1931, Bursa Emirsultan Mahallesi, Gelir Sokak’ta dünyaya geldim. Annem Nazmiye, babam ise Salih Mutlugül. Babam Kıbrıs’ta doğmuş, büyümüş; buraya çalışmak için gelmiş. Kendisi aşçıydı. Heykel’de şuanda Vakıfbank’ın bulunduğu yerde küçük dükkânlar vardı, orada aşçı olarak çalışıyordu. Atatürk Bursa’ya geldiğinde ona da yemek yapmış. Ben görmedim ama öyle anlatırlardı. Annemler Şible’de oturuyorlarmış. Babamı kiracı olarak almışlar. Babamı sevmişler ve 16 yaşındaki annemle evlendirmişler. Evlenmeden önce anneme ailesi miras olarak Gelir Sokak’ta bir ev almışlar. Annemle babam evlenince o evde oturmuşlar, ben de orada dünyaya geldim. Annemle babam çok iyi anlaşırlardı.
Emirsultan Mektebi’nde ilkokul üçüncü sınıfa kadar okudum. Abim ve kardeşimde üçüncü sınıfa kadar okudular ama içlerinde en iyi okuyan benim.
Gelir Sokak ve Memiş Sokak eskiden hep dutluktu. Eski bir evde yaşlı bir Memiş Dede vardı. Sokaktaki evlerin bulunduğu arazi ona aitti. O yüzden bu sokağa Memiş adını verdiler. Memiş Dede’nin gelini Raife vardı o da rahmetli oldu. Biz duta hiç para vermez, hep bu ağaçlardan yerdik. Memiş Dede’nin oğlu Sadettin Acar belediyede çalışıyordu. Onun vasıtasıyla belediye bu iki sokaktaki arsaları aldı ve üç parsele ayırıp sattı. Bütün dutlar gitti. O arsalar hep vakıf malıydı. Benim annemin evi de eskiden vakıf malıydı. Annem ve babam vefat edince kardeşlerim o evi bana verdiler. Zaten çok eski bir evdi. Bir evin içinden bölme bir evdi. İki odası vardı, yemeği dışarıda yapardık. Banyosu bile yoktu.
Eskiden Emirsultan Camii’ne giden yol üzerinde eski zaman medresesi vardı. Medresenin hemen önünde de bir tane yatır vardı. Önünde de bir tane elektrik direği vardı. Bu medrese binası ev olarak kullanılıyordu. İçinde insanlar oturuyordu. Bu medreseye ait bir fotoğrafta burası Cezeri Kasım Paşa Medresesi olarak geçiyordu. Önündeki yatır da bu fotoğrafta görülüyor. Halime isminde kimseler otururdu. Bayağı güzel iki-üç katlı bir binaydı. İlkokula giderken bu yatırla medrese arasından geçerek okula giderdik. 1940’lı yıllara kadar bu medrese duruyordu ama sonrasını hatırlamıyorum. Sonradan bu medresenin yerine evler yapıldı. Ama tam olarak kaç tarihinde bu evler yapıldı bilemiyorum.
İlkokulu Emir Buhari okulunda okudum. Ama şimdi tamamen değişti ve yerine Emir Buhari Kültür Merkezi yapıldı. Okulumuz çok güzeldi. Yola kadar iniyordu. Atatürk öldüğünde ben orada okuyordum. Atatürk’ün öldüğü haberi gelince borular bağırmaya başladı. Öğretmenimiz yakalarınızın düğmesini açın, saygı duruşunda durun dedi. Hepimiz yakalarımızı elimize aldık, saygı duruşunda bulunduk. Halen Atatürk’ün ölüm yıldönümünde yatakta bile olsam hemen kalkar, saygı duruşunda dururum.
Emirsultan Hamamı’na çok sık giderdik. Bütün komşu çocuklarını önüme oturtur, yıkardım. Hamam odunla yanardı. Ben bildim bileli hamam hep çalışıyordu.
Gelir Sokak’taki komşularımız çok iyiydi. Çok güzel günlerimiz oldu. Komşularımızla hep birbirimize girer çıkardık; kapılarımızın ipleri hep üstünde dururdu. Şimdi o komşulukları bulmak çok zor. Bir doğum olacak, ölüm olacak da anca o zaman komşularla bir araya geliyoruz. Zaten şu an oturduğum Memiş Sokak’ta en eski benim. 20 yıldır aynı sokakta oturuyorum. Eski komşularımdan hiç biri kalmadı. Eski komşularım; Hafız Sabri Arıkoğlu, Osman Arıkoğlu, Sami Arıkoğlu, Postacı Hüseyin, Halime Abla, Gülizar Şah, Şoför Ali,
Eskiden bir tane örgü makinam vardı. O makinayla kazak örerdim. Mahallede iki tane öksüz vardı. Her bayram o öksüzlere birer kazak örerdim. Bayramda elimi öpmeye geldiklerinde onlara bu kazakları giydirir, biraz da harçlık verir gönderirdim. Herkes imkânları nispetinde birbirine yardımcı olurdu. Yeni yapılan alandan hiç memnun değilim. Koca meydan açtılar ama bir tane park yok. Çocuklarla gidelim biraz oturalım diyorsun ama çocukların oynayabilecekleri bir alan bile yok. Kocaman evler yaptılar. Eski Emirsultan kalmadı, öldü; hiç Emirsultan demesinler.
Mezarlık bu kadar büyük değildi. Sonradan bu kadar büyüdü. Emirsultan Camisi’nden trafoya yukarıya kadar eski mezarlıktı. Ondan sonrası eskiden Loplopçular denen kimselere aitti. İncir ve ceviz ağaçları vardı. Loplopçular iki kardeşti, incirleri toplar köfünlerle Setbaşı’na satmaya götürürlerdi. Trafonun yanındaki mezarlıktan, İncirlik’e doğru indiğinizde bir çeşme daha vardır oradan camiye doğru olan kesim tamamıyla meyvelikti. Kışın biz trafonun yanında kızaklara bir oturur aşağıya kadar inerdik. O bölgeye de Küllük denirdi. Bütün o meyve bahçelerini alıp parsel parsel alıp mezarlığa kattılar. Sonra şu anda İncirlik’e inen caddenin sağ tarafındaki yerlerde meyvelikti sonra oralarda mezarlığa katıldı. Derken mezarlık bu halini aldı. Küllük dediğimiz yerin arkası bomboştu, yeşillik olarak duruyordu. Şimdi oralar da mezar yeri olarak satılıyor. Benim eşimin mezarı da Emirsultan Mezarlığı’nda, evimin karşısında.
1956 yılında evlendim. Eşimin ismi Yahya Çalışye’dir. Düğünlerimiz Cuma gününden başlardı. Cuma gündüz hamam yapardık. Gelinin arkadaşları toplaşır hep beraber hamama gidilirdi. Gelinin hamama giderken giydiği elbisesi en yakın arkadaşına verilirdi. Hamamda genç kızlar darbuka çalar eğlenirdi. Yanlarında giden daha büyük biri gelini yıkar. Arkadaşlar şakalaşırlardı. Gelinin evinde yemekler hazırlanır, lokumlar yapılırdı. Hamamdan çıkınca genç kızlar hep beraber gelinin evine gelirlerdi. Yemek yer, eğlenirlerdi. Sonraki gün gerçek kına yapılırdı. Kınalar hep evlerde olurdu, salon yoktu. Çengiler (usta) gelir, çalar eğlendirirlerdi. Ben yavruağzı bir elbise giymiştim. Kına yakılacağı zaman da uzun bir gecelik giyilir, gelinin başına kırmızı örtü örtülürdü. Sonraki gün ise gelin alma olurdu. Gelin beyaz gelinliğini giyer, süslenirdi. Benim zamanımda yine berberler vardı ama beni dikiş hocamın kızı süsledi. Ben gelinliğimi de kendim dikmiştim. Şimdiki postanenin yan tarafında otururdu dikiş hocam. Ben oraya dikiş kursuna gitmiştim. Gelinliğimin resmini çektirmedim diye hala içim yanar. Herkes çok beğenmişti gelinliğimi. Arabalarla gelin almaya gelinirdi. Gelen erkek tarafına şerbet ikram edilir, ikram yapılan tepsiye para konurdu. Şerbet içildikten sonra gelini alıp giderler ve düğün biter. Nikâhım da Heykel’deki Tarihi Belediye Binası’nda kıyılmıştı. 1957 yılında da oğlum dünyaya geldi.
Evlendikten sonra da bu mahalleden ayrılmadım. Birkaç yerde kiracı olarak oturdum. Halen Memiş Sokak’ta kiracı olarak oturuyorum. Bir vakit Emirsultan’a giden cadde üzerinde bir evde oturdum. Tabi o zaman cadde şimdiki gibi değildi. Daha dar bir caddeydi ve cadde üzerinde eski kerpiç evler vardı. Ben Emirsultan Cami’sinde görevli İsmet Hoca’nın evinde oturdum. Memiş Sokak’ın hemen girişinde yerden bir evdi, yoldan gelip geçen camıma tıklatır, halimi hatırımı sorardı. Şimdiki merdivenlerin olduğu yerdeydi. Zamanla bir sürü istimlak yapıldı ve Emirsultan çok değişti.
Sünnet düğününü herkes durumuna göre yapardı. Abime sünnetinde siyah bir elbise, başına da bir şapka giydirdiler. Şapkanın üstü taşlarla süslenmişti. Arkasına da tel taktılar. Göğsünde maşallah yazısı, sırtında da pelerini vardı. Taşlı şapkalar hazır satılırdı. Sonra arabalar gelir, sünnet çocuğu arkadaşlarıyla bir Tophane’ye götürülür, oradan camiye gidilir ve dua yapılırdı. Çocuk gelene kadar evde mevlit okunur, çocuk gelir gelmez sünnetçi çocuğu sünnet ederdi. Sünnet düğününden birkaç gün önce sünnet yatağı yapılırdı. Mükemmel yataklar yapılırdı.
Ramazanlarda Emirsultan Mahallesi’nde davul çalınmaz. Ramazandan bir gün önce davulcu değil de başka biri eline bir sopa alır, herkesin camına tıklatarak “Pilava pilava” diye herkesi uyandırırdı. Kapıları tek tek çalardı. Burada kesinlikle davul çalınmaz. Burada düğün dahi yapılsa davul çalınmaz. Halen dahi ramazanda bizi böyle uyandırırlar.
Evlenmeden önce Gelir Sokak’ta otururken evimizde elektriğimiz yoktu. Ben gaz lambasıyla krep dokurdum. Hatta sabah yüzümüz isli uyanırdık. Kendimizden habersiz kardeşlerimizin yüzünün isine gülerdik. O benim yüzümdeki ise gülerdi, ben onun isindeki yüze gülerdim. Krep dokuduğuma göre demek ki 15 yaşlarındayken bile elektriğimiz yokmuş. Konusu açılmışken krep dokumak için evimizde tahtadan bir makine vardı. Oturma yerine oturur, mekikle krep dokurdum. Ördüğümüz krepleri çarşıya götürür verirdik. Kazandığım parayla eve erzak alırdım. Krepten kazandığım paradan arttırdığım parayı krep tezgahının üstünde biriktirirdim. Sonra o biriktirdiğim parayla eve elektrik aldım. 1950’li yılların başlarıydı sanırım eve elektrik aldım. Komşularımızda o dönemde elektrik vardı. Sokak lambaları da vardı ama çok cılız yanardı.
Suyumuz da bahçemizdeki kaba suydu. Asa/Fındıklı suyu da denirdi. Ondan bana, benden ona giden bir suydu. Bir çeşmecimiz vardı, torbasıyla gezerdi. Eğer su az akıyorsa künklere talaş döker, o talaş nerede bir kaçak varsa orayı tıkar, suyun rahat akmasını sağlardı. Çeşmeci benim bu gün suyum gelmedi veya az aktı dediğin zaman hemen gelir talaşı atar giderdi. O suya asla elimizi değirmezdik, suyun döküldüğü yerdeki suyu kullanırdık. Çünkü su bizden diğer komşuya geçeceği için o suyu asla kirletmezdik. Önündeki yalağa toplanan suyu kullanırdık. İçinden ne bir böcek çıkardı, ne bir pislik olurdu. O mis gibi suyu içerdik.
Mahallemizde hiç kimsede radyo yoktu. Bir tek belediyede memur Sadettin Amca’da radyo vardı. Toplanıp oraya radyo dinlemeye giderdik. Ben her halde o zamanlar 8 yaşlarındaydım. Bu mahallede ilk televizyon bize geldi. İsmet İnönü’nün öldüğü gün bize televizyon geldi. Mahallede kimsede televizyon yoktu bütün komşular bize toplanıp İsmet İnönü’nün ölüm törenlerini izlemiştik. Demek ki 1973 yılında televizyon almışız. Mahallenin bütün çocukları toplanır bizde televizyon izlerlerdi. Ben onlara bakkal çekirdek alır verirdim; bir de bir yığın çekirdek pisliği yaparlardı; onu temizlerdim. Ama çocuk onlar bir şey vermeden kuru kuru olur mu? Sokağımızda Atilla isimli biri vardı. Kendisi elektrik işlerinden anlardı. Evinde sinema oynatırdı. Çocuklar akşam olduğu zaman sinemaya gider gibi oraya giderlerdi. Gece 11.00’de de dağılırlardı. Eskiden çok sinemaya giderdik. Setbaşı Köprüsü’nün bitişiğindeki Saray Sineması’nın bayanlar matinesini hiç kaçırmazdık. Arkadaşlarla toplaşır; ekmekler kızartır, zeytin-peynir alır, gazozumuzu da koyar giderdik. Onlar orda öldükçe biz burada ağlaşıyorduk, onlar orada bayılırdı biz burada ağlaşıyorduk.
Zeytinyağı eşeklerle satılırdı. Mahalleye gelince “yağcı” diye bağırır, herkes elinde şişelerle dışarı çıkar yağını alırdı. Kimi parasını verir, kimi deftere yazdırır veresiye alırdı. Yoğurtçu da bakraçlarla gelir omzundaki bir sopaya bakraçları asar, mahalle aralarında yoğurt satardı. Kalan ihtiyaçlar için çarşıya gidilirdi. Ördüğüm krepleri satınca pazara uğrar evin ihtiyaçlarını zembilime doldurur Ulucami’den eve taşırdım.
Hıdrellezde mahalledeki bütün genç kızlara, kadınlara elbise dikilirdi. Hıdrellezden önceki akşam bahçelere evler, arabalar yapılır. Bir küpeciğin için yüzük toplardık. Soğan varsa soğanlara bahtın, cattın yazılır. Ekili soğan dallarından ikisi bir boyda kesilir. Sonra birine işaret konur; biri bahtın olur, öbürü cattın. Hıdrellez sabahı ilk bu soğanlara bakardık. Bahtın büyüdüyse, o yılda bahtın gülecek derdik. Eğer cattın büyürse o yılı iyi geçiremeyeceksin derdik. Sonra herkesin kapısına çiçek takardık. Bizim kapıya ısırgan takarlardı. Rahmetli babam erkenden uyanır, hemen kapıyı açardı. Sokağın orta yerine meydana ateşi yakar üzerinden atlardık. Ondan sonra hepimiz elbiselerimizi giyer, süslenirdik. Birkaç sene Sümerbank’tan aldığımız basma kumaşlardan bir örnek bir şeyler dikindik. Sonraki yıllarda da bunu bıraktık, evimizde ne varsa onu giydik. Saçımıza çiçekler takarız, dudaklarımızı boyar süslenirdik. Sonra hangi evin bahçesi müsaitse oraya kızlar evinden yumurta, peynir, zeytin vs. getirir hep beraber kahvaltı yapardık. Sonraa çal oyna, çal oyna, akşama kadar bu parmaklarımız şişerdi. Bir ara da küpecikten maniyle yüzükleri çekerdik. O der senin manin güzel oldu, bu der benim manim güzel oldu. Bütün gün eğlenirdik. Bazen de bütün mahalle toplaşır Kanberlerin oraya hıdrellez eğlencelerini izlemeye giderdik. Mahalleden bazıları da Değirmenlikızık’a Dede’ye giderlerdi.
Eskiden hacdan gelenlerin evinde hacı tehniyesi yapılırdı. Hacdan gelindikten birkaç gün sonra olurdu. Hacı evinde bir masa süslenir, üzerine hacdan gelen hurmalar, zemzemler, hediyeler konurdu. Mahalleden 5-6 tane kız çağırılırdı. Bu kızlar öğleden sonra süslenir, her gün farklı bir elbise giyerlerdi. Hacıya giden hanım eğer yaşlıysa kızı süslenirdi. Kızlar süslenen masaya dizilirler en başa da ev sahibi veya yerine süslenen kızı, gelini vs. geçerdi. Gelen konuklara bu kızlar masaya konan hurma, zemzem vs. ikram ederlerdi. Gözlerine sürme çekerlerdi. Bir kâğıdın içine masadan aldığı hediyesi konurdu. Bu tehniye 7 gün sürerdi. Yedinci gün kızlar gelinlik giyerler, süslenirlerdi. Bu böyle bir adet olmuş. Tehniyeye gelen hanımlar aynı zamanda da oğullarına kız bakarlardı. Eskiden bizim büyüklerimiz hamama kız bakmak için de çok giderlerdi. Tehniye bittikten sonra herkes hacı mevlidine davet edilirdi. Tehniyeye çağırma yoktu, duyanlar istedikleri gün gelirlerdi. Mevlide gelenlere zemzem, hurma, etli pilav ikram edilirdi.
Mahalledeki erkekler genelde dokumacıydı. Kara tezgâhlarda çalışırlardı. Şirket denen fabrikalar vardı. Ayrıca mahalle aralarında da tezgâhlar vardı. Zeynilere doğruda tezgâhlar vardı. Avcılar kulübünün aralığında vardı. Böyle dokuma fabrikaları çoktu. Memiş Dedeler böcek bakarlardı. Zaten dut ağaçları da çoktu. Yedi tane dut ağacı vardı, o ağaçların yapraklarından faydalanıyorlardı. Ondan sonra zaten biz dut yiyemez olduk çünkü ağaçların dallarını hep kestiler. Öncesinde elimize biraz peynir, ekmek alır, ağacın tepesine çıkar, dut yerdik.
Annem mahallenin çocuklarının doğumlarında bulunurdu. Ümmü Teyze mahallenin ebesiydi. Bir de Mukadder’in babaannesi iğneci Hatice Abla esas ebeydi. Kendisi hemşirelik de yapmış. Ümmü Teyze mahalle ebesiydi, Hatice Abla’nın yanında öğrenmişti. Rabia Abla kurşun döker, yılancığa bakardı. Ayrıca annem mahallenin sülükçüsüydü. O sülüğün nereye yapıştırılacağını bilirdi. O sülük şişer şişer pat bırakırdı. Sonra o sülüğün kan emdiği yere örümcek ağı alır yapıştırırdı. Ya da sigara külünü sürerdi. Neden bilmiyorum?
Mahallemizde Emin adında bir çocuk vardı. Kendi halinde, meczup biriydi. Anneannesiyle beraber yaşardı. Kimseye bir zararı dokunmazdı.
Caminin beri tarafında bakkalımız vardı. Zeynilere doğru da kasabımız vardı. Bakkallardan hatırladığım Ahmet Ferik vardı. Kasabın adını hatırlayamıyorum.
Beni Örgücü Mukaddes diye tanırlardı.