İsmail Oğuş ile sözlü tarih görüşmesi

1937 yılında Mollaarap Mahallesi’nde dünyaya geldim. Atalarım Romanya’dan gelmedir. Rahmetli babam İstiklal Savaşı’nda savaşmış bir gaziydi. İlk olarak İstanbul’a gelmişler ve daha sonra Bursa’ya yerleşmişler. Ben Bursa’da dünyaya gelmişim. Mollaarap Mahallesi’nin yukarılarında, hısım akrabanın toplanıp taştan duvar işleyerek bizim için yaptıkları bir buçuk odalı bir kümede oturuyorduk. Evlenene kadar orada yaşadım. Bulunduğumuz yer Şeyhsabit Mahallesi olarak anılırdı. Mollaarap Mahallesi, Babadağ Mahallesi ve Yenimahalle sırayla devam ederdi. Sonra bu mahallelerden bazıları birleşti. Şeyh Sabit’in dergâhı hala duruyor. Kendisinin mezarı Piremir Mezarlığı’ndadır.

Balabanbey İlkokulu karşısında, Feyzullah’ın kahvesi önünde, 1970’li yıllar

Şu an oturduğum yerin eski adı Vefikiye Mahallesi’ydi; ancak şimdi Mollaarap Mahallesi adını aldı. Vefikiye Mahallesi, Ahmet Vefik Paşa’nın Bursa valisi olduğu dönemde Kırım ve Selanik’ten gelen göçmenler tarafından oluşturulmuş bir mahalleydi. İlk adı Mezarlık Mahallesi’dir. 1855 depreminde meftalara mezarlıklar yetmeyince bu bölge mezarlık olarak açılmış ve Bursa’nın en büyük mezarlığıymış. Gelen göçmenler sanatkâr oldukları için şehrin içinde yaşamak istemişler. Vali de şehir merkezinde bu göçmenlere yer bulamayınca bu mezarlık dikkatini çekmiş ve göçmenlere “Diriler size yer vermedi ama ölüler size yer verir. Mezarları tahliye edin ve buraya yerleşin” emrini vermiş.
Daha yukarıda tarihi bir mezarlık vardı. Biz çocukken sel suları dereyi yarıp gelirdi ve topraktan ölü kemikleri çıkardı. Sel suları ana caddeden geçer, top sahasının oralarda lağıma giderdi. Orada bir dere vardı. O derede biz çok para bulurduk. Bir gün bu paralardan bir tanesi cebimde kalmış. Annem pantolonumun cebinde bu parayı bulmuş ve babama vermiş. Meğer değerli bir paraymış ve babam o parayı satarak eve epey erzak alıp gelmişti. Bu mezarlık şimdiki Harmanyeri Camisi’nin bulunduğu yerdeydi. Daha sonra mezarlıktaki kemikleri tahliye ettiler ve yerine cami yapıldı. O bölgenin mülkü Karcı Hakkı’ya aitti. Karcı Hakkı oraları sattı ve mezarlık olan bölgeye evler yapıldı. Bizim Keltepe diye tabir ettiğimiz yere kadar evlerle doldu.

Balabanbey İlkokulu’nda öğretmen ve öğrenciler, 1965

Kerpiçhane’nin bulunduğu yer dereydi. Daha ileride su deposunun bulunduğu yerde, Teleferik’e varmadan bir dere daha vardı. Biz o dereyi çocukken Kanlı Dere olarak bilirdik. Neden Kanlı Dere? Teleferik’ten bakınca Uludağ’da piramit gibi bir tepe görünür. O tepenin batısında çukurda bir manastır yeri var. Çeteler orada çok insan kesip dereye atmışlar. Çok derin bir dereydi. Kanlı Dere ismini oradan aldığını hatırlıyorum.

Çoban Bey Türbesi’ne 100 m mesafedeki bir evin bahçesinde Dörtçelik Fabrikası’nın dokuma ustası Recep’in düğünü, 1958

Çocukluğumuz sefaletle geçti. Alman Harbi sürmekteydi. Karneyle kişi başına yüz gram ekmek verirlerdi. Bakkallar, bayiler tane ile sigara satarlardı. Eğrelti otlarını yumuşak olsun diye karpuzun altına serer, güneşten korusun diye de üstüne yayarlardı. Yazın karpuz sergilerine bayırlardan eğrelti otu toplardık. Karşılığında da karpuz verirlerdi. Babam Osman Oğuş Askeri Lise’de hademeydi. İşe giderken 8 katlı sefer tası götürürdü. Mutfakta kalan yemekleri bu sefer taslarına doldururdu. Getirdiği yemekler komşulara taksim edilirdi. Bende onları dağıtmakla görevliydim. 1941 yılında bir gece babama bir karın ağrısı geldi ve sabaha karşı vefat etti. Biz de dağıttığımız yemeklere muhtaç olduk.

Dörtçelik Hüseyin ve Bahaddin Baddaloğulları arkadaşları ile, 1950

Annem el işleri yapar köylere götürürdü. Köylerde, yaptığı işleri gıda maddeleriyle takas ederdi. Bulgur, tarhana ne olursa alırdık. Bunların bir kısmını satar, bir kısmını da eve bırakırdı. Sonraki gidişimizde de yine bir şeyler hazırlar, çarşıdan da bir şeyler alırdı. Yaya olarak, köyden köye konaklayarak giderdik, bizi çok iyi karşılarlardı. Dönüşte bir merkepçi kiralar ve köylülerden aldığımız malzemeleri toplayarak geri dönerdik.

Fatma Oğuş ve arkadaşları Balaban Fabrikası bahçesinde, 1948

Çocukken bir gün Okçular’a gittim ve dükkân dükkân “Çırak lazım mı, çırak lazım mı?” diye sorarak ilerledim. Kunduracının teki “Bana çırak lazım ama sen küçücüksün, senin kimin kimsen yok mu?” diye sordu. “Var” dedim. “Babam öldü ama annem sağ.” Annemi getirdim, görüştüler ve ben bu kunduracıda işe başladım. Okçulardaki dükkânların önü açıktı. Gerçi halen öyle dükkânlar var. Kışın dükkânın önünde mangal yakarak ısınıyorduk. Beni öyle gören bir komşu anneme gidip “Çocuk soğuktan tir tir titriyor, nereye verdin çocuğu öyle?” diye söylenmiş. Annemde geldi, tuttu kolumdan beni götürdü. Numaraları orada çalışırken öğrendim. Daha sonra bir ara kahveci çıraklığı yaptım.

Kahveci Cemal’in kahvehanesi, 1965

Halamın kızı bir taharcıyla evlendi. Tahar tekstilin ön hazırlığıdır. Kumaş taharsız dokunamaz. Bende eniştemin yanında taharcılığa başladım. Uzun yıllar çalