunan sınırı, tazminat, Türk emlaki ve diğer hususlara dair müzakerelerde belirli bir aşamaya gelindi. Osmanlı Hükümeti 21 Haziran 1832 tarihi itibariyle sınıra dair düzenlemeleri kabul ettiğini resmen açıkladı. 21 Temmuz 1832 gecesi son toplantı yapılarak sınır hususundaki pürüzler giderildi. Yunanistan sınırına dair İstanbul Konvansiyonu olarak adlandırılan bu antlaşma, 27 Temmuz 1832 tarihinde Süleyman Necib Bey tarafından imzalanarak resmiyet kazandı. Son olarak antlaşma bir protokol halinde 30 Ağustos 1832’de onaylandı. Böylece genel manada Arta-Volos hattı olarak tanımlanan ve Yunanitanı Rumeli yönünde büyüten sınır kesinleşmiş oldu.


1832 antlaşmasının 7. maddesi emlak satışını düzenliyordu. Buna göre Yunan sınırının çizimi işinin bitimi tarihinden başlamak üzere 18 ay süre içinde tahliye tamamlanacak, emlak satışı bitirilecekti. Beklenmedik durumlar olursa bir kaç ay süre uzatımı yapılabilecekti. Üç devlet memurları Türk emlakinin adil satışına yardımcı olacaklardı.
1832 antlaşması ortaya çıktığında üç devletin sınır çizimi için atadığı memurları 1830 kararlarını uygulamak için zaten Mora’daydı. Babıâli yeni sınır için bölgeyi iyi tanıyan ve zaman zaman hudut müzakerelerinde yer alan Koniçalı Hüseyi Bey’i gönderdi. Hemen sınır çizimine başlandı. Bir taraftan da şehir ve kalelerin tahliyesine hız verildi.
1832 antlaşması en geç 31 Aralık’a kadar Osmanlı askerinin elinde bulunan kalelerin tamamen teslimini öngörüyordu. Fakat işlemler biraz daha uzadı. 1833 yılı ortalarına kadar tahliyeler sürdü. Osmanlı Hükümeti, 1832 antlaşması ardından üç devlet yetkilileriyle Türk emlakinin satışı hususundaki görüşmelerini bir süre daha devam ettirdi. Zira antlaşma maddeleri böyle önemli bir konuyu karşılayacak içerikte değildi. Ayrıca Rumeli yönünde Müslümanların yaşadığı İzdin ve Badracık gibi mahaller yeni olarak Yunanistan sınırlarına dahil olmuştu. Bir de Türk vakıflarına karşılık olmak üzere mükafat-ı nakdiye ismiyle bir ödeme teklifi gündeme gelince, müzakereler daha da içinden çıkılmaz hâle geldi. Babıâli emlak satışı işinin kalelerin tahliyesi sonrasına kalması durumunda meselenin çok uzayacağını anlamıştı. Bu gibi endişeler elçilere defalarca iletildi.

Çok sayıda Türkün yaşadığı Eğriboz Kalesi’nin tahliye işlemleri esnasında sorunlar büyüdü. Mallarını satışında gerçek değer bulunamıyordu. Türk emlakinin çoğunluğu yok pahasına satılmaktaydı. Ancak Müslüman ahalinin esas endişe ettiği husus kaleyi teslime gelecek Rumlardı. Bütün işler bittiğinde kale üç devlet tarafından gelecek memurlar ile Rumlara teslim edilecekti. Bu esnada gelecek Rum önderleri ile 1821 isyanı döneminden itibaren bir kan davası oluşmuştu. Yıllarca kaşılıklı savaş yapılmıştı. Bütün bu sürecte nice Türk şehit olmuştu. Hâlen Eğriboz’da bulunup da bir yakını ölmemiş kimse neredeyse yoktu. Dolayısıyla halkın bir kısmı kaleyi teslime gelecek Rumlarla karşılaşmak istemiyordu. Tahliye memurları böyle bir karşılaşmada eski kinlerin gün yüzüne çıkması ihtimaline karşı kesin tahliyeden 20 gün önce kalelere asker getirmeyi uygun buldular. Bu olmazsa yine 20 gün önce kadın ve çocukların Selanik’e nakli emredildi.

Kalelerdeki ailelere daha nakledilmeden Anabolu’da bulunan Yunan Kralı’nın adamları gemi ile önce Atina önlerine gelip yine hemen kalenin teslimini istediler (25 Mart 1833). Atina varoşunda bazı mevkiler işgal edildi. Yunan askeri buradan 7 gemiden oluşan bir filo ile Eğriboz’a geçti. Kalenin teslimi için 2 gün mühlet verildi. İsmail Bey, bu hususta bir emir almadığını, buradaki ailelerin ve mühimmatın Golos’a nakli için 40 gün süre verilmesini talep etti. Bu istek kabul edilmedi ve eğer istekleri yerine getirilmezse saldıracaklarını ifade ettiler. İsmail Bey direneceği cevabını verdi. Aradan 3-4 gün geçinde kalenin Rumeli tarafında Kambur Köprü denilen yerdeki kulenin duvarının yıkılmış olduğu görüldü. Neticede 31 Mart 1833’te Atina Kalesi’ndeki son Osmanlı askeri de ayrıldı. Böylece Atina’daki yaklaşık dört asırlık Osmanlı egemenliği sona ermiş oldu.

6 Nisan 1833’de Karababa, ertesi gün Eğriboz Kalesi Yunanlılar teslim edildi. İsmail Bey’in aktardığına göre, yüzyıllardır Osmanlı hâkimiyetindeki bu kalelerin teslimi sırasında büyük hüzün yaşandı. Aynı şekilde Haziran’da Kızılhisar ve İzdin kalelerindeki Osmanlı askerî varlığı tamamen sona erdi. Teslim edilen kalelere dair tutanaklar hazırlandı. Yapılan antlaşma gereği emlak satış ve mühimmat nakli işleri bitene kadar kalelerdeki Türklerin ikametlerine izin verilecekti.

Emlak işinde en çok tartışılan yer İstefe Kazası oldu. Buradaki çiftliklerin durumu 1832 antlaşmasında özel bir ibare ile belirlenmişti. Antlaşmanın 7. Maddesinde, İstefe 3 Şubat 1830 tarihindeki antlaşma esnasında Türk askerinin kontrolü altında bulunuyor idiyse, o gibi emlak sahipleri bu haktan yararlanacaklardı. Oldukça verimli çiftlik ve araziye sahip İstefe’nin 3 Şubat öncesi hangi tarafa ait olduğu hususunda tartışmalar uzuzn süre devam etti. Her iki taraf da bu konuda ısrarcıydı. 1832 antlaşmasındaki madde ortaya çıkınca İstefe Kazası’nın durumu hakkında İsmail Bey ile Eğriboz Muhafızı Ömer Paşa’nın araştırma yapmaları istenmişti. Devlet kayıtlarda İstefe’de Yemeklik Çeşmesi, Kızılbayır ve Aşağı Alâka’da bulunan emlak ve çiftliklerin baştanbaşa deniz kenarında olduğu, bölgeye Osmanlı askeri yerleştirilerek korumaya alındığı, buraların mahsullerinin Türkler tarafından tasarruf edildiği anlaşıldı. 1830 senesinin Eylül ayı itibariyle İstefe’de ziraat olunan arpa, buğday, pamuk ve mısır gibi ürünlerin Türklerce hasat edildiği kayıtlarda mevcuttu. Haziran 1830’a kadar hiçbir Yunanlı İstefe’ye uğramamıştı. Bu tarihte Kapodestrias’ın bir adamı gelmiş ve kasabanın iadesini talep etmişti. Yunanlılar 1833’de harekete geçerek İstefe’yi işgal edip üstün durama geçtiler. Ancak, Osmanlı Hükümeti meselenin peşini bırakmadı. Gerek üç devlet eliçeleriyle ve gerekse Yunan yetkilileriyle bu konunun çözümü, mal sahibi Türklerin mağduriyetinin giderilmesi hususunda müzakereler devam etti. Bölgedeki Osmanlı memurları da meselenin takipçisi oldular. İstefe meselesi ancak 1837 yılında Yunan Kralı ile İstefe emlakinin satışına dair yapılan özel bir protokol ile bir esasa bağlanabildi. Buna rağmen tartışmalar devam etti.

Kendisi Eğribozlu olan emlak satış memuru İsmail Bey, Yunanistan’daki kalelerin teslimi ardından emlak ve vakıfların tasfiyesi işlerinde hiçbir ilerleme kaydedilememesinden ve bölgedeki Türklerin perişan durumundan sürekli olarak şikâyet ediyordu. Vakıflardan başka orman arazileri, yaylak ve kışlak denilen yerlerin ne olacağı hususunda önemli tartışmalar yaşanmaktaydı. Yunanlılar Türk çiftliklerine ait bu yerleri ele geçermeye başladılar. Mukafât-ı nakdiye karşılığı doğrudan Yunan Hükümetine geçen vakıflar dışında kalan vakıfların mal varlıklarının tesbiti ve satış işlemlerindeki zorluklar ise devam etmekteydi. Bu zorluklardan ayrı olarak, eski tarihlerde İslamı seçmiş bazı Rumların dinlerine dönmeleri için baskı altına alınması, hatta bazılarının din değiştirmeyi reddedince hapse atılması hadiseleri sıklıkla yaşanmaya başladı. Yunan askerleri kira adı altında Türk evlerine yerleşilip zarar veriliyorlardı. Bazı Rumlar Türklere zorla senet imzalatılıp borçlandırılıyor, sonra fahiş faiz uygulanan bu paralar ödenemeyince Türk arazilerine el konululuyordu.

Diğer taraftan bu dönemde Yunanista’da siyasî bir karmaşa olduğunda ve Kral Otto henüz otoriteyi tam olarak sağlayamadığından resmî bir muhatap bulmada da zorluk yaşanıyordu. Yunan hazinesinin durumu çok kötüydü. Sürekli Avrupalı bankerlerden borç alınıyordu. Türk emlak ve vakıflarının bedellerinin ödenmesi hususunda ciddi kaynak sorunu yaşanmaktaydı. Meselenin uzaması bu bakımdan da Yunanlıların işine gelmekteydi. Türk mallarını satın almak isteyenler engellenmekteydi. Bu hususta Yunanlı yetkililerin memurları yazılarla uyardığı öğrenilmişti. Türk emlaki meselesinde bir diğer boyut ise 1821 isyanı esnasında Osmanlı topraklarından kaçan Sisam ve İpsara adaları Rumlarına bazı Yunanlı idarecilerin Türk arazi ve mallarına sahip olma sözü vermeleriydi. İpsaralı ve Sisamlı Rumlar bölgedeki Türklere evlerini boşaltmaları ve bölgeyi terk etmeleri için baskı yapmaya başladılar. Türklere kötü davranıldığı şikâyetleri İstanbul’a kadar ulaştı. Nihayet olumsuzluklara daha fazla dayanamayan İsmail Bey görevi bıraktı.

1832 sınır düzenlemesi uyarınca Yunanistan’a bırakılan mahallerin tahliyesi bir yıl içinde bitirilmeye çalışıldı. Bölgedeki Türklerin çoğu Anadolu’ya geçti. 1821 isyanı süresince yaşamların yitiren Müslümanların sayısının tam olarak bilinemediği gibi, bölgeden ayrılıp imparatorluğun çeşitli mahallerine dağılan Mora muhacirleri hakkında da kesin bir rakam verilme imkanı yoktur. Bunun en önemli sebebi o tarihlerde Osmanlı’da göçü ve muhacirleri organize eden resmî bir kurumun olmamasıdır. Ancak bu konuda 1831 nüfus istatistikleri fikir verici önemdedir. Söz konusu nüfus sayımı istatistiklerinde yerleşim birimlerinin nüfusu verilirken göçmen nüfus ayrıca belirtilmiştir. Göçmenlerden bir kısmının geldiği yer belirtilmezken bir kısmı için Mora veya Eğriboz göçmeni ibaresi kullanılmıştır. Bu dönemde diğer sahalardan gelen göçmenlerin fazla olmadığına dikkat edilecek olursa bunların çoğunun Mora ve Eğriboz göçmeni olduğu söylenebilir. Söz konusu istatistiklere göre: Teke sancağına 522, Muğla sancağına bağlı İzmir, Çeşme, Seferhisar, Kuşadası ve Söke’ye 1.278, Midilli’ye 349, Sakız’a 39 ve Kıbrıs’a 274 Mora ve Eğriboz göçmeni iskân edildi. Kütahya kasabasına 22 göçmen yerleşirken, Kütahya sancağına bağlı Emrudili, Örencik, Giray, Tavşanlı, Altundaş, Uşak, Niyaz, Kula, Eşme, Sirke, Kûre, İnay, Silindi, Danişmendluyıkebir, Çal, Simav, Dağardı, Gedus, Şehli, Tazkırı, Kenbler, Soma ve Baklan’a toplam 4.799 göçmen yerleştirilmişti.

2- İlk Yunanistan Muhacirlerinin Sorunları
İlk Yunanistan muhacirleri başta İstanbul ve Batı Anadolu şehirleri olmak üzere imparatorluğun çeşitli bölgelerine dağıldılar. Sultan II. Mahmud, binbir eziyet çekmiş, katliamlara uğrayıp mal ve mülklerinden olmuş bu muhacirlerin sorunlarıyla yakından ilgilendi. Bu hususta devlet yetkililerine sık sık uyarılarda bulundu. Ancak muhacirler için sistematik bir organizasyondan ve bunun için ayrılan bütçeden bahsetmek mümkün değildir. Bu nedenle sorunlar çok uzun vadeye yayıldı. Bu nedenle Yunanistan’da malları bir türlü satılamayan Türk muhacirleri bilhassa İstanbul’da perişan durumlara düşmekteydiler. 1853’ten sonra da Kafkas ve diğer muhacirlerle birlikte Mora muhacirlerine hazineden hâlâ kaynak aktarımının sürmesi meselenin vehametini göstermektedir.
Mora ve civarından gelen gelen Türk muhacirlerin önemli kısmı İstanbul’a yerleşti. Bunların birçoğu bölgedeki malların satamadıkları için mağdur durumdaydılar. İstanbul’a gelen muhacirlerin iskânı ve diğer sorunları ile bizzat Sadrazamın ilgilenmesi emredildi. Bunlara aynı zamanda sadaka-i padişahî olmak üzere maaş bağlanmaktaydı. Ancak, II. Mahmud göçmen maaşının ileride gelecek olanlara emsal teşkil etmesinden ve İstanbul’a yönelik göçmen trafiğinin artmasından endişelenmekteydi. Moralı göçmenlerden bir kısmı resmî dairelerde istihdam edilmeye çalışıldı. Bununla birlikte 1860’a kadar İstanbul’da bulunan ve maaş alan Moralı göçmen tespit edilebilmektedir. Harcamalar hazinenin çeşitli kalemlerine havale edilmekteydi. Taşrada ise durum daha ziyade yerel idarecilere ve halkın hamiyetine havale edilmekteydi.

Mora’daki isyan bölgelerinden en büyük göç dalgalarından biri 1824’te yaşandı. Bu dönem muhacirlerinin çoğu ilk durak olarak İstanbul’a geldi. Bunlar Sadrazamın denetiminde münasip mahallere yerleştirildi. Bu süreçte İzmir, Bursa, Edirne ve Kuşadası gibi mahallere de muhacir yerleştirildi. Bölge idarecilerine emirler yazılıp, muhacirlerin refah ve asâyişlerinin temini hususunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmamaları istendi. Verilen emirlerde Mora’da isyan bastırılınca bu muhacirlerin geri dönecekleri, o zamana kadar bulundukları mahallerde bekletilmeleri isteniyordu. Ancak, bazı mahallerde muhacirlere yeterli ilgi gösterilmeyince bunlar da İstanbul’a akın etmeye başladılar ve şikâyetler arttı. Babıâli durumun kontrolden çıkması üzerine bütün ilgili mahalleri tekrar uyardı. İstanbul’da muhacir bulunduracak yer kalmadığı, Sadrazamın bizzat bu işlerle yoğun bir şekilde uğraştığı bildirildi.

İstanbul’a gelen Mora, Eğriboz, Atina ve diğer mahaller muhacirlerinin en önemli sorunlarının başında ikamet yeri geliyordu. İstanbul’da akrabası veya tanıdığı olanlar buralara yerleştirilmekteydi. Diğerleri için suriçi ve Eyüp civarlarında evler tutuldu. Bu evlerin kiraları uzun yıllar devlet bütçesinden karşılandı. Mesela 1836 başından itibaren 6 aylık ev karısının Darphane tahsisatandan ödenen miktarı 1.080 kuruştu. 1846’da aynı miktar ödenmeye devam ediliyordu. Devlet çok fakir ve işsiz güçsüz olan bu muhacirlere günlük bir para tahsisi de yaptı. Mesela 1832 yılında fakir muhacirler için aylık 920 kuruşun Darphane hazinesinden ödenmesi emredildi. Aynı miktar 1835’te aylık 980 kuruştu. 1843’te 104 fakir muhacire Maliye’den aylık 980 kuruş ödenmekteydi.

