1941 yılında Umurbey Mahallesi’nde doğdum ve yine bu mahallede gelin oldum. Annemin evi Kapıcı Caddesi’ndeydi. Bahçemizde şimşirler vardı; künkten ayazma suyu akardı. Ayazma suyu evden eve gezerdi. Annem Zeynep Odabaş bahçede tavuk, hindi bakardı. Babam Ali Odabaş inşaat ustasıydı. Kendisi Setbaşı Köprüsü’nde çalışmıştı.
Kayınvalidem ve görümcem bir gün beni hamamda görmüşler ve görümcem kardeşiyle evlenmemi çok istemiş. Eşim Sabri Mutlular ile 1964 yılında evlendim. Kınam, Hediye Hanım’ın bahçesinde olmuştu. Eşimin babası Kara Mehmet diye bilinirdi. İpeker Fabrikası’nda ustabaşıydı. Eşim de orada makinist olarak çalışıyordu. Ancak sonra kendisine bir fabrika açmıştı.
Evimiz Eşrefiler Caddesi’nde iki katlı, her katında balkonu olan çok güzel, görkemli bir evdi. Hiç yıkılmasını istemedik ancak sağımız, solumuz, önümüz hep apartman oldu. Apartmanlar yüzünden rahatça balkonda oturamaz hale geldik ve müteahhide vermeye mecbur kaldık ama verilecek ev değildi.
Mahallemizde komşuluk çok güzeldi. Mahallede bir Ahmet Amcamız vardı. Kendisi nefes darlığı çekiyordu. Sabahtan kapının önüne şezlongunu koyar, akşama kadar orada otururdu. Ahmet Amca benim işe takunyayla mı, yoksa ayakkabıyla mı gittiğimi bilir: “Bizim kız geçti, bugün takunyayla işe gitti,” dermiş. Evimiz ile işyerimiz yakın olduğu için takunyayla da işe gittiğimiz olurdu. Zaten mahallede hiç yabancı yoktu. Evlerle, fabrikalar iç içeydi. Evlenmeden önce 10 yıl boyunca çalıştım. Mahallemizdeki kadın ve kızların çoğu çalışıyordu. Tepelerde hiç ev yoktu. Sonradan Boşnaklar gelip o tepelere evler yaptılar. Oradan, fabrikada çalışmak için kadınlar ve kızlar gelirdi.
Patron işçi ilişkisi yoktu. Herkes komşu gibiydi. Kimse kimseye büyüklük taslamazdı. Muhsin İpeker yurtdışında bir yerlerde ameliyat olup geri döndüğünde, kendisiyle yolda karşılaştık ve ben çıkıp rahatlıkla: “Geçmiş olsun Muhsin Amca” diyebilmiştim, o da “Sağ ol kızım” dedi. Ne olacak? O da insan, ben de insanım.
Mahallede Fasiha adında bir kadın vardı. Muhsin Beyler’in aşçılığını yapıyordu. Afrika’dan bir yerden geldiğini söylerlerdi. Benim kayınvalidem kendisiyle görüşürdü. Muhsin Bey’in çocukları, ölünceye kadar ona bakmışlardı.
Eskiden herkes birbirini tanırdı. Setbaşı’nda Şekerci Mustafalar, onun yanında İstanbul Bakkaliyesi, onun karşı tarafında Arnavut, pala bıyıklı bir kahveci vardı. Pazarcı İzzet’in ise kocaman bir ağızlığı vardı. Mahfel’in arka tarafında kapalı bir yeri vardı, onun karşı köşesinde de Acar İdman Yurdu’nun bir yeri vardı. Her iki tarafta da bilardo oynuyorlardı. Her gün oradan ağabeyimi çağırmaya giderdim. İstanbul Bakkaliyesi’nin karşısında Kahveci Nermin’in yeri bulunuyordu. Setbaşı şimdiki gibi değildi.
Çocukluğumuzda mahallede sadece İpekerler’in arabası ve Enver diye bir şoförleri vardı. Muhsin Bey’in arabası gelince görmek için koşardık. Bir de Kamil Koç’un büyük bir arabası vardı. Önden kurarlar, kurarlar; gırgır çalışmaya başlardı.
Eskiden elektrik yoktu, gaz lambalarıyla idare ediyorduk. Annem uykudan kalktı mı ilk başta lamba şişemizi kuyunun başında sabunlar, yıkar, iyice süzer, kurular, yerine koyardı. Her sabah ilk yaptığı iş buydu. Elektriği ancak 1960’lı yıllarda alabildik. Radyo da yoktu. Komşumuz Eskici Hidayet Ağabey’in kız kardeşi Saadet Abla’nın eşi subaydı, tayinleri çıkınca eşyalarını satmak zorunda kaldı. O zaman radyolarını annem almıştı. Radyoda Muzaffer Akgün çıkacağı zaman hemen komşulara haber verir; “Bak şu saatte Muzaffer Akgün çıkacak” derdik. Eskici Hidayet Ağabey deyince onu da anlatayım. Eskiden ayakkabı tamircilerine “Eskici” denirdi. Hidayet Ağabey’in de mahallede küçük bir dükkânı vardı ve orada genellikle askerlerin ayakkabılarını tamir ederdi.
Oduncu Muharrem Amca’nın evi Talimhane’nin toprağından yaptığı kerpiçlerle inşa edilmişti. Biz çocuktuk Muharrem Amca orada kerpiç yapardı. Toprağı samanla karıştırır, ayaklarıyla ezer, sonra da kalıplara dökerdi ve o yaptığı kerpiçleri de satardı. Hatta toprağı eştikçe çukurlar oluşur, yağmur suyuyla da o çukurlar dolardı ve bu su birikintilerinde kurbağalar olurdu. Annem beni bir yere yolladığı zaman “gidemem orada kurbağalar var” derdim. Talimhane’nin yanında bir tepe vardı; abimler Talimhane’de maç yaparken o tepeden onları izlerdim. Zamanla kerpiç yapıla yapıla o tepe Talimhane ile bir hiza oldu.
Eskiden kapıya macuncular gelirdi. Sopaya macunu sararlardı, çok severek alır yerdik. Macuncu, bir gırnata ve darbukacıyla beraber gezerdi. Setbaşı İlkokulu’nun önünde de bir tane şambaba tatlıcısı olurdu. Tatlılarını iki kapaklı cam dolapta sergileyip satardı.
Kar yağdığında kızakla, merdivenle, çamaşır tenekeleriyle kadın erkek hep beraber çıkar kayardık. Görümcem çok neşeli birisiydi. Akşam olunca kapıya dayanırdı. Eşim pek izin vermek istemezdi ama görümcem kapıya dayanınca hadi git bari derdi. Eğer kaymaya çıkmadıysam evde mısır patlatır, sepetle kayanlara verirdim.
Hıdırellezlerde, Hediye Hanım Teyze’nin bahçesinde geceden toprak testi hazırlar, bütün mahallenin kızlarından topladıkları yüzük gibi ziynetleri buna koyarlardı. Sabah olunca da testiyi birinin başının üzerinde açarlardı. Ellerindeki takvim yapraklarından bir mani okur, testiden bir takı çekerlerdi; o takı kime aitse mani o kızın olurdu. Hıdırellez sabahı kalkar kalkmaz başımıza ısırgan, sakız çiçeği, şimşir takardık. Sabah erkenden kalkar, 41 çeşit ot toplayıp o otları attığımız suyla yıkanırdık. Böylece o yıl hasta olmayacağımıza inanırdık. Karınca toprağı toplayıp bereket için cüzdanlarımıza koyardık. Gece için de hususi kobalak toplar, bir tenekenin içinde yakar, herkesi üstünden atlatırdım.
Düğünler ise çok şenlikli geçerdi. Evvela gelin hamamları yapılırdı ve genelde Hüsnü Güzel Hamamı’na gidilirdi. Hamam parasını erkek tarafı verirdi. Hamamda darbuka çalar, oynardık. Hamamdan çıkınca da gelinin evine gider, yemekler yer, oynamaya devam ederdik. Mahallemizde komşularımızla güzel günler yaşadık.
Sibel Gök ve Serap Tuba Yurteser tarafından 15 Mart 2013 tarihinde görüşülmüştür.