1935 Muradiye doğumluyum. Annemlerin evi Muradiye’deymiş. Babam Karacabey’den gelip annemlerin evine iç güveysi girmiş. 1936-37 yıllarında manav Sait Efendi’nin Akbıyık’ta Sokak içindeki evine kiraya taşındık. Küçük, çok sempatik bir evdi. Kocaman bir Pınarbaşı suyu vardı. Babam otobüsçülük yapıyordu. Bize civar yerlerden balık gönderirlerdi. Balıkları o havuzda beslerdik. Mahalleden bütün çocukları getirirdim. Onlar da balıkları seyrederlerdi sevinçle. Bunlar çocukluğumun güzel anılarındandır. Kız kardeşim Ülkü o evde dünyaya geldi. Bir odası vardı. Üst katta da yatak odası bulunmaktaydı. Biz hep o alt kattaki odada yaşardık. Hatırlıyorum bir tane kafes vardı. O kafes mangalın üzerine oturtulurdu. Üzerine yıkanmış çamaşırlar asılırdı. Hem çamaşırlar çabuk kururdu; hem de farkında olmadan odanın havası nemlendirilirdi. 1938-39 yıllarında bir radyomuz vardı. Babam radyosuyla çok böbürlenirdi.
Annem, Şahsene Hanım Arnavut’tu ve çok güzel Arnavutça konuşurdu. Annem, çok kültürlü, dinine gönülden bağlı ve bilgili bir kadındı. Açılışa, mevlide, doğumlara, bebeklerin kulağına ezan okuyarak; onların isimlerini koyardı. Oldukça sosyal bir kadındı. 1944 yılına kadar ferace giyerdi. Daha sonra daha modern giyinmeye başladı. Babam, Osman Ege’de Ege Otobüsleri’nin sahibiydi. Orhan Parkı’nda otobüs yazıhanesi vardı.
Babam Nalbantoğlu Mahallesi Taşkapı Caddesi No: 14’teki evimizi 1942 senesinde kuyumcu Naci Özmine’den satın aldı. Evimiz 1935 senesinde Yağcı Cemal Efendi isminde bir eşraf tarafından yaptırılmış; büyük bir konaktı. Üç katlı, dokuz-on odalı, hamamlı, zeminde bahçesi olan çok güzel bir evdi. Bahçesinde güzel bir havuzu vardı. Pınarbaşı suyu, bu havuzu soğuturdu. O zamanlar buzdolabı kimsede yoktu; herkes bu havuzları kullanırdı. Filelerle domates, patlıcan, karpuz, kavun bu havuza konurdu. Evlerdeki soğutma aleti bu havuzlardı. Hatırlıyorum; Babam 1946 senesinde Philco marka bir buzdolabı almıştı. Akşamüzeri komşumuz Süheyla Hanım’ın hizmetçisi Fatma veya Gülizar elinde bir paketle gelir “Ablam rica etti; buzdolabında yer varsa bunu yarına kadar koyabilir misiniz?” derdi. Annem de alır hemen dolaba koyardı. Yarın onlar tekrar gelir alırlardı. Tahminime göre Bursa’da evlerde kullanılan ilk buzdolabıydı. Evimizin arka bahçesinde kümesimiz vardı. Orada çeşit çeşit hayvan bakardık. Hindi, ördek vs.
Mahallemiz zenginler mahallesiydi. Biz hariç bütün komşularımız çiftlik sahibiydiler. Karşımızda Hacivatlar otururdu. Ankara yolundaki Hacivatlar Çiftliği’nin sahibiydiler. Bitişiğimizde oturan Rıza İlova’nın çiftliği İnegöl’deydi. Topal Rıza Bey diye anılırdı. Kendisinin yine topal bir de faytoncusu vardı. O’nu öğlen yemeklerinde eve getirir; götürürdü. O’nu topal olduğu için bilhassa seçmişti. Yine hemen bitişiğimizde Cemil Öz isminde böyle ceberut bir avukat vardı. Kendisi CHP Bursa il başkanıydı. Mahalleye girdiği zaman biz çocuklar O’nun hışmına uğramayalım diye hemen kaçışırdık. Sert, asık suratlı biriydi. Tek parti döneminin il başkanı olduğu için Bursa’nın imparatoru gibiydi. Hanımı Süheyla Hanım da melek gibi bir insandı. Süheyla Hanım’ın Ahmet Köy civarında babadan kalma bir çiftliği vardı. Bütün bu çiftlik sahibi dostlarımızdan yaylı arabalarla sebze meyve gelir; her evin hizmetçisi ellerinde sepetler yahut tepsilerle akşamüzeri kapımızın zili çalınır “Ablamın selamı var” diye bize getirirlerdi. Bu bir gelenek halini almıştı. Tabi annem o gelen sepet ya da tepsiyi asla boş geri göndermez, bilhassa ladenk denilen erik marmeladından küçük bir kavanoz veya evde yapılan kuru yufkalardan kat kat konur; ya da annem yaptığı pestilden kat kat koyar; gönderirdi.
Az ilerimizde Nalbantoğlu Fırını vardı. Nalbantoğlu Fırını’nın hemen bitişiğinde de Rıza Bey’ler otururdu. Hanımı Rabia Hanım zengin bir Arnavut kızıydı. Mal mülk onundu. Rıza Bey iç güveysiydi. Rıza Bey’in çok hayran olduğum, çok güzel bir arabası vardı. Lincoln marka fıstıki yeşil bir arabaydı. Plakası “Yenişehir H 008”di. Annemle Rabia Hanım çok sık görüşürlerdi. Anneme “Ah Şahsene Hanım ne olur buluşalım, azcık çatırdaşalım” derdi. Annemle Arnavutça konuşmak çok hoşuna giderdi.
Avukat Cemil Bey’in bitişiğinde muhallebici Arnavut Nezir vardı. Atatürk Caddesi’ndeki İş Bankası’nın olduğu yerde büyük bahçeli bir dükkânı vardı. Aynı zamanda at yetiştiricisiydi. Evinin hemen yanında ahırı vardı. Seyisler, atları çıkarırdılar. Biz izinle biraz bu atları severdik. Nezir Bey, mahallenin çocuklarında hayvan sevgisi uyandırmıştı. Seyislerden birisi veremden ölmüştü. Bütün mahalle aileden biri ölmüş gibi çok üzülmüştü. O kadar mahalleli onları benimsemişti. Nezir Bey’in evinin karşısında Lofçalılar, bir inşaat yaptırmaya başladılar. Bu inşaatın kalfası Nezir Bey’in kızını kaçırdı. Daha sonra o kalfa Arıiş diye bir müessesenin sahibi oldu. Nezir’in küçük kızı Mesude’de de Hacivatların oğlu Müfit’le evlendi. Gene evimizin az ilerisinde, Basak Caddesine giderken, Hacı Kurtların çok güzel bir evi vardı. Mahallemizin güzel evlerinden biriydi. Bahçesinde kestane ağaçları vardı. Hacı Kurt, babamın ahbabıydı. Yaşça ondan çok büyüktü. Akşamüzeri Hacı Kurt Koza Han’dan çıkar; babamı da alır; yürüyerek eve gelirlerdi. Biz camdan babamın geldiğini görünce; hemen anneme haber verirdik. Annem, babamın kapıyı açmasına müsaade etmeden hemen kapıyı açar; terliklerini ayağına verirdi. Aylardan yazsa; hemen bahçeye iner. Pınarbaşı suyunun membaında güzel şık bir borumuz vardı. Oradan akan buz gibi suyla babamın ayaklarını yıkayarak, O’nu ferahlatırdım. Bu çok hoşuna giderdi. Oradan da yemeğe geçerdik. Böyle bir merasimimiz vardı.
Babam, otobüs firması sahibi olduğu için ilkbaharda, hıdrellezde annem babamın talimatıyla konu komşuya haber “Bu Pazar saat 8,00’de Geçit’e gidilecek gibi” derdi. Pazar sabahı, babamın tahsis ettiği otobüs neyse o gelir; konu komşu hazırlıklarını yapmıştır; hep beraber otobüse biner; Geçit’e, dere kenarına giderdik. Orada, salıncaklar kurulur; semaverler yakılır; hazırlanan köfteler pişirilir. Beyler ayrı bir yerde oturur; rakılarını yudumlarlardı. Ben de balık tutardım. Annem, bana toplu iğneden olta yapardı. Ucuna, ıslatıp ovduğu ekmeği koyardı. Ben de dere kenarında kefal tutardım. Babam “Ah gara oğlum, bak gene babasını aç bırakmadı. Bu oğlan bana bakçek canım; bu oğlan bana bakçek” diye beni sevindirirdi.
Bazen de Ziraat Mektebi’ne gidilirdi. Annemin, çok güzel bir sesi vardı. Kendine bir iki de yaren bulunca; çok güzel Türk Sanat Müziği söylerdi. Babam “Yaşa be! Benim karıma bak be” diye annemin gönlünü de hoşlardı. O’nunla gurur duyduğunu dile getirirdi.
Bir de yaz aylarında Uludağ’a otobüslerle günü birlik çıkılırdı. Beceren Otel’inin alt tarafında harika bir dere vardı. O dere kenarında yine akşam saatlerine kadar keyif yapılırdı.
Ramazan ayında bizim ev, koyu İslam kaidelerinin tatbik edildiği bir evdi. Babam bizi de oruç tutmaya teşvik etmek için kız kardeşim ve benim oruçlarımızı satın alırdı. Tabi kış aylarının oruçlarıydı. Uzun yaz günlerinde tutulan oruçlar değildi. Sahurda genellikle kuskus pilavı ve üzüm hoşafı hazırlanırdı. Akşamları, sahur heyecanıyla uyurduk. Annem, bizi sahurda kaldırırdı. Kasnak odanın ortasına konur; üzerine tepsi, tepsinin üzerine de üzüm hoşafı ile kuskus konurdu. Herkes çalakaşık kuskus ve üzüm hoşafını yerdi. Babam bereket duasını eder; biz de âmin derdik. Ağzımızı çalkalar yatardık. Babam köşeye çekilir. Yenice sigarasını içine çeke çeke içerdi. Hatırlıyorum: Dışarıya hiç dumanı çıkmazdı. Annem, babama bir kahve yapardı. Sonra yatardık. Ramazan sabahları, normal günlere göre daha geç kalkılırdı. Tahtakale’de bazı fırınlar, iftariyelik denen tabanca, kama şeklinde çörekler satarlardı. Her akşam onlardan alırdım. Babamın eski ev sahibi Sait Efendi adında bir manavdı; oradan sebze meyve alırdı. Bir de anneme eski Türkçe bir pusula yazardı. Şu yemeği yap; bunu yapma; tuzunu az koy falan diye. Akşam iftarda yer sofrasına otururuz. Örtüyü dizlerimize kadar çekeriz. Top, ‘güm’ diye bir patlar. O zaman Bursa’nın nüfusu 30,000’di. Bu yüzden topun sesi, çok duyulurdu.
Bayram sabahı saat 9.00-9.30 arasında babamın otobüs yazıhanesinde çalışanlarının hepsi bayramlaşmaya gelirdi. Onların geleceğini bildiğimiz için, Onları kapıda karşılar; ayaklarına terliklerini verirdik. Babam da kapıda durur; her gelen elini öper geçerdi. Yarım saat falan otururlar; kahvelerini içer; tatlıların yer giderlerdi. Babam, bazı gözdelerinin cebine bayram harçlığı koyardı. Bayramlarda seyahat etmek çok ayıp sayılırdı. Geldik de, evde bulamadık dediler mi; o çok ayıptı.
Nalbantoğlu’nda evlendim. Büyük kızım yedek subaylığımı yaparken Ankara’da dünyaya geldi. Küçük kızım da Çekirge ’de dünyaya geldi. Nalbantoğlu’ndan çıkışım 1963. Evimizi babam rahmetli olunca 1976-77 yıllarında Sedat Acar’a sattık.
Sibel Gök tarafından 18.08.2010 tarihinde görüşülmüştür.