İstanbul’a yerleşen muhacirlerden maaş tahsisi için yapılan müracaatlar inceleniyor, durumları mağdur olanlara bütçenin çeşitli kalemlerinden tahsisat ayrılıyordu. Mesela 1835’te Anabolu, Mezistre ve İzmir taraflarından çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan, içlerinde zenci bir kadının da bulunduğu 48 muhacir grubu işsiz ve garip oldukları gerekçesiyle maaş tahsisi tabelinde bulunmuşlardı. Yapılan araştırmada bunların her haliyle yardıma muhtaç oldukları anlaşıldı. Listede bazı mükerrer isimler tesbit edilip yeniden düzenlendi. Sultan Mahmud bunlara maaş tahsisini emretti. Maliye’de Başmuhasebe kayıtlarında yapılan incelemede Mora muhacirleri için İstanbul Gümrüğü gelirleri fazlasından da maaş tahsis edildiği anlaşıldı. Muhacirlere aylık 18,5 kuruş maaş verildiği görüldü. Bu paraların Babıâli’ye havale edildiği ve burada Çavuşbaşı Kesedârı eliyle dağıtımının yapıldığı anlaşıldı. Bu sefer usulün değiştirilmesi uygun bulundu. Yine 18,5 kuruş olacak olan maaş, bundan böyle muhacirlerin bizzat gümrüğe gidip almaları ile ödenecekti. Bu son kararı beğenmeyen Padişah, muhacirlere gümrükten para verilse bu gibi taleplerin arkasının kesilmeyeceğini, böyle bir uygulama yerine bu son talepte bulunan muhacirlerin Çirmen Sancağı’nda iskân edilmelerinin daha iyi olacağını dile getirdi.

İsyan esnasında Mora’dan ayrılmak isteyen Türkleri İstanbul’dan sonraki ilk tercihleri İzmir’di. Ayrıca Urla, Kuşadası ve civarına yerleşim oldu. İsyan sonucunda neredeyse hiç Türk’ün kalmadığı Mora Yarımadası’ndan ilk zamanlarda nisbeten daha güvenli görülen Eğriboz’a da göç yaşandı. 1821 isyanının ilk ödenmelerinde Atina ve varoşları Rumların eline geçince Türkler İzmir ve Eğriboz taraflarına göçtü. 25 Temmuz 1822’de Atina’nın yerli halkından 270’i aşkın kadın ve çocuk 2 Fransız gemisiyle İzmir’e sevk edilmişti. Ertesi yıl Mora’da Rumların eline geçen kalelerdeki Müslümanlardan 3.000 kişilik bir grup İngiliz ve Çamlıca Adası gemilerine bindirilerek İzmir ve Kuşadası’na taşındı. 1827’de Atina yeniden fethedilince devlet burayı şenlendirmek istemişti. Bu maksatla bölgeyi terk eden Türklerin ve Rumların asıl vatanlarana geri dönebilmeleri için çalışma başlatıldı. Bu konuya dair ferman hazırlanıp Eğriboz ve İzmir gibi yerlerde bulunan Atinalıların dönmeleri, emlak ve arizelerine sahip olmaları istendi. Atina Rumları’nın çoğu etraftaki küçük adalara kaçmıştı. Böyle olunca Atina’da kaleye kapanan ve savaşta ölenlerden malları sahipsiz kaldı. Devlet bu gibi kuşatmada ölen Rumlar’a ait emlak, arazi, bağ-bahçe, değirmen, zeytin ağaçları ile diğer gelirlerin devlet hazinesine ait olacağını duyurdu.

Özellikle İzmir Muhafızı Hasan Paşa ile Kuşadası Muhafızı Mustafa Reşid Paşa’nın muhacirlerin sorunlarının çözümünde çok gayretli oldukları anlaşılmaktadır. Gelen muhacirler İzmir, Manisa, Aydın ve havalisinde uygun yerlere yerleştiriliyordu. İzmir’e gelen Mora ve Atinalı göçmenlerin ilk olarak şehirde yerleştirilmesi kararlaştırıldı. Göçmen aileleri geçici olarak Rum isyanı sırasında buralardan firar edenlerin terk ettikleri meskenlere yerleştirilirken kimsesiz kadınlar ve çocuklar, hâli vakti yerinde olanların evlerine ikişer üçer kişilik gruplar hâlinde dağıtıldılar. Mesela 1823 başında İzmir’e bir İngiliz gemisi ile gelen 400 Anabolulu Müslüman, firarî Rumların evlerine yerleştirildi. Bunların yiyecek, giyecek ve diğer ihtiyaçları karşılandı. Kuşadası Muhafızı Mustafa Reşid Paşa’dan Sadare gelen 7 Şubat 1823 tarihli bir yazıda, teslim olan Anabolu ahalisinden binlerce Müslümanın Çamlıca ve Suluca adalılara ait 10 gemi ile Kuşadasına çıkarıldığı haber veriliyordu. İsyancılar bu muhacirlerden bir kısmın öldürüp kalanları soymuşlardı. Reşid Paşa’nın adamları karaya çıkan muhacirlere palto ve yağmurluk verip kuşadısına götürdüler. Burada bütün ihtiyaçlarını karşıladılar. Bunlar İzmir Muhafızı Hasan Paşa’nın himmetiyle iaşe ve ibade edildiler. Kuşadası muhafızı ile Aydın ve Saruhan mütesellimlerinden kendilerine yazılan tenbihnamelerle söz konusu göçmenlerin hukuk-ı müsaferet gereği hâli vakti yerinde olan kudret sahibi yerlilerin meskenlerine yerleştirilmesi istendi. Muhacirlerin masrafları Padişah tarafından ianeten karşılandı. Bu göçmenlerden bir kısmı gönüllü olarak Aydın ve Saruhan sancaklarına gönderildiler. Kuşadası’nda ikâmet etmek isteyenler alıkonuldu.

Batı Anadolu kıyılarına yönelik göçmen akınının sürmesi üzerine 1828’de İzmir ve Kuşadası’nda göçmen iskânına elverişli yer kalmamıştı. Bu nedenle, İzmir Muhafızı Hasan Paşa ve Kuşadası Muhafızı Mustafa Reşid Paşa başta Balyabadralılar olmak üzere 1828’den itibaren gelenlerin yerleştirilmesi için Manisa, Bursa (Hüdavendigar), Menteşe ve Kütahya’nın göçmen iskânına açılmasını talep ettiler. Muhacirlerin bazıları yine hali vakti iyi Müslüman ailelerin yanına konulmaktaydı. Devletten para yardımı sürdürdü.

Mora’da Moton ve Balyabadra bölgesi Türkleri Mısır askeri bölgeden çekilince yerleşmek için İzmir’i tercih etmişti. 1828’de ilk olarak 600 kadar Balyabadralı sahile çıktı. İzmir Muhafızı Hasan Paşa, durumu hemen İstanbul’a bildirdi ve hâlen bölgede Mora ve Atina muhacirlerinden çok sayıda insanın bulunduğunu, imkânlarının bu son gelen Balyabadralılarla ilgilenmeye el vermediğini, bunların sefil olmasından endişe ettiğini bildirdi. Paşa, bu muhacirlerin şartların daha uygun olduğu Bursa (Hüdavendigar), Menteşe ve Kütahya sancaklarında iskânının sağlanmasını istedi.

3 Şubat 1830 kararları onaylanınca devlet Atina, Eğriboz ve Kızılhisar kaleleriyle etrafındaki Müslümanların Rumeli tarafında Golos, Yenişehir ve İzdin’e nakilleri için harekete geçti. Yenişehir’in 1828’de toplam nüfusu 2.548 kişi tesbit edildiği için buranın uygun olduğu düşünülmüştü. Bu iş için özel memur atandı ve kaynak ayrıldı. Yenişehirli Necib Bey ve Silahşorân-ı Hassa’dan Yahya Bey iskân işiyle meşgul oldu. Eğribozluların bir kısmı kendi istekleri ile ailelerini Sakız, İzmir ve Selanik’e, bir kısmı Kavala, Yenişehir ve Çeşme yakası ile Gelibolu’ya kadar yerleştirmişlerdi.

Tahliye esnasında 1832’de Kızılhisar Müslümanları devlete müracaat ederek, denize alışık olduklarını, gemicilikle meşgul olabilmek için eskiden beri münasebetlerinin bulunduğu İzmir tarafı sahillerindeki Çeşme, Sivrihisar ve Sığacık kasabalarına yerleşebilmeleri için bir ferman gönderilmesini istemişlerdi. Eğriboz Muhafızı Ömer Paşa da bu talebi destekledi. Paşa, Kızılhisarlıların uyumlu insanlar olduğunu, gittikleri yerlerde sorun çıkarmayacaklarını ifade etmişti. Babıâli’de durum değerlendirilirken İstanbul’daki Mora muhacirlerinin de görüşüne başvuruldu. Mesela Eğriboz Muhafızı Ömer Paşa’nın kapukethüdası Selim Sabit Efendi’nin evinde kalan bazı bölge muhacirleri çağrılıp bilgi alındı. Kızılhisarlıların öncelikle Kıbrıs Adası’na iskânları düşünüldü. Fakat bunların çok fakir olmaları ve adayla bir münabetlerin bulunmaması nedenleriyle vazgeçildi. Serasker Paşa ile de durum değerlendirilerek, bu muhacirlerin yerleştirileceleri yerlerde nasıl davranacaklarına dair bir emir hazırlanması, gerekli uyarıların yapılması şartıyla istedikleri yerde iskânlarının uygun olacağı kararlaştırıldı.

1832 antlaşması ile Yunanistan’a bırakılan yerlerden olan Badracık Müslümanları’nın bir mahale yerleştirilmesi ise çok uzun süre sonra gerçekleşebildi. 1833’te şehri boşaltın Türkler, Rumeli’de çeşitli yerlere dağılmış ve perişan durumlara düşmüştü. Badracık muhacirleri devlete müracaat edip, mağdur durumlarının giderilmesi için Yunan sınırında Badracık’a yakın Dömeke’de bulunan ve bir kısmı Mihrimâh Sultan Vakfı’na ait Davudlu, Zebahd ve Derbend-i Korfu arazilerindeki çiftliklere yerleştirilmelerini talep ettiler. Burada bir cami ve medrese de yapılmasını istiyorlardı. Durum Selanik Müşiri Ömer Paşa’dan soruldu. Paşa, bahsedilen çiftlikler etrafında Rum reayanın bulunduğunu, bunun sorunlara sebep olacağını dile getirdi. Uzun süren müzakereler ardından adracık Türkleri’nin Selanik civarındaki Cezire denilen bir adaya yerleştirilmesi, burada cami ve medrese inşasıyla yeni bir kasaba oluşturulması, söz konusu çiftliklerin gelirlerinin onlara tahsisi teklif edildi. Bu teklif uygun bulundu. Tırhala Sancağı’nın Çatalca Kazası’na bağlı görünen ve 1839 Tanzimat Fermanı uygulamaları kapsamına alınmış olan bu çiftlikler Badracıklılara ait olacak fakat Rum reaya tarafından işlenecekti. Bu teklif son olarak Maliye tarafından ele alındı ve Badracıklılar da kabul edince Sultan Abdülmecid (1839-1861)’in iradesi ile yürürlük kazandı (1842).
Bazen Mora muhacirlerinin yerleştirildikleri yerler ahalisi ile uyum sağlayamamaları ile karşılaşılmaktaydı. Böyle olunca tarafların talepleri dinlenip en uygun karar alınıyordu. Benzer bir sorun Karaferiye ahalisinden olup Lalot denilen muhacir grubunun Mora’dan ayrılışında ve iskânında yaşandı. Lalotlar, Dilaver Paşa döneminde tedbir maksadiyle Selanik’e yerleştirilmişti. Orada duramayınca Varna’ya nakillerine karar verildi. Daha ziyade hayvancılıkla uğraşan kadın ve çocuklar dâhil toplamı 542 kişi olan muhacirler hiçbir zorluk çekmeden Varna sahiline ulaştı. Aslında Rus savaşı nedeniyle Varna’nın da durumu müsait olmamasına rağmen evler hazırlanmış ve araziler tahsis edilmişti. Gelen muhacirler buralara yerleştirilmiş fakat imkânsızlıklar nedeniyle hem Varnalılar ve hem de Lalotlar sıkıntı içine düşmüştü. Bir de Varna’da kış çok şiddetli geçince durum çok daha zorlaşmıştı. Zamanla muhacirlerden şikâyetler arttı. Lalotlar’dan sadece Müslümanlar değil Varna’daki Gayrimüslimler de şikâyetçiydi. Lalotların hep bir arada olmaları mahzurlu görüldüğünden, bunların 10-15 hanelik gruplar halinde Selanik, Tırhala ve Rumeli dâhilinde iskânları düşünüldü. Nihayet Varna’daki muhacirlerin başta Filibe ve Pazarcık olmak üzere dağıtılması uygun bulundu (1836). Aynı şekilde Mora muhacirlerinden olup üç oğlu ile birlikte Bağdat’a yerleştirilen Arif Bey burada geçim sıkıntısı çekince Diyarbakır’a gitmişti. Oğulları burada askeriyeye kaydolunca kendisi de münasip bir iş talebinde bulundu. Durum İstanbul’da Meclis-i Vala’da ele alındı. Serasker Paşa’dan görüş istendi. Alınan cevapta, bu şahısların Bağdat’a yollandığı esnada oradaki görevlilerin uyarıldığı ve muhacirlerin mağdur edilmemesinin istendiği belirtildi. Meclis görüşmesi neticesi Arif Beyin talebi uygun bulundu ve Padişahın bu yöndeki emri bölge idarecilerine yazıldı (1851) .

3- Yunanistan’daki Türk Emlaki Meselesinin Çözümü
Mora muhacirleri zor şartlar altında yaşam süren bir taraftan Yunanistan’daki emlaklerinin satışı muamelelerinde yaşanan gecikmelerden mağdur oldular. Sorunun çözümü için 3 yıl boyunca Yunanistan’da tahliye ve emlak satışı muamelelerini yürüten ve görevinden ayrılan İsmail Bey’in yerine dirayetli bir memur aranmaya başlandı. Gelinen noktada Türk emlaki meselesinin karmaşıklığı iyice anlaşıldığından, böyle önemli bir konunun üstesinden gelebilecek emlak işinde muhakkak bilgisi olan, işinin ehli memurların tayinine dikkat edilmekteydi. Memurların bölgeyi tanıması da ayrı bir tercih sebebiydi. Zira bazı çiftlik ve araziler içinde bulunan Rumların maktu sistem ve diğer yollarla memurları yanıltmaya çalıştıkları ve yalana başvurdukları biliniyordu. Bu gibi zorlukların şer’î çözümü ve sınıflandırılması gerekmekteydi. Daha önce olduğu gibi emlak, arazi ve şahsî hukuk davalarının çözümünde şeriat kuralları işletileceği dikkate alındığından, atanacak görevlilerden birinin ulemadan olması uygun bulunmuştu. Babâli Atina, Eğriboz, İstefe ile havalisi emlakının satışı memuru olarak Hacegân-ı Divan-ı Hümayundan ve Amedi Hülefâsından Şekib Efendi’yi belirledi. Şekib Efendi İstanbul’daki Yunan müzakerelerinin bazılarına katılmıştı. Yanına atanacak memur hususunda daha önce olduğu gibi Şeyhülislamlıkla görüşüldü. Uygunları arasından eski Mirî Kâtibi Mehmed Said Efendi tercih edildi (Temmuz 1834). Osmanlı Hükumeti, öncelikle memurların çalışma usullerini belirleyecek bir talimatname hazırladı. Ardından emlak memurlarının ağır masraflarını karşılamak ve biraz da teşvik edici olmak için, emlak satışında bir nevi prim sisteminin uygulamasına karar verildi. Buna göre Şekib Efendi ve yanındaki görevliler satılacak emlakın 1.000 kuruşundan 25 kuruş kesinti yapacaktı.

Talimatlar uyarınca görevine başlayan Şekib Efendi, İsmail Bey’in karşılaştığı güçlüklerin aynısıyla mücadele etmek zorunda kaldı. Bir taraftan da İstanbul’daki muhacirlerin Babıâli aracılığı ile kendisine gelen talepleriyle meşgul olmaktaydı. Doğrudan Yunan Hükümeti’ne bırakılmayan vakıfların vekil atadığı kimselere bölgedeydi ve Osmanlı memurundan yardım istiyorlardı.

Bu arada İstanbul’da da önemli gelişmeler yaşanıyordu. Yunan Hükümeti, Osmanlı Devleti ile diplomatik ilişki kurmak için ilk hamleyi yaptı ve Ağustos 1834’te Konstantinos Zagrafos’u İstanbul’a gönderdi. Zagrafos’un esas gayesi bir ticaret antlaşmasının imzalanmasıydı. Ticaret antlaşması hususundaki müzakereler uzayıp çıkmaza girince ve Babıâli Zagrafos’un resmî statüsünü tanımayınca, o da İstanbul’da sıfatsız bir temsilci olarak kaldı. Bu gelişme üzerine Yunan Hükümeti, Mora ve Eğriboz muhacirlerinden emlak satışı gibi geride kalan işlerini görmek üzere ülkeye giriş yapanlara engel çıkarmaya başladı. Ülkeye gelen Türkler, Yunanistan’da karantina olmadığı gerekçesiyle Şira ve Çamlıca adalarına gönderiliyor, oralarda karantinada bekletiliyordu. Buna benzer zorluklar yüzünden satışta hemen hemen hiçbir ilerleme kaydedilemedi. Zaman geçtikçe mallarını tasarruf edemeyen ve satamayan bölge Türkleri ile imparatorluğun çeşitli yerlerine dağılmış muhacirlerin durumu daha da kötüleşti devlete olan şikâyetler artmaya başladı.

Emlak memuru Şekib Efendi ise ilk olarak Atina emlakinin satışı işiyle uğraştı. Burada Yunanlı memurların çeşitli engellemeleri yüzünden olumlu sayılabilecek bir gelişme yaşanmamıştı. Şekib Efendi İstanbul’a gönderdiği yazılarında boşuna zaman geçirildiğini, Yunanlıların bu olumsuz tavrı sürdükçe hiçbir iş yapmanın mümkün olmadığını bildiriyordu. Olumsuz haberler üzerine Reisülküttap devreye girdi. Yine garantör üç devlet elçiliklerinin kapısı çalındı ve müdahele etmeleri istendi. Ayrıca İstanbul’daki Yunanlı yetkililerle de temas kuruldu. Emlak meselesini ayrıntısı ile anlatan resmî yazılar verildi. Yunanistan Elçiliği’ne verilen resmî yazıda, Yunan meselesine dair antlaşmalara atıflar yapıldı. Antlaşmalara uygun olarak Eğriboz, Atina ve İstefe emlakiyle, sonraki kararda ele alınan İzdin, Badracık ve diğer mahallerdeki emlak ve vakıfların satışında karşılaşılan güçlükler dile getirildi. Yunanlıların kasıtlı geciktirme faaliyetleri eleştirildi. Bu tavırların Türklere büyük zararının olduğuna dikkat çekildi. Ayrıca, orman arazileri ile yaylak ve kışlakların durumuna da açıklık getirildi. Bu alanlarda çok eskilerden beri Osmanlı hükmünün câri olduğu hatırlatıldı. Türklerin bazılarının mallarını satma ümidiyle senelerdir Yunanistan’da bekledikleri, her geçen gün bunların masraflarının arttığı, sefil durumlara düştükleri ifade edilmekteydi. Bir an önce gerekli kolaylığın sağlanması isteniyor, bunun için Yunanistan’a 2 ay süre tanınıyordu.

İstanbul’daki diplomatik girişimlerden kısmen sonuç alındı. Osmanlı memurları ile Yunan Hükumeti arasında ilk defa olarak Türk emlakine dair bir protokol imzalandı. Bundan sonraki gelişmeler yön verecek bu protokolde oldukça önemli hususlara yer verildi. 11 Mayıs 1835 tarihli protokolün başında 21 Temmuz 1832 antlaşmasının Yunan Devleti’nin kuruluşu ile tahliye ve emlak satışına dair maddelerine atıf yapılmaktaydı. Bu antlaşma ile Osmanlı Devleti’nin eski mülkî hukukunun aynıyla Yunan Devleti’ne intikali kabul ediliyordu. İkinci olarak, Yunan’a bırakılan kazaların bazılarında bulunan Müslümanlar’dan vatanlarını terk etmek isteyenlerin, eski hükümet esnasında mâlik ve mutasarrıf oldukları mallarının satışında Osmanlı kanunlarının (Kanunnâme-i Sultanî) tatbik edileceği tasdik edilmekteydi. Üçüncü olarak çiftliklerin tapu senetlerinde açıkca yazılı olduğu sınırları dâhilinde bulunan yaylak, kışlak ve ormanlar ile sair müştemilâtının o çiftliğe ait olduğu kabul edilmekteydi. Dolayısıyla çiftlik sahipleri Osmanlı egemenliği esnasındaki şartlarla buraları tasarruf edeceklerdi. Bahsi geçen emlaka ait senetlerinin kontrolü Osmanlı memuru ile Yunan Devleti memurları tarafından Kanunname-i Sultanî içeriğine uygun olarak yapılacaktı. Beşinci olarak Atina kazasında bulunan İslam emlakine ait senetlerin savaş dolayısıyla ibraz edilememesi durumunda, Türkler’den güvenilir kimselerin şahitliğinin de kabul edileceği karara bağlanıyordu.
Şekib Efendi, İstefe meselesini halledince Eğriboz ve Kızılhisar emlaki üzerine yoğunlaştı. Ancak buralarda işler çok daha kötü durumdaydı. Bölgede mallarını satmak için bekleyen Türklere Yunanlıların baskıları günden güne artıyordu. Hatta alenen mal gaspları yaşanmakta, cinayetler işlenmekteydi. Mesela Kızılhisar’daki Rum Kocabaşısı Türklerin atalarından kalan mutasarrıf oldukları çitflik ve tarlalarının tapu senetlerini zorla ellerinden almıştı. Buna direnen bir Türk öldürülmüş, geriye kalan malları krala ait muamelesi yapılıp devlete gelir kaydedilmeye çalışılmıştı. Yunanlılar bölge Türklerini 1821 isyanı esnasındaki olaylardan sorumlu tutup, o dönemde Rum evlerinin basılması, mallarına el konulması, dağlardaki mağaralara gizlenmiş Rum altınlarının bulunup çalınması gibi bahanelerle suçlayıp hapse atıyor ve cezalandırıyorlardı. Şekib Efendi bu hususları Yunan Dışişleri Bakanı’na anlattı. Bakan bazı küçük olayların yaşandığını kabul etti ise de bunların abartılmamasını istedi.

Yunanlı bakan ile bu görüşme ardından Eğriboz’da yaşanan bazı olaylar üzerine durum daha gerginleşti. Öyle ki Eğriboz’da imamlık yapmakta olan gayet yaşlı ve hatta harekette zorlanan İbrahim Efendi’nin saldırıya uğraması ve bir Türk’ün öldürüldüğü haberi bardağı taşıran son damla oldu. Olay 1835 yılı paskalya günü gerçekleşti. İmam İbrahim Efendi’nin yolunu kesen bir Rum, ak sakalına haç geçirmek isteyince yere düşüp yaralanmasına sebep olmuştu. Yine bir süredir ailesiyle Eğribozda bulunan Divan-ı Hümayun Kalemi kâtiplerinden Faizzâde Faiz Efendiyi bir Yunanlı sebepsiz yere darbetmişti. Ağır yaralanan Faiz Efendi 5-6 gün sonra öldü. Bu haberler Eğriboz Tüklerini çok tedirgin etti. Tam olaylar yatışacakken Papazoğlu adlı bir Rum bu sefer imamın evine girip ırzına saldırmıştı. Bu esnada dışarıda olup evine dönen İbrahim Efendi ile yolda kaşılaşan Papazoğlu, onun yakasına yapaşarak “karın da benim, hânen de benim, sen bir daha buraya girme eğer görürsem elimden kurtulacağın yoktur ” tehditlerinde bulunmuştu. Şekib Efendi’nin yardımcıcı Said efendi, o sırada Eğriboz’da olduğundan durumu Yunanlı zâbitlere bildirdi. Ancak hiçbir şekilde ciddiye alınmadı. Hatta daha sonra iş mahkemeye intikal etmiş, saldırgan şahıs imamdan silah çektiği gerekçesiyle şikâyetçi olunca yerel mahkeme imamı suçlu bulup hapse atmıştı. Durum hemen Atina’daki Şekib Efendi’ye yazıldı. Tekrar Yunanlı bakanla görüşüldü. İkili arasında çok sert tartışmalar oldu. Şekib Efendi Türklerin ürkütülüp malların alınmaya çalışıldığını söyledi. Artık işin din ve namus saldırılarına kadar uzandığını, bunun kabul edilmesinin mümkün olamayacağını bu durumda iki ülke arasındaki ilişkilerin bozacağı uyarısında bulundu. Bakan yine gerekli ilgiyi göstermedi. Ülkesinin hukuk kurallarına uyulması gerekliğinden bahsetti.

Şekib Efendi’nin halletmeye çalıştığı vakıfların tasfiyesinde de bir gelişme olmuyordu. Daha önce İsmail Bey Yunanlı ve üç devlet yetkililerine sistemi anlatmış çözüm önerileri sunmuştu. Yunan’a dair antlaşmalarda vakfıların statüsü netleştirilmediği için sonradan yapılan değerlendirilmelerde vakıfların tamamının satılması maksadıyla mütevelli heyetleri veya cabîlerinin hükmî şahsiyet olarak kabul edilmesi seçeneği en uygun çözüm olarak tartışılmaktaydı. Şekib Efendi en fazla Atina ve Eğriboz vakıflarının satışında zorlanmıştı. Zira buralarda kasıtlı engellemeler yapılıyordu. Bu konuda üç devleti elçilerini Yunanlı yetkilileri uyarmaları sağlandı ise de yine olumlu adımlar atılamadı.

Şekib Efendi, hakkında yapılan dedikodulardan da rahatsızdı. Bazı Eğribozlu Türkler emlak işinin uzamasında memurun ihmali olduğunu, hatta Yunan Kralından para aldığını söylüyordu. Memur hakkında akça ve bohça aldı işler böyle uzadı gibi şikâyetler İstanbul’a kadar iletildi. Kendisi bu dedikodular üzerine Yunanistan’dan ayrılmak istedi. Şekib Efendi’nin bu kararı Yunan Hükümeti’ni telaşa düşürdü. Kralın Başvekilinin bir adamı evine kadar gelip gecikmelerden dolayı özür diledi. Dışişleri Bakanı’nın da bulunduğu yeni bir toplantı yapıldı. Şekib Efendi sıkıntılarını bir kere daha anlattı. Yapılanların Osmanlı’nın şânına zarar verdiğini dile getirdi. Gecikmelerden şikâyetçi oldu. İstanbul’a gidip olan biteni, Türklerin gördüğü zulmü anlatacağını söyledi. Burada Türklere yapılanların Osmanlı topraklarındaki Yunanlılara yapılsa nasıl karşılayacaklarını sordu. Bu konuşmalardan sonra Şekib Efendi’nin isteği üzerine Eğriboz’daki Yunanlı zâbitler görevinden alındı ve hapisteki imam dahil bütün Türkler serbest bırakıldı. Bu görüşmelerde vesilesiyle Şekib Efendi Yunanlı yetkililerle ülkedeki Türklerin yargılanmaları konusunu da tartıştı. Bu hususta özel bir mahkeme kurulması gündeme geldi (27 Mayıs 1835).
İstefe kazası emlakına dair yapılan tarihî protokole rağmen Osmanlı Hükümeti Şekib Efendi’nin faaliyetlerinden arzu ettiği neticeyi alamayınca yeni bir emlak memuru atama kararı gündeme geldi. Bu iş için eski Maliye Tezkirecisi İsmail Kuddusi Efendi seçildi (Aralık 1835). Emlak satışında şer’î muameleleri yapmak, hüccet hazırlamak için Edib Paşa damadı olup İsmail Bey ile görev yapan Müderrisinden Mehmed Said Efendi Kuddusi Efendi’ye yardımcı olacaktı. Daha sonra mübaşir sıfatıyla bir memur daha yollandı. Kuddusi Efendi’nin bölgeye ulaşması şartları tamamen değiştirdi. Bir tarftan da diplomatik baskılar artırılınca Türk emlaki hususunda somut bazı gelişmeler yaşandı.

İsmail Kuddusi Efendi’ye Yunanistan’a gitmeden önce bir talimatnâme verildi. Bu talimatta emlak meselesinin o ana kadarki gelişmeleri aktarıldı. Daha önceki memurlara yönelik Yunanlıların engelleme girişimleri ile bundan sonra kendisinden beklenen faaliyetler sıralandı. En önemli talep bu işin bir an önce bitmesi ve böylece Türklerin zararlarının azaltılmasıydı. Kuddisi Efendi’den yerleşim yerlerine ait orman, yaylak ve kışlak maddesinindeki gelişmelerin takipçisi olması isteniyordu. Zira İstanbul’da yapılan son görüşmelerde buralardaki Osmanlı hukuku kabul edilmişti. İstefe’nin Yukarı Alâka mahallindeki emlakta sorun olmadığı, karmaşanın Aşağı Alâka’da yaşandığı ifade edildi. Bu hususta tereddüt edilecek bir durumun olmadığı devletin kesin kararlılığının belirtilmesi istendi. Bir diğer önemli nokta da satılacak malların gerçek değerinin bulunmasıydı. Üç devlet elçilerinin bu konuda İstanbul’da defalarca söz verdikleri dile getirildi. Ayrıca 1832 antlaşmasında bunun açıkca zikredildiği hatırlatıldı. Eğriboz’daki maktu çiftlikler hususunda Yunan memurları ile yapılan görüşmelerde biraz ilerleme oldu ise de bu çiftliklerin yıllık geliri üzerinde bir anlaşma yapılamasının devlet için yararlı olacagı dile getirildi. Vakıfların statüleri ve nasıl tasfiye edilecekleri tekrar anlatıldı. Vakıfların bütün varlıkları ile birlikte satılması gerektiği ifade edildi.

Kuddusi Efendi talimat uyarınca çalışmalarına başladı. Fakat Yunanlıların engelleme faaliyetleri sürmekteydi. Özellikle İstefe ve Atina’da yeni sorunlar ortaya çıktı. İş uzayınca devreye İngiltere girdi ve Yunanlılara baskı yaptı. Fakat bundan da bir sonuç çıkmadı. Görüşme ve girişimlerinden hiçbir sonuç alamayan Kuddusi Efendi Yunan Hükümeti’ne müracaat edip pasaportunun hazırlanmasını ve ülkeyi terk edeceğini bildirdi (16 Mart 1837). Osmanlı memurunun bu çıkışı Yunan Hükümeti nazarında etkili oldu.

Kuddusi Efendi’nin sağladığı en önemli ilerleme İstefe emlakinin satışı hususunda Yunan Hükümeti ile somut bir anlaşma yapılması oldu. Ancak böyle bir anlaşmanın ortaya çıkabilmesi için 1837 yılına kadar uğraşılması gerekti. 5 maddelik antlaşmaya göre İstefe Türk emlakine karşılık 2.164.500 kuruş takdir ediliyordu. Bu para 10 taksit halinde ödenecekti. İlk taksit Kuddusi Efendi’ye verilecekti. Bu antlaşma imzalandıktan bonra Osmanlı Devleti’nin İstefe ile ilgili hiçbir hukukunun kalmayacağı kabul edilmekteydi (17 Ağustos 1837). Bu antlaşma resmî olarak 8 Ocak 1838 tarihinde teati edilip yürürlük kazandı. Bu arada İstefeli olup emlaki bulunmayan halk da unutulmadı. Padişah, bunlara ihsanda bulunularak 250 kese akçe dağıtılmasını emretti. Bu para aralarında eşit olarak paylaştırılacaktı.
İstefe meselesinden sonra gündeme Eğriboz geldi. Bu arada Kapodestrias’ın iç çekişmelerin etkisiyle bir suikast sonucu ölümünden sonra burada hemen hemen hiçbir ilerleme kaydedilmemişti. Şekib Efendi’nin yaptığı orman, yaylak-kışlak antlaşmasına rağmen çiftliklere dair resmi bir senet hazırlanamamıştı. Kuddusi Efendi ise 1 yıldır Yunanlıların hileleri nedeniyle satış yapamıyordu. İstefe ve Atina meseleleri memurların bütün mesaisini almıştı. Bölgeden gelen haberlerde Kral Otto’nun adamlarının çiftlik arazilerini ele geçirdikleri öğrenilmişti. Hatta daha önce çiftlik satın alan Rumların elinden bile arazileri geri alınıyordu. Eğriboz’daki önemli sorunlardan biri Türk çiftliklerin yerleşip ziraat yapan Rum köylülerdi. Bunlar çiftliklerin kendilerine ait olduğunu iddia edip, sahiplerinin ürünü almasını engelliyorlardı. Böyle tartışmalı çiftliklerin satışı ise mümkün olmamıyordu.

Eğriboz Türkleri sahibi olabildikleri hâneleri hususunda da çok ciddi sorunlarla karşılaşmaktaydılar. Yunanlılar çeşitli yöntemlerle Türk evlerini ele geçirmeye başlamıştı. Bilhassa yol genişletmek bahanesi ile Eğriboz’a gönderilen mühendisler Türk evlerinin yıkılması kararı alıyorlardı. İşaretlenen bu evlerin boşaltılması isteniyordu. Mühendislerin işaretlediği evler yıkılma kararı olduğu için satılamıyordu. Ayrıca Eğriboz’a gelen askerlerin ikamet ettikleri evlerin kiraları verilmiyordu. Eğriboz’daki Sisamlıların zorla ele geçirdikleri haneler geri alınamamıştı. Sisamlılar bu evlere zarar veriyorlardı. Ayrıca Müslüman ev sahiplerini sahte sentelerle borçlu gösterip bunların ödenmediği bahanesi ile evlere el konulması uygulaması sürmekteydi. Rumlardan alacağı olan Türklere saldırılar arttı. Türkleri yıldırmak için evleri soyuluyor, hırsızlar yakalanınca cezalandırılmıyordu.

Şikâyetlerin artması üzerine Yunanlı yetkililerle gerek Atina’da ve gerekse İstanbul’da görüşmeler sıklaştırıldı. Sonunda 31 Ekim 1837’den itibaren Eğriboz emlakını 6 ay içerisinde çözümüne dair bir prensip antlaşmasına varılabildi. Yunanlılar emlak satışında gerekli kolaylığını sağlanacaklarını taahhüt ettiler. Ancak yine sözlerinde durmadılar. Eğriboz’da hiçbir ilerleme kaydedilemediği gibi, Türkler yönelik kötü muameleler artarak devam etti. Ellerinden bir şey gelmeyen Osmanlı memurları durumu İstanbul’a yazarak, üzüntülerini bildiriyorlar, görevlerinin sona erdirilmesini istiyorlardı. Bunlara verilen cevaplarda gelmeleri durumunda Türklerin yüzüstü kalacağı, işlerin daha da kötüye gideceği ifade edildi. Birkaç ay daha sabretmeleri istendi.

Kuddusi Efendi’ye verilen talimatta Yunanistan’daki vakıfların durumu belirtilmişti. Memurlar işlerin düzenli yürümesi için bölge vakıflarının tamamının defterlerini oluşturdu. Bu arada Evkaf-ı Hümayun tarafından bölgeye özel bir görevli atandı. Türk vakıfların satışından elde edilen gelirlerin Evkaf Hazinesi’nde toplanması ve daha sonra Osmanlı’nın başka mahallerinde aynı amacı güden hayır eserlerinin yapılması gerekiyordu. Bu nedenle vakıf eserlerinin gerçek değerinde satılmasına büyük önem verilmekteydi. Mesela Atina’da Hasan Bey’e ait cami ve vakfına ait olan gelirler titizlikle belirlenmişti.

Babâli, Yunan Hükümeti’nin emlak ve vakıf işinde adım atmaması üzerine bir taraftan da uluslararası teşebbüslerini artırdı. Zira emlak işi daha çözüme kavuşmadan bilhassa İngiltere Yunanistan ile Osmanlı arasında bir ticaret antlaşması için baskı yapıyordu. Londra Elçisi Mustafa Reşid Efendi (Paşa), İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Palmerstone ile görüşmeler yaptı. Osmanlı’nın hassasiyetlerin aktardı. Ayrıca resmî bir yazı vererek üç devletin sorumlulukların hatırlatıp, Yunan’a dair bütün gelişmeleri sıraladı. Türklere yapılan haksızlıkları gündeme getirdi. Ayrıca Yunanistan ile bir ticaret antlaşmasının imzalanmasının ancak bu emlak işinin bitimiyle olabileceğini açıkca ifade etti.

İki ülke ilişkilerindeki bu gergin hava Yunan Hükümeti’nin Türk emlaki sorununun çözümüne yönelik attığı bazı önemli adımlar sayesinde biraz yumaşadı. Uluslararası baskılar neticesi Yunan Hükumeti ülkesinde bulunan Türklerin statatülerine dair 1838 yılında bir düzenleme yapmayı kabul etti. Yunan Kralı ile varılan mutabakata göre Yunansitan’daki Türklerin hukukî davalarına bakmak üzere özel ve karma bir mahke oluşturulacaktı. Yunanlılar bu mahkemeye Petropi demekteydiler. Mahkeme 26 Temmuz 1838 tarihinde resmen göreve başladı ve 1869 yılına kadar dava kabul etti. Mahkemenin bakacağı davalar ve çalışma esasları bütün ayrıntısıyla belirlendi. Mahkemede hem Yunanlı ve hem de Türk temsilci olacaktı. 4 üyeli bu müşterek mahkemede Türk emlaki satışından doğan anlaşmazlıklara dair ayrıca 19 madde tespit edildi. Bu maddelere uygun olarak ele alınacak davalar sicile kaydedilecekti. Bu mahkemenin oluşumu ile davalarda Osmanlı şer’î kanunlarının uygulanışının kaldırılması da kabul ediliyordu.

Padişahın emri ile bir süre daha Yunanistan’da kalan emlak memurlarının durumu ise son derece kritik hale gelmişti. 20 Nisan 1839’da İstanbul’a gönderdikleri müşterek yazıda, Yunanlıların hile ve eziyetleri karşısında artık dayanma güçlerinin kalmadığını, buradaki zavalllı Türkler gibi kendilerinin de sefalet içine düştüklerini ifade ediyorlardı. Müslümanlara dair her muamele Petropi kahkemesine havale ediliyor, ancak buradaki Yunanlı memurların tavrı nedeniyle hiçbir konuya çözüm getirilemiyordu. Türklere ait işler kasıtlı olarak uzatılıyordu. Emlak işi adeta içinden çıkılmaz hale gelmiş durumdaydı. Emlak satışı için son belirlenen süre de böylece tamamlanmış oldu. Osmanlı memurları son durumu Yunan Dışişleri Bakanı Zagrafos’a ilettiler. Ancak yine ciddiye alınmadılar. Memurlar Yunanistan’daki acıklı durumu şifahen anlatmak için İstanbul’a gelmek istediler. Fakat uygun bulunmadı.

Yunanistan’daki Türk emlak ve vakıfları meselesi Yunanlıların tavrı nedeniyle çözümsüzlüğe doğru gidiyordu. Bir de bu ülke ile ticaret antlaşması imzalanması meselesi emlak satışıyla irtibatlandırılınca konu daha da karmaşık hale geldi. Babıâli, Yunanistan’ın emlak işinde gösterdiği kötü niyete karşılık olmak ve bu ülkeyi çözüme zorlamak için Osmanlı topraklarında yaşayan ve ticaretle uğraşan Yunanistan vatandaşlarının statüsünü tartışmaya açtı. Sorun alevlenince devreye üç devlet girdi. Böylece konu bir anda yine uluslararası mahiyet kazandı.

Yunanistanla ticaret antlaşması hususundaki olumlu gelişmeler ancak Sultan II. Mahmud’un vefatından sonra yaşandı. Nitekim Sultan Abdülmecid’i tebrik için İstanbul’a gönderilen Yunan Dışişleri Bakanı Zagrafos ile ticaret antlaşmasına dair görüşmeler yapmak için Hariciye Nazırı Mustafa Reşid Paşa’ya tam yetki verildi. Padişah bu husustaki iradesinde iki ülkenin coğrafi mevkileri dikkate alınarak, şu anda ve gelecekte ilişkilerin yararına olacak bir antlaşma yapılmasını istiyordu. Nihayet 3 Mart 1840 tarihinden itibaren 10 yıl geçerli olacak, 29 maddeden oluşan bir ticaret antlaşması hazırlandı. Antlaşma iki taraf hükümdarı tasdik edildikleten sonra yürürlük kazanacaktı.

Ticaret antlaşmasını imzalanması önemli bir aşama oldu. Fakat antlaşma Yunan milliyetçileri tarafından çok şiddetli eleştirilmekteydi. Bunun nedeni ise suçluların iadesine dair maddelerdi. Bağımsızlıktan sonra Yunan sınırındaki karışıklıklar devam etmekteydi. Osmanlı topraklarında faaliyette bulunan Rum çeteler rahatlıkla Yunanistan’a geçerek takibattan kurtuluyordu. Antlaşma ile bu şahısların iadesinin önünü açılması, bazı kesimleri rahatsız etti. Bu nedenle ticaret antlaşmasının tasdiki gecikti. İki ülke arasındaki emlak satışı sorunları daha da derinleşti.

Ticaret antlaşması ardından Osmanlı Hükümeti Yunanistan’a ilk elçisini tayin etti. Rumca ve Fransızca bilen Kostaki Musurus Bey bu çok önemli görev için uygun bulunmuştu (Mayıs 1840). Kostaki Bey Yunanistan ile karmaşık sorunların çözümü için çok gayret sarf etti. Görevine başlayınca ilk olarak Türklerin emlaki meselelerini ele aldı. İzdin Kazası emlaki satışı ile İstefe ve Eğriboz ödemeleri hususunda defalarca görüşmeler yaptı. Bu husus artık kanayan bir yara halini almıştı. Müşterek mahkemenin daha aktif çalışması için Yunanlılara baskı yaptı. Mahkemenin yapısının değiştirilmesi taleplerine direndi. Bir taraftan da kendisine iletilen Mora muhacirlerinin şahsî emlak meselelerini çözmeye çalıştı.

Kostaki Bey’in uğraşmak zorunda kaldığı önemli sorunlarından biri Yunanista’daki Türklere yapılan baskılardı. Türk mallarına zorla el konulması uygulamalarında başka kız kaçırma hadiselerinin artması, iki ülke ilişkilerinde yeni krizlere neden oluyordu. Bilhassa Eğriboz’da küçük yaştaki Müslüman kızlar Rumlar tarafından zorla kaçırılıyordu. Bu konularda Yunan Hükümeti defalarca uyarıldı.

Kostaki Bey ile Yunanlı yetkililer arasındaki Türk emlaki görüşmelerinde çözümün önündeki en büyük engellerden biri bu ülke maliyesinın çok kötü durumda olmasıydı. Bu nedenle askerî harcamalarda dahi kısıtlamaya gidilmesi tartışılmaktaydı. Görüşmelerde çokca tartışılan diğer bir husus ise ödemelerdeki faiz nisbetiydi. Uzun müzakere ve tartışmalardan sonra Yunanistan’daki Türk emlaki ve vakıflarının tasfiyesinde anlaşmaya varıldı (1-17 Şubat 1844). Böylece 1840’da tayin edilen Kostaki Bey ilk diplomatik zaferini 4 yıl sonra kazanmış oldu.

Kostaki Bey ile Yunan Dışişleri Bakanı Droso Mansola tarafından imzalanıp mühürlenen ve Türkçe, Fransızca ve Rumlaca hazırlanan 1844 tarihli Türk emlaki antlaşması iki ülke hükümdarının onayı ile yürürlük kazanacaktı. Antlaşma Eğriboz, İstefe, İzdin ve Badracık’ta 11 senedir Yunan Hükümeti elinde bulunan emlak ve vakıfları kapsıyordu. Eğriboz’da daha önce satışı senetlendiren emlak, vakıf ve çiftliklerin bedeli olarak belirlenen 600.000 kuruştan, 126.000 kuruşluk kısmı halledildiği için kalan 474.000 kuruşa % 8 faiz uygulanarak ödeme yapılacaktı. 2 senelik faiz ile 549.840 kuruş hesaplanan bu para 6 ay içinde Osmanlı hazinesine ödenecekti. Ayrıca İzdin ve Badracık emlakinin kıymetinden ayrı olarak buralardaki çifliklerin 1833-1841 arasındaki mahsullerinin değeri hesaplanıp % 8 faiz ile mal sahiplerine ödenmesi kabul ediliyordu. Bunların değeri 1.096.215 kuruş olarak belirlendi. Bu para 1845’te 4 taksit olarak ödenecekti. İstefe malları hususunda 1837 antlaşması da tasdik edildi. 1844 emlak ödeme antlaşması Yunan Kralı tarafından bekletilmeden onaylandı. Sultan Abdülaziz de Meclis-i Vâlâ müzakeresi sonrasında 14 Nisan 1844 tarihli bir emir ile antlaşmayı tasdik etti. Emlak ödemesinde vakıflara ait olan miktar Evkaf Hazinesi’ne aktarılacaktı.

Yapılan antlaşmaya rağmen Osmanlı-Yunan sınırındaki ihlaller ve çete faaliyetleri önü alınamaz hale gelmişti. Tırhala ve Yenişehir taraflarında saldırılar arttı. Zaman zaman çatışmalar yaşandı. Elçi Kostaki Bey, Yunanistan’da gerekli temaslarda bulunurken bir taraftan da sınırda askerî hareketlilik artmaya başladı. Osmanlı Hükümeti ciddi bir şekilde savaş seçeneğini masaya yatırdı. Osmanlı’nın kararlılığı ortaya çıkınca İngiltere ve Fransa tekrar konuya müdahele etti. Yunanistan’daki parti çekişmeleri ve Cumhuriyet ilanı hazırlıkları nedeniyle Kostaki’nin temaslarından bir sonuç çıkmadı. Osmanlı Devleti ise uluslararası tavsiyeler nedeniyle savaş seçeneğini gündemden çıkardı. Fakat sınırdaki ihlal ve saldırılar devam etti.

Kostaki Bey’in faaliyetleri Yunanistan’daki aşırı milliyetçilerin tepkisine sebep oldu. Hakkında menfi kampanyalar yapıldı. Yunan Hükmeti ile de ilişkiler çok iyi yürümüyordu. Tam bu esnada Rum isyanında görev alan bir şahsa Osmanlı sınırlarına giriş vizesi verilmemesi meselesi yüzünden çok büyük bir kriz meydana geldi. Ocak 1847’de Yunan Kralı’nın bir baloda Osmanlı Elçisi Kostaki’yi itham etti. Yunan Başbakanı ile yapılan bir görüşmede ise tartışma yaşandı. Durumdan haberdâr olan Babıâli elçiden özür dilenmesini resmen talep etti. Yunan Kralı bunu kesinlikle kabul etmeyeceğini ifade edince ilişkiler kopma noktasına geldi. Bu gelişme üzerine Yunan gemilerin Osmanlı limanlarına girişi yasaklandı. Kostaki Bey ülkeyi terk etti. Avrupa’da 1848 ihtilalleri başladığından Yunanistan destek bulamadı ve araya Rusya’nın girmesi ile kral elçiden özür diledi. Bu durumda Kostaki Bey tekrar Atina’ya döndü. Fakat çok geçmeden Osmanlı elçisi aşırı milliyetçi bir Yunanlı’nın suikastine uğradı ve sakat kaldı.
Suikast ardındından Kostaki Bey Atina’dan çekildi (Ekim 1848). Yerine maslahatgüzar seviyesinde olmak üzere Osman Efendi atandı. Osman Efendi de Türk emlakinin tasfiyesi sorunu ile uğraştı. Yunanistan taahhüt ettiği ödemeleri yapmıyordu. Bir de Yunanistan’daki Giritlilerin çıkardıkları sorunlar devam etmekteydi. Osman Efendi bu konularda muhatapları ile görüşmeler yaptı. Atina Maslahatgüzarı, Yunansitan’da çok az sayıda kalan Türklerin emlak meseleleriye ilgilenmeye devam etti. Bunu 1844 antlaşmasından doğan yetkilere dayandırarak yapıyordu.

Sonuç
Yunan kaynaklarına göre 1821 Rum İsyanı başlandığında Mora Türklerinin sayısı 90.800’dü. Bu oranın toplam nüfus içindeki nisbeti % 11. 9’a karşılık geliyordu. Eğriboz Adası’nda ise 7.163 Türk yaşamaktaydı. Dönemin Osmanlı kaynaklarında ise Gördüs Kalesi’nde 500, deniz kıyısındaki Vostice ve Kartina’da 100, Argos’ta 170, Navarin’de 180, Koron ve Landos’ta 200, Guston’da 300, Arkadya ve Mezistre’de 400, Benefşe (Menekşe)’de 500, Anabolu’da Türk-Yahudi toplam 750, Fenar’da 1.000, Mora’nın yönetim merkezi Tripoliçe’de 2.000 Türk hane kaydedilmişti. Balyabadra’nın nüfusu ise 10.00 civarındaydı. Rum isyancılar Türklerden sadece 40.000 kadarını Tripoliçe’deki katliamda yok ettiler. 1830 itibariyle Mora’da bir tek Türk kalmamıştı.

Yunanistan’ın nüfusu 1821-1838 arasında 938.765’ten 752.077’ye kadar düştü. Bu 200 bine yakın eksilmende en büyük pay kuşkusuz Mora Türklerine atti. 1821-29 yılları arasanda Mora ve Orta Yunanistan’da Türk nüfusun Rum nüfusa oranı onda bire, Eğriboz’da ise altıda bire geriledi. Mora etrafındaki adalarda ise hiç Türk bırakılmadı. 1832 sınır düzenlemesi ardından Yunanistan’daki etnik dağılımı gösteren kaynaklardan da anlaşılacağı üzere Eğriboz Adası dışında ülkede Türk kalmamıştı.

Yunan bağımsızlığına dair antlaşmaların hepsinde Türklerle Rumların bir arada yaşayamayacakları gerekçesiyle, Türklerin asırlardır vatan edindikleri toptaklardan ayrılmaları isteniyordu. Nitekim 1830 sınır düzenlemesinde olduğu gibi 1832’de Rumeli yönünde sınırlar genişletilince buradaki Türklerin akıbeti aynı oldu. Yunanistan Avrupa desteği sayesinde Osmanlı ile emlak ve vakıfların tasfiyesi sorunlarını zamana yaydı. Bu durum Mora muhacirlerinin sıkıntılarını daha da büyüttü.

Yunanistan Türk emlaki ve vakıfları hususunda Osmanlıyı oyalayp muhacirleri mağdur ederken ülke içinde başka sorunlar ortaya çıktı. Buna ulusal topraklar sorunu denilmekteydi. Yunanistan’da ekilebilen arazilerin önemli kısmını, isyan boyunca katledilen veya kovulan, sahipleri tarafından bırakılmış vakıf, çiftlik, tımar ve has gibi Türk arazileri oluşturuyordu. Bu arazilerin çoğu Rum köylülerce işgal edilmiş veya üst düzey askerlerin eline geçmişti. Bunların devlet malı olduğunu açıklayan Kapodestrias’a soylular büyük tepki gösterdi. Yunan meclisinde bu toprakların isyana katılmış fakir ailelere bağış adı altında verilmesine dair kanun çıktı. Ancak uygulamada büyük yolsuzluklar yaşandı. Tartışmalar uzun süre ülke gündemini korudu.

BİBLİYOGRAFYA
ARAMA YAP