08.11.1957 Bursa, Piremir Mahallesi’nde doğmuşum. Nüfus kayıtlarında Kasım ayı görünüyor ama annemin söylediğine göre Muharrem ayında doğmuşum ve bu yüzden adımı Muharrem koymuşlar.
Mahalleye ne zaman yerleştiğimiz bizim ailede hiç konuşulmazdı. Bizim ailenin en okumuşu babaannemdi. Babaannem kendi devrine göre lise düzeyinde eğitim almış bir insandı. Ölünceye kadar kendine bakan, hatta ölmeden bir hafta önce kendisine yeni bir manto diktirecek kadar kendine bakan bir insandı. Çok kitabı vardı. Özellikle kış gecelerinde bize bu kitaplarından okurdu. Osmanlıca kitaplardı. Çok aydın bir insandı. Ancak dediğim gibi mahalleye ne zaman geldiğimiz hiç konuşulmuyordu. Ama sadece o mahalleye, yani Piremir Mahallesi’ne ilk yerleşen ailenin benim ailem olduğunu biliyoruz. Bu konuşuluyordu, söyleniyordu. Son yapılan araştırmalarda da Şeyh Sabit’in oraya ilk evi yaptığı tespit edilmiş. Askeri Lise’nin üstünden yukarı çıkınca, Tepe Sokak’ın üst taraflarında bir ev vardı. Altı boş, iki katlı yüksek bir evdi. Alt katı da hayvanlara bakılacak gibiydi. Yine önünde bahçesi, çeşmesi ve hayvanlar için bir yalak vardı. Ben çocukluğumdan o evi hatırlıyorum. O evi Şeyh Sabit’in yaptırdığı söylenirdi. Sonradan mahallede değişim başlayınca, araziler satılınca o ev yıkıldı ve yerine yenisi yapıldı. Zaten Şeyh Sabit’in de gelen göçmenleri oralardaki boş arazilere imar açtırarak yerleştirdiği kayıtlarda var. Şeyh Sabit’ten önceki atalarımızın da 1450’lili yıllarda Buhara’dan Bursa’ya göçtükleri söyleniyor. Buhara’dan gelen bir ekibin içinde yer alan kişilerin bizim atalarımız olduğu söyleniyor.
İspatlanamamakla birlikte Emir Sultan ile gelen grubun içinde oldukları söyleniyor. Ama bunlar bizim evimizde konuşulmazdı. Piremir Hazretleri ile ilgili anılarının olduğu konuşulurdu. Bababannem Ayşe Or bize Şeyh Sabit’in ölmek üzereyken vasiyette bulunduğunu anlatırdı. Şeyh Sabit; “Beni öldükten sonra Piremir Hazretlerinin kapısının önüne defnedin. Onu ziyarete gelen herkes benim üzerimden geçerek ona ulaşsın, beni çiğnesin. Ben onun kölesiyim” dermiş. Mezar yeri de gerçekten tam Piremir Hazretlerinin türbe kapısının tam karşısındadır.
Muharrem ayında Temenyeri’nde Şeyh Sabit aşure kazanları kaynattırırmış. Kaynayan aşure kazanına elini sokup şöyle bir karıştırır ve tamam kıvamına geldi, dağıtın dermiş. O kaynar aşure kazanına nasıl elini soktuğunu sonradan babaannemler falan anlatırken, “yahu bir gece önceden elini soğuturmuş” derlerdi. Yani ermişliği falan yok demeye getirirlerdi.
Piremir Mahallesi çok eskiden bomboş araziydi. Askeri Lise’nin arkasında eski bir evimiz vardı. Daha sonra şuanda Kartalspor’un yer aldığı, Teleferik Caddesi No: 1 diye geçen binanın bulunduğu yerde eski bir evde oturmaya başladık. Ben ortaokula giderken o bina yıkıldı ve yerine şu anki haliyle üç tane ayrı ayrı ikişer katlı bina yapıldı. Babamın mesleği kahvecilikti. Şu anda kahvehanenin olduğu yer tek katlı ahşap bir kahvehaneydi. Sonra üst katı yapıldı ve biz orada oturmaya başladık. Arka tarafta çok eski bir ev vardı babaannem orada ipekböceği bakardı. Büyük, uzun, taş bir binaydı. Köşesinde de bir ağıl vardı. Hayvanlarımız orada bakılırdı. Tam köşede kahve vardı, önü bahçeydi. Şimdiki halinden daha farklı, toprak zemin, ağaçlandırılmış, doğal halinde bir bahçesi vardı. Ailem halen orada oturuyor. Tabi babalarımız, annelerimiz, dedelerimiz, ninelerimiz rahmetli oldu. Ben de başka bir yere taşındım ama kardeşlerim halen orada oturuyor.
Babam Şerif Or, namı diğer Eşkıya Şerif. Mezar taşına da bu şekilde yazdık. Çünkü Teleferik’te Şerif diye sorsanız kimse bilmez ama Eşkıya dediğiniz de herkes bilir. Teleferik dolmuşlarına binin Eşkıya’nın orada ineceğim deyin sizi Kartalspor’un köşesinde indirirler. Babam gençliğinde böyle bir lakap almış. 1950-1951 yılında da kahvehane açmış.
Bursa’nın geçim kaynaklarından biri odunculuktu. Uludağ’dan eşeklerle, katırlarla odun getiriyorlardı. O yıllarda en önemli ısınma gereci odun. Bir de o zamanlar İpekçilik, Yenimahalle ve Mollaarap’ta çok sayıda koza işleme atölyeleri vardı. Kazanlar kaynatılır, ipek üretilirdi. Oralara da çok odun verilirdi. Babam kahvehaneyi işletirken aynı zamanda oduna da gidiyormuş. O zamanlar Piremir’de insan sayısı az olduğu için müşteri de çok yok. Tabi bir de kıtlık zamanları. Bir nedenle ekmek temin etme konusunda babamı görevlendiriyorlar. Hali vakti yerinde olan birisinden babam ekmek istiyor ancak adam vermiyor. Babam; “bak alırım” diyor. Adam “eşkıya mısın?” diye kızıyor adam. Babam da “gerekirse eşkıyalık da yaparım” diyor. Adamın heybesinden gözünün önünde ekmeğini alıyor ve hep beraber orada yiyorlar. O günden sonra da babamın adı Eşkıya kalıyor. Lakabının da böyle bir hikâyesi vardır. Babam çok sevilen sayılan bir insandı. Piremir Mahallesi’nde de kime sorsan tanırdı. Şimdi bile birçok insan hala hatırlar, sayar babamı.
Dedem Hüdavend Or, Mümin Ağa’nın oğlu, Şeyh Sabit’in de torunudur. Kendisi Kurtuluş Savaşı’nda bir dönem Bursa işgali sırasında milislerde yer almış. Bir takım mücadelelerde bulunmuş. İzmit tarafında savaştığını anlatırdı hep. Bacağında bir mermi vardı ve onunla öldü. O mermi çok ağrı yapardı. Biz çocukken o mermiyi elimizle hissederdik. Babasından kalan Namazgah’tan, Karıncaderesi’nden yukarıya Teleferik’e kadar olan arazileri diğer kardeşleriyle bölüştüler. Kendisi hiç çalışmadığı için babasından kalan bu arazileri satarak geçimini sağladı. Bizim nesle gelene kadar bizim ailemizin para kazanacak bir mesleği yoktu. Bir tek babam para kazanmak amacıyla bir kahvehane açmıştı. Onu da pek para getiren bir iş olarak görmediler. O semtte insanların oturup kalkacağı bir yer olsun diye düşünmüşler. Çünkü oralarda çok ev yoktu o yıllarda. Düşünün Piremir Camisi’ne giden yol kestanelik ve piknik alanı. Daha ileride Dede denilen bir yer vardı. İnsanlar oralara pikniğe giderdi. Kahvelerde pek müşteri de yoktu. Gelenlerin de çoğu çayını kendisi dökerdi; aile ortamı vardı. Yani kahvecilik bir meslek olarak görülmezdi, para getirsin diye yapılan bir iş değildi.
Teleferik çamlığının alt tarafında iki tane harman yeri vardı. Bir tanesi Nuri Erbak Okulu’nun arka tarafındaydı. Birde Devrengeç suyunun hemen altında ki boş alan harman yeri olarak kullanılırdı. Ayrıca Piremir İlkokulu’nun (şu anda Askeri Lise’nin sınırlarında kaldı) arka tarafında harman yeri olarak kullanılan bir alan vardı. Oraları bomboş araziydi ve tütün ekilirdi. Su çok boldu. Dağdan gelen bir sürü kanal vardı. Mahallenin bitirimleri bu su kenarlarında oturur demlenirlerdi. Her yer bomboş araziydi.
Mümin Ağa rahmetli olduktan sonra yukarıda da bahsettiğim gibi dedem Hüdavend Or ile bir erkek, dört tane de kız kardeş miras paylaşımı yaptılar ve bu epey problemli oldu. Ben çocuktum o dönemde. Herkes kendi payına düşen arazileri sattı. Hatırlıyorum dedem eline bir kazık alırdı on adım sağa doğru giderdi bir kazık çakardı, on adım sola doğru giderdi bir kazık çakardı ve o arkadaşlara al burası senin, evini yap deyip giderdi. Bazen para almadığı, parasını sonra verirsin dediği de olurdu. Coşan Sokak’ın olduğu, dereye kadar inen yer Balyaz Köyü’nden gelen Yörük aileler tarafından kuruldu. Şevket Burhan, Bursasporlu İsmail Ertekin, Mustafa Şahin gibi arkadaşlarım orada oturuyordu. Ben onlarla birlikte büyüdüm. Beraber okula giderdik. Dedem kafasına göre ne kadar yol bıraktıysa o kadar yol oldu. Sonradan kadastro geçtikten sonra herkesin evi birbirine tacizli çıktı, davalar açıldı. Kahvede bunlar hep konuşulurdu, biz de orada duyardık. Sonra bir şekilde hallettiler, birbirlerine ödediler ama oradaki evlerin hepsi birbirine geçiktir. Sonradan anlaştılar, zaten aynı köylü oldukları için bir problem yaşamadılar ama oradaki Kadriye Camisi’nden Tepe Sokak’ın üst taraflarına kadar olan bölümü, dere yamacı da dahil dedemin payıydı. Oraları dedem sattı. Diğer yerleri de öbür kardeşleri sattı. Musababa Camisi’nin üstünden Piremir Camisi’ne ve Askeri Lisenin Piremir İlkokulu’nun arkasına kadar ki bölüm de babaanneme babasından kalan bir araziydi. Dedem sonradan oraları da sattı. Yani dedemin ömrü arazi satarak geçti diyebilirim. Bize de sadece Kartalspor’un bulunduğu 300 metrekarelik yer kaldı.
1960’lı yılların sonu 1970’li yılların başında mahallede çok hızlı bir yapılaşma oldu. Çok kötü bir yapılaşma oldu tabi, imar yok, plan yoktu. Benim çocukluğumda mahallenin muhtarları Cemal ve abisi Muharrem Teoman’dı. Onlar daha iyi bilirler. Şimdiki Akçağlayan Mahallesi tarihte yazılan Akçağlayan Mahallesi değil. Eski Akçağlayan Mahallesi Piremir Camisi’nin üst taraflarıydı aslında. Ama şimdi yeni yapılan mahallenin adı Akçağlayan Mahallesi olarak verildi. Bana göre yanlış birtanım bu. Bizim çocukluğumuzda Akçağlayan Mahallesi Piremir Camisi’nin üst yamaçlarıydı, yani Çiçek Caddesi’nin alt taraflarıydı. O yıllarda oralar imara açılmış. Orada çok eski evler var aslında.
Askeri Lisenin köşesinde 15-20 haneli bir blok vardı. Köşede ise bizim ev vardı. Bizim evin üstü Teleferik Camii’ne kadar olduğu gibi bomboştu, şimdiki Şaypa’nın bulunduğu yerde Abdülrezzak Amcaların, karşı tarafında ise Mahmut Yıldırırların evleri vardı. Teleferik Caddesi’nde Işıklar Otobüs Durağının olduğu yerde bir sıra tek katlı evler vardı, evlerin arkası sokaktı ve bir sıra daha ev vardı. Bu evler tek katlı bahçeli evlerdi. Bir de Askeri Lisenin oradan aşağıya itfaiyenin olduğu yere patika bir yol inerdi. Şu anda çeşmenin bulunduğu yerden itfaiyenin oraya inerdi bu patika. O patikanın sol tarafında da evler vardı. Kadriye Camisi zaten 1970’li yıllarda yapıldı. Caminin orada da bir sıra ev vardı. Ramazan Baba’nın mezarının orada olduğu söylenirdi. Kimse dokunmazdı oraya. İki evin arasıydı. Alt tarafta eski bir ev vardı, üst tarafta da Saravazlar denilen ipekle uğraşan bir ailenin evi bulunuyordu. Çok güzel suyu olan bir terkos çeşmesi vardı. O çeşmeler gitti, o güzel sular gitti, evler gitti, hiçbir şey kalmadı.
Coşan Sokak’ın olduğu yer Kadriye Mahallesi’ydi. Alt tarafı Hayriye Mahallesi’ydi. Bizim olduğumuz yer de Piremir Mahallesi’ydi. Sonradan hepsi birleşti ve Piremir Mahallesi oldu. Kadriye Camisi’nin yapıldığı zamanı hatırlıyorum. O cami yapılırken makbuzlarla para toplayanlardan biriydim bende. Şu anki siyasi düşüncemin tam zıttı tarzda olan bir ailede yetiştirildim. Bizde erkek çocukları 6-7 yaşına gelince tüm dini vecibelerini yerine getirecek şekilde yetişirdi. Aileden öyleydik. Oruç bir gün sekmeden tutulurdu, namaza mutlaka gidilirdi ve Kur’an hatmetmek için de kurslara, camilere gönderilirdik. Yani o dönemler dini bilgimiz iyiydi. Kadriye Camisi’nin inşaatı başladığı zaman ben ortaokul öğrencisiydim ve biz oraya eğitime gidiyorduk. Piremir Camisi’ne de gidilirdi ama Kadriye Camisi’nin ilk katı yapıldığı zaman orada dini eğitimler yapılmaya başlanmıştı. Hocanın bizi yönlendirmesiyle caminin inşaatının bitirilmesi için bir grup arkadaşımızla makbuz karşılığı para toplardık. Hatta caminin minaresi yokken caminin üzerine çıkarak ilk ezanı okuduğumu da iddia edebilirim. Yani hoparlörsüz olarak, çıplak sesle. O zamanlar daha 14- 15 yaşlarında falandım. Hafızlık çok yaptım. Yaşımın küçük olmasına rağmen önde namaz kıldırdığımı da biliyorum. Birçok defa da ezan okudum. Benimle dalga geçerlerdi yumurta iç diye. Çünkü çıplak sesle okuyordum.
Babaannem koza imalatı yapardı. Koza tohumlarını paket paket alırdı. Bizim Piremir Camisi ile Musababa Camisi arasında büyük bir arazimiz vardı ve o arazide sırf dut ağaçları yetişirdi. Meyve amaçlı değildi bu dutlar. Zaten meyve de vermezdi. Meyve veren dut ağacı sayısı çok azdı. Meyvesiz dut ağaçları sırf yaprakları için yetiştirilirdi. Biz oradan heybelerle balya balya ipek böceklerine dut ağacından kestiğimiz dalları, yaprakları getirirdik. Babaannemde böceklerin kerevitleri olurdu. Böceklerin bulunduğu mekânın ısısını mangallarla ayarlardı. Zaten binanın duvarları çok kalın taştı. Yarım metreden fazlaydı duvarların kalınlığı. O yüzden ısı geçirgenliği yoktu, sıcak veya soğuk geçirmezdi. Tek katlı uzun bir binaydı. Orada ipek böceklerine bakar, sonrasında da kozaları satardı. Yalnız bizim mahalledekiler Koza Han’a gitmezdi. Mahallemizde koza işleyen atölyeler vardı, onlara satarlardı. Son zamana kadar kozacılığı devam ettiren Saravazlar vardı. Sonra soyadlarını İpekçigil olarak değiştirdiler. O aileden Ali İpekçigil son yıllara kadar ipek atölyesini çalıştırdı. Kozaları kaynak sulara atarlar ve ipeğini sararlardı. Çok pis kokardı. Mahallede çok fazla ördek ve kaz vardı. Ördekler o kozaları yerlerdi. Ördekleri yediğinizde eti bile koza kokardı.
Ama güzel günlerdi. Tadı çıkan günlerdi. Her şey doğaldı, insanlar birbirini tanırdı. Biz o zamanlar Karıncaderesi, Namazgâh, Yenimahalle, aşağıda Sıracevizler, Kurtbasan’ın olduğu yerlerdekiler 7’den 70’e hepimiz birbirimizi tanırdık. Kartalspor Kulübü vardı mesela o semtin gençlerinin spor yaptığı kulüptü orası. Namazgah’tan yukarıda oturan gençlerin hepsi Kartalspor’dan bir kere gelip geçmiştir. Şu anda dar bir alanda kaldı. Sistem değişti, ekonomik koşullar değişti, nüfus değişti. Ama o zaman Kartalspor orada her şeydi. Bir de Askeri Lisenin şuan ki alanı o zamanki gençlerin oyun alanıydı. Çit falan yoktu. Şu anki tribünlerin olduğu yer, eğitim alanı olarak kullanılan alan büyük bir futbol sahasıydı. Orada kale direkleri vardı ve diğer mahallelerden gelen takımlarla orada büyük maçlar yapılırdı. Üst tarafında yine küçük sahalar vardı, küçükler de orada maç yaparlardı. Şu an ki salonun olduğu alan yine spor alanıydı. Kokanlık dediğimiz bir alan vardı; o ağaçlığın etrafı yine insanların oyun alanlarıydı. Bir ara askeri lise personel okulu olmuştu. Personel okulu olduğu zaman da yine etrafını çevirmemişlerdi. Personel okulunda bulunan subay adaylarıyla mahalle gençleri top oynardı. Hiçbir sakıncası da yoktu. Ne bir gizliliği vardı, ne bir sırrı vardı. Ama şuanda askeri sırlar değişti herhalde birçok şey farklılaştı. Tabi şartlarda değişti. Biz tarihi binanın içine çocukken çok girip çıkmışızdır. Yani hiç kimse bize bir şey demiyordu. Sonra askeri kurallar koydular, etrafını çevirdiler ve sivillere okula girmeyi yasakladılar. Tabi bazen kız yüzünden kavgalarda çıkıyordu. Hatta bir kere çok ciddi bir kavga çıktı. Bütün civar mahallelerin gençleri ve yetişkinleri toplandı, askeri lisenin öğrencileri, komutanları boşaldı. Savaş olacak neredeyse. Sonra bir şekilde olay yatıştırıldı ve askeri lise öğrencilerinin Teleferik tarafına çıkmaları yasaklandı. Çünkü öyle bir duruma gelmişti ki beş tane sivil bir tane askeri öğrenciyi yakaladı mı dövüyordu, beş tane askeri öğrenci bir tane sivili yakaladı mı dövüyordu. Sonrada bu olay büyüdü ve neredeyse toplamsal bir olaya dönüşüyordu. Ana sebebi de onun kızına baktın, bunun kızına baktın gibi saçma sebeplerdi. Gençlik heyelanlarıydı diyelim. Tabi o zamanki delikanlılık durumu farklıydı. Rajon vardı. Mahallenin delikanlıları Kartalspor’un önünde oturduğu zaman yabancı birisi eğer oradan iki kere geçerse hemen çevirirlerdi onu. “Nereye geldin, niye geldin, nereye gidiyorsun?” diye sorguya çekerlerdi. Eğer tatmin edici bir cevap veremezse dayak yerdi. Bu bir nevi mahalleyi hırsızdan, uğursuzdan, arsızdan koruma duygusuydu. Şu an artık böyle bir şey kalmadı tabi. Zaten komşu komşuyu tanımıyor, yabancının fark edilmesi mümkün değil. O zamanlar toplasan mahallede otuz tane ev vardı. Herkes birbirini tanıyordu.
Kahvehane de yaşanan en ilginç olay bana göre Tarzan Niyazi’nin öldürülüşüdür. Tarzan Niyazi’nin annesi Kadriye Camii’nin iki sokak gerisinde oturuyordu. Kıvanç Sokak’ta sanıyorum ama tam hatırlamıyorum. Bende ilkokulu bitirmek üzereydim, sanırım ya dört ya da beşinci sınıftaydım. Korkudan sesim kısılmıştı, ifade verememiştim. Tarzan özellikle yazın dağda yaşardı. Kışın da şehre indiği zamanlarda evine gitmezdi bizim kahvede kalırdı. Bizim kahve bir yerde sığınma evi gibi bir yerdi. Evi barkı olmayanlar gelir orada kalırdı, orada hep beraber yemek yerlerdi. Herkes orada yaşardı. Babamın sağlık durumları nedeniyle ben 7-8 yaşlarında kahvede çalışmaya başlamıştım. Hem öğrenimime devam ediyordum, hem de kahvede çalışıyordum. Ankara’da üniversiteye başlayana kadar da bu böyle devam etti. Kahve o zamanalar mahalle için sosyal bir mekândı. Herkes orada buluşur, dertleşir, konuşurdu. Tarzan’da aynı şekilde sıklıkla kahveye gelir ve orada yatardı. Kahve eski ahşap halindeyken bir arka kapısı vardı ve bizim evin avlusuna çıkardı. Annem evde ne pişirdiyse mutlaka kahveye de gönderirdi. Tarzan beni sırtına alır bayrama götürürdü. Tarzan’ın üzerinde deri şort gibi bir kıyafet olurdu. Herkes Tarzan’ı izlerdi, ben de onun sırtındaydım. Bana dondurma alırdı, bir şeyler alırdı. Kahvehanede öldürüldüğü sırada da beni seviyordu. Olay şöyle oldu: Coşkun çok içki içen, söylendiği kadarıyla uyuşturucu kullanan birisiydi. O zamanlar o semtlerde esrar çok kullanılırdı. Olayın yaşandığı tarihten sanırım birkaç hafta önce Tarzan kahvede otururken Coşkun geliyor ve küfür etmeye başlıyor. Tarzan küfür etmemesini isteyince Coşkun efeleniyor, bunun üzerine de Tarzan Coşkun’a birkaç tane tokat atıyor. Bu olaydan sonra Coşkun’un Tarzan’a kinlendiğini sanıyorum. Bu olaydan birkaç gün sonra Tarzan kahvenin bahçesinde eğilip beni sevdiği anda Coşkun birden bire kahvenin bahçesinin kenarında bulunan çalıların arasından çıktı ve Tarzan’a bıçağı soktu. Aniden yaptı. Coşkun bıçağı sokar sokmaz Piremir Camisi’ne doğru kaçmaya başladı, Tarzan’da yarasını tutarak onu epey bir kovaladı. Eğer onun peşinden koşmayıp da hemen orada bir taksiyle hastaneye gitseydi belki de yaşayacaktı. Ama Tarzan 150-200 metre peşinden koştu ve en sonunda halsiz kalarak yığıldı ve öyle hastaneye götürüldü. Hastanede de vefat etti. Bende bu olaydan sonra bağırdım zannediyorum bağıramıyorum, sesim çıkmıyordu. Bu yüzden benim ifademi dahi alamadılar. Bir süre sesim çıkmadı, ifademi de sonradan verebilmiştim. Tam hatırlamıyorum ama ilkokul dört veya beşteydim. Aniden olan bir olaydı. Hepimiz çok üzülmüştük. Tarzan onu fark etseydi bıçaklamasına müsaade etmezdi, yere indirirdi. Ama o arkadan aniden bıçakladı.
Bir de Fettah Efe denilen birisi vardı. Çok şarap içerdi. Hayatta tek varlığı, tek geliri o attı. Ancak şarap parası bitince atı satardı. Onun parasıyla yine şarap alırdı. Sonra komşular aralarında para toplayıp ona yine at alırlardı çünkü tek geçim kaynağı o attı; o atla dağa çıkıp odun getirir, sattığı odunların parasıyla da geçinirdi. Evi de yoktu. Piremir Camisi’nin orada tütün ekilen tarlaların orada tenekelerden yapılmış bir barakada yaşardı. Mekânı babamın kahvesiydi. Ona benzer çok insan vardı. Her tabakadan insan kahveye gelir, eğlenir, geçinip giderdi. İnsanlarda çay parası derdi yoktu, parayı verdin, vermedin derdi yoktu. Rahat bir yaşantı vardı. İnsanlar birbirlerini tanırlardı. ,
Ben Piremir İlkokulu’nu bitirdim. Birinci sınıfın bir dönemini Işık Caddesi’nin orada köşede ahşap bir evde okudum. Okulumuz inşaat halindeydi. Sonra okulun inşaatı bitti ve biz okulumuza geçtik. Sanırım 1967 yılında da ilkokuldan mezun oldum. Ortaokulu Çelebi Mehmet Okulu’nda okudum. Sonra Erkek Lisesi’ne başladım. Oradan da Ticaret Lisesi’ne geçtim. Erkek Lisesi’nde spora başladım. Sporu daha rahat yapabilmek için Ticaret Lisesi’ne geçtim. Atletizm yapıyordum. Bir dönem kılıç kalkan oynadım. Ankara Gazi Endüstriyel Sanatlar Yüksek Öğretmen Okulu’na (Ankara Gazi Meslek Eğitim Okulu) başladım. 12 Eylül döneminde yaşanan bazı olaylardan dolayı okulu bitiremedim. Sporculuğum bitince antrenörlük yapmaya başladım. Hayatımı atletizmle sürdürdüm. Antrenörlük devam etti, daha sonra milli takım antrenörlüğü yaptım. Sonrasında teknik direktörlük yaptım. Hatta federasyonun genel koordinatörlüğünü de yaptım. Evim Bursa’daydı ama federasyon merkezi Ankara’da olduğu için Ankara’ya gidip geliyordum. Büyükşehir Belediyesi’nin atletizm baş antrenörlüğünü yaptım ve Büyükşehir Belediyesi’nden 2009-2010 yılında emekli oldum. 2013 yılına kadar da Ankara’da yoğunlaştım. Başka bir sürü kulüplerle de ufak tefek işlerim oldu ama esas ana görevim milli takımlar teknik direktörlüğüydü. Çok uzun süre bu görevi sürdürdüm. Son dönemdeki doping olaylarının müsebbibi olarak ben ilan edildim. Zaman zaman Bursa’daki yerel gazetelerde köşe yazarlığı yaptım. Line Tv’de program yaptım. Ulusal kanallara çıktım. Yani 2013 yılına kadar bayağı yoğun bir tempom vardı, ondan sonra bizi evimize yolladılar. Yine antrenörlük yapıyorum, kopamam, işim o çünkü. Bilgi birikimi olarak da iyi bir yerdeyim. Dünyadaki tüm gelişmeleri birebir yerinde öğrenme şansım oldu. O nedenle bilgi birikimim yerinde ve onu çürütmek istemiyorum, kullanmak istiyorum. Bize görev verirlerse devam edeceğiz, vermezlerse bu günkü halimizle üç beş tane sporcu çalıştırarak bu yaşantımızı sürdüreceğiz. Ama Piremir’den çıkıp oralara gittik. Birkaç olimpiyat, birkaç dünya şampiyonasında bulunduk.
Mesela şöyle söyleyeyim önemli bir olay bence Bursa için. Uludağ’da 2006 yılında dünya şampiyonası organize ettik. 2011 yılında da Avrupa Dağ Koşusu Şampiyonası yaptık. O süreç içinde de her sene Türkiye milli takım seçmelerini de Uludağ’da yaptık. Yarış Teferrüç ana teleferik istasyonunda başlıyordu, Palabıyık Cemal’in önünde bitiyordu. Epey zor bir parkurdur, epey zor bir yarıştır. Ormanda yapılan bir yarışta tüm sağlık tedbirlerini, vahşi hayvanlara karşı can güvenliği sağlamak zorundasınız. Su istasyonları kuruyorsunuz, ilkyardım istasyonları kuruyorsunuz. Bu organizasyonu başarıyla yaptık ve bu organizasyon neticesinde bize uluslararası federasyon tarafından ödüller verildi. Takvim toplantılarına Türkiye’den ben gidiyordum. Yarışın Bursa’da olması için epey mücadele ettik. O bölümünü bitirdik. Bu tip yarışların ev sahibi belediye başkanı olur. Dönemin belediye başkanı ile görüştük, gerekli prosedürleri yerine getirdik ve 2006 yılı Dünya Dağ Koşuları Şampiyonası’nı Uludağ’da yaptık. Bir Piremirli olarak Uludağ’da böyle bir organizasyonu başarıyla yapmış olmaktan çok gurur duyuyorum