1959 yılında Piremir Mahallesi’nde dünyaya geldim ve orada büyüdüm. Benim ailemde Zeyniler’den Piremir’e yerleşmiş. Babam Hüseyin Yıldırır kardeşleri arasında en büyükleriydi. Resmi kayıtlara göre 1917 doğumlu. Kimliği askere giderken çıkartılmış. Yunan askerinin Zeyniler köyüne geldiğini hatırlıyor. Yunan geldiğinde Yunanlılara güzel görünmek istemedikleri için kadınlar yüzlerine kara sürermiş. Kadınlar ve çocuklar Merdiventaş denilen mevkie giderlermiş. Genç erkekler yakın yerlerde duruyorlarmış. Aralarında silahlı olanlarda varmış. Köyde sadece ihtiyarlar kalırmış. O ihtiyarlarında konuşturmak için kimisini döverlermiş, kimisine işkence yaparlarmış. Tabi onlar kaçamıyorlarmış. Babam buna benzer şeyler anlatırdı.
Babalarımız bizi çok zorluklar içerisinde büyütmüşler. Babam dağlardan odunculuk ve balıkçılık yaparak geçimini sağlayan bir insandı. Tuttuğu balıkları Uludağ’daki otellere satardı. Ya da dağdan odun keserek Kayhan’daki fırıncılara götürürdü. Biz altı kardeşiz. En büyük ağabeyim Orhan Yıldırır, onun küçüğü Ayşe ve Ayhan ablalarım, benim büyüğüm İlhan abim ve küçüğüm Gülhan. Ben en küçüğün bir büyüğüyüm. Babamla ilgili bir şey söylemek istiyorum. Kendisi Atatürk ve İnönü’ye balık yedirmiş bir insan. Dedim ya dağda derelerden balık tutup otellere satarmış diye. Bir gün Atatürk babamı balık tutarken görmüş. “Sen ne yapıyorsun burada” diye sormuş. Babam da; “balık tutuyorum” demiş. Sonra tuttuğu balıkları götürüp Atatürk’e yedirmiş. Hatta bu hikâye bazı eski ders kitaplarında da geçerdi. Babam yine 1930’lu yıllarda karlı buzlu bir kış ayında balık tutuyormuş. Ayağında kar hedikleri, sırtında kayaklar, aynı zamanda da balıkları bir ipe dizmiş elinde gelirken İsmet İnönü onu görmüş. “Bu adam kim, ne yapıyor?” diye sormuş. “Balık tutuyor efendim” demişler. Hemen çağırın gelsin demiş. Babam gelince babama “oğlum sen bu soğukta, karda kışta ne yapıyorsun, bu havada balık mı tutulur?” demiş. Babam da “mecburum efendim. Benim de çoluk çocuğum var bakmak zorundayım. Buraya da balık getirmezsem misafirlere balık veremeyecekler” demiş. İnönü kendisine “senin okuma yazman var mı?” diye sormuş. Babam da “yok ben eski Türkçe biliyorum. Yeni harflerle okuma yazmam yok” demiş. O zaman ki vali kimse İsmet İnönü valiye “Bu adama okuma yazma öğreteceksiniz, diploma verip işe alacaksınız” diye talimat vermiş. Sonrasında babama 2-3 ay içerisinde okuma yazma öğretiyorlar. Diploma verip mübaşir olarak işe alıyorlar. Tayinini de Gürsu Adliyesi’ne çıkartıyorlar. O zamanlar Gürsu’da adliye varmış. Babam Gürsu Adliyesi’nde 3-4 sene çalışıyor. Gürsu Adliyesi’nde rotasyon yapıyorlar. Kim nereye gitmek istiyor diye soruyorlar. Babam da Setbaşı Vergi Dairesi’ne gelmek istiyor. O zamanlar da sadece Setbaşı Vergi Dairesi vardı. Başka vergi dairesi yoktu. Babam 30 sene Setbaşı Vergi Dairesi’nde çalıştı ve 1976 yılında emekli oldu. Tabi babam memuriyete başladığında bizde artık Zeyniler’de oturmamışız ve 1954 yılında Piremir Mahallesi’ne yerleşmişiz.
Zeyniler köyünde yaşadığımız dönemde şehirle bağlantımız kesikti. Şehre gidip gelmek çok zordu. Çünkü bayır aşağı inip, bayır yukarı çıkılıyordu; inmekte, çıkmakta zor oluyordu. Buna rağmen çocukluğumuzda iki, üç kere şehre gidip geldiğimiz olurdu. Eşeklerle kestane taşırdık. İnerdik kestaneyi yıkardık bir daha çıkardık. Tekrar yükler tekrar inerdik. Bir daha çıkardık, bir daha indirirdik. Böyle günde üç defa eşeklerle şehre inerçıkardık. Zaten yol da yoktu.
Babam 35 yaşında okuma yazma öğrenerek memurluğa başladı. Babam memuriyet hayatına geç başladığı için bizlerde okumaya sonradan heves ettik. Mesela ben ortaokulu dışarıdan bitirdim ve İzmir’de akşam lisesine gittim. Mecburen gündüz çalışmak zorundaydım çünkü babamın memur maaşıyla bizi geçindirme şansı yoktu. Elektrik teknikeri olarak 1998 yılında emekli oldum. Erdoğan Bilenser döneminde Yıldırım’dan Bursa Büyükşehir Belediyesi meclis üyeliği görevi yaptım. Daha sonra siyaseti bırakarak Zeyniler köyüne çekildim. O dönemde de köyümüz için ne yapabiliriz diye kafa yormaya başladık. Valiliğe müracaat ederek köy statüsüne girmek istediğimizi belirttik. O zamanki Piremir Mahallesi muhtarı Faruk Ülker’in de desteğiyle bazı kapıları açtık. Valiliğe dilekçe yazdık. İlk olarak bizden referandum istediler. Nüfus sayımı ve referandum yaptık. 2012 yılında köy statüsünü kazandıktan sonra Yıldırım kaymakamı çabamı gördü ve beni muhtar olarak atadı. Sonraki dönem seçime girdim, karşıma başka biri çıkmadı ve muhtar olarak göreve devam ettim. 2014 seçimlerinde başka bir aday daha çıktı. Ben de o dönem rahatsızdım, hastanede tedavi görüyordum. İnsanlar benim ciddi bir hastalığım olduğunu düşündüler ve arkadaşım muhtar oldu.
Bizim nüfus cüzdanlarımızda Değirmenlikızık Köyü Zeyniler Yaylası olarak yazar. Zeyniler Değirmenlikızık’a bağlı bir mezraydı. Bizim askerlik yoklamalarımız Değirmenlikızık’tan çıktı. İkametgâh almaya oraya gidiyorduk. 1962 yılında doğanlara kadar nüfus kayıtları Değirmenlikızık’taydı, 1963 yılından sonra Zeyniler Piremir Mahallesi sınırlarına dâhil olunca artık Piremir Mahallesi Muhtarlığından işlemlerimizi halletmeye başladık.
Piremir’de bir Fransız Mezarlığı vardı. O mezarlıkta küçültüldü ve oraya bir park yapıldı. O parka Alihan Övdüm ve ailesi bakardı. Aynı zamanda Necatibey Meslek Lisesi’nin karşısında ki Fransız Kilisesi’nde çalışıyordu ve devletten maaş alıyordu.
Piremir İlkokulu’nun 1963 yılında yapıldığını biliyorum. Çünkü ben 1965 yılında okula başladım. Benim İzzet Abim okula bizim evin karşısındaki evde başladı. Onun okula başladığı yıllarda henüz okul binası yapılmamıştı. Okul geçici olarak Teleferik Camii’nin oradan yukarı çıkarken virajı dönünce hemen sağdaki yerdeydi. Şu an orada bir mobilyacı var. Ondan sonra okul Hamit Amca’nın evine taşındı. Bir de Piremir Camisi’ne inerken hemen sağdaki bir ev de okul olarak kullanıldı. Yani boş olan birkaç evde Piremir İlkokulu adıyla eğitime başlandı. Daha sonra şu anda askeri lise sınırları içerisinde kalan bina Piremir İlkokulu olarak yapıldı. Okulun yapım tarihi yukarıda da belirttiğim gibi 1963 yıllarına tekabül ediyor.
Teleferik istasyonunun bulunduğu yer harman yeriydi. Aynı zaman da Nuri Erbak Lisesi’nin bulunduğu yerde yine harman yeriydi. Orada düvenler kurulurdu. Çoluk çocuk bizde düvenlere binerdik, öküzler döner dururdu.
Bizim çocukluğumuzda kestane çoktu. Her yer kestane ağaçlarıyla kaplıydı. Şimdi pazara çıkınca bakıyorum kestanenin üzerine Sarı Ayşe yazmışlar. Diyorum bu mevsim Sarı Ayşe olmaz. Çünkü Sarı Ayşe tufanda çıkan kestanedir. Şimdi meşe ağaçlarına kestane aşılamışlar. Yediğinizde buruk bir tat ağıza gelir. Her şey gibi kestanenin de tadı eskisi gibi değil.
Mahallemizde kışlar çok güzel olurdu. Şu anki Nuri Erbak Lisesi’nin önündeki caddenin kenarından dere akardı. Tabi o zamanlar cadde yoktu. Derenin kenarında ördekler, kazlar, tavuklar olurdu. Biz çocukken orada yumurta toplardık.
Aşağıda Kartalspor Kulübünün karşısında mancınıkçılar vardı. İpek kozası sararlardı. Biz hep oralarda dolaşırdık. Hatta koza getirir, koza toplardık. Herkes evinde böcek bakardı. Dut ağaçları çoktu. Zümrütevler’e doğru bir yerde dutlu bahçe vardı. Gider oradan dut dalları getirirdik. Yetiştirilen kozalar Koza Han’da satılır; oradan da Okçular’a gidilir esvap, lastik ayakkabı, lastik botlar alınırdı. Şöyle söyleyeyim; ben 12-13 yaşlarında ayağımda lastik botlarla İzmir’e okula gittim. Öğretmen şöyle bir baktı, “oğlum sen nereden geliyorsun?” dedi. Bursa’dan geldiğimi söyledim. “Allah Allah, senin başka ayakkabın yok mu?” diye sordu. “Var ya işte!” dedim. “Lastik bot mu giyiyorsun?” dedi. “Evet, ne olmuş?” dedim. Sonra bir baktım herkesin ayaklarına hiç kimsede lastik ayakkabı yok, bir tek bende var. Öğretmen şaşırdı kaldı. Ertesi gün bana okul aile birliğinden ayakkabı, mont, gömlek, ceket, çorap getirdiler. Bundan sona bunları giyeceksin dediler. O zamana kadar iskarpin ayakkabı hiç giymemiştim. Akşamları ayakkabıları yastığımın altına koyar yatardım. Yokluk vardı ama biz hiç yokluk hissetmedik, hayıflanmadık. Öyle bir derdimiz olmadı çok şükür. Ayağımıza lastik ayakkabı giymeyi yokluk olarak görmedik.
Çocukluğumuzda Piremir Mahallesi’nde çok güzel günlerimiz geçti. Piremir Camisi’nin oradan aşağı doğru kızak kayardık. Musababa Camisi’nin oraya kadar inerdik. Düşünebiliyor musunuz? Işık Caddesi’nde okul olarak kullanılan bir binadan bahsettik; daha sonra orası muhtarlık oldu, oradan bir başlardık kaymaya; köşeden, Piremir Camisi’nin oraya oradan da Kurtbasan’a kadar inerdik. Ama o zamanlar bir kar yağardı en az yarım metre, bir metre. Şimdi bir bakıyoruz 20 cm kar yağdığı zaman okullar tatil oluyor. Bizim dönemimizde yarım metre kar yağardı okullar da tatil olmazdı.
Teleferik yapılırken Alman Amcamız Robert Sonderman vardı. Bizleri yani mahallenin çocuklarını çok severdi. Kesinlikle mahalleden boş geçmezdi. Arabasıyla geçerken el işareti yapardık, kesinlikle dururdu, bizi arabasına doldururdu ve teleferik istasyonuna kadar götürürdü. O zamanlar araba falan gördüğümüz yok, ilk defa arabaya biniyoruz. Teleferik istasyonunun orada bizi indirirdi; “bakın çocuklar evinize gidin tamam mı?” derdi. Bir de bize şeker verirdi. Bazen sırf şeker almak için yolda durur yanına giderdik. Çok iyi bir insandı, kimseyi kırmazdı, çocukları çok severdi.
Eskiden tabi her evde su yoktu. Mahalle çeşmelerinde insanlar kuyruğa girerlerdi. Işık Caddesi’nin köşesinde bir çeşme vardı; genelde oradan su taşırdık. Biri getirirdi on tane kova, mecburen saatlerce beklediğin olurdu. Biz bazen Işıklar İtfaiyesi’nin az yukarısında, askeri lisenin duvarındaki çeşmeye gelirdik. O çeşmeden Işık Caddesi’ndeki evimize kardeşlerimle su taşırdık. Annem haftada bir gün çamaşır yıkardı ve düşünün o çeşmeden kovalarla eve su taşırdık. Günde bir iki kere değil yani defalarca iki üç kardeş anneme su götürürdük. O zaman Devrengeç deposu vardı. Bize su oradan bağlandı.
Çok eskiden yemek pişirmek için herkes soba kullanırdı. Sonra pompalı gaz ocakları çıktı. Bir bakıyorsun alev azalır hemen pompalardık daha kuvvetli yansın diye. Sonra bildiğimiz aygazlar çıktı. İlk çamaşır makinesi Tolon markaydı ve mahallede Halıcı Mustafaların evinde Doğangül Yenge’de vardı. Bursa malıydı. “Bozulmayan makine” olarak lanse edilmişti. İlk Doğangül Yenge’de makine gördüm. Sonra Fahrettin Abilerde ve sırayla Cemal Teomanlarda çamaşır makinesi almıştı.
Eskiden pilli radyo yoktu, elektrikli radyo vardı. Radyoyu fişe takarsın ve lambanın ısınmasını beklersin. Radyo yavaş yavaş ısınır, lamba yanar ve ses gelirdi. Biz çocuktuk o zamanlar. Tekkırma Hasan’ın babası Mustafa Eskivar Almanya’dan gelmişti. Kafasında fötr şapka, şapkada bir tüy, sarı bir ceket, kırmızı bir pantolon, elinde radyo, radyonun sesini de sonuna kadar açar, caddelerde öyle gezerdi. Sorardık “Mustafa Amca bu ne ya?”; “Radyo oğlum”; “Nasıl radyo?”; “Pilli oğlum bu”, “Nasıl ya, kaç pilli?”; “Sekiz pilli”; “Sekiz pilli radyo mu olur?”. Bu diyalogdan sonra radyo almış kimi görsek ilk sorduğumuz soru “pilli mi, kaç pilli?” oldu. Tabi teknoloji ilerledikçe tek pile kadar düştü radyolar. Ama bu pilli radyo olayı bizi çok şaşırtmıştı. Çünkü öncesinde fişe takıldığı için ses elektrikten geliyor diye düşünüyorduk. Anten olayı hiç aklımıza gelmiyordu. Pilli olunca bu tezimiz çürümüş oldu. Sekiz pili var deyince bu sefer “Heee demek ki pillere depolanmış, oradan çalıyor” diye düşünmeye başladık. Hiç aklımıza gelmiyor anten vasıtasıyla çalıştığı.
Bizim eve buzdolabı 1970 senesinde alınmıştı. Ondan önce hep soğuk suya koyulurdu yemekler. Buz satın alınır, yemekler, içecekler buzla soğutulurdu.
Velhasıl kelam çok güzel günlerimiz geçti derken bugünlere kadar geldik. Mahallemiz değişti, apartmanlar yapıldı ve mahallemiz kalabalıklaştı. Mahallemiz çok değişti.
Sibel Gök tarafından 17 Aralık 2015 tarihinde görüşülmüştür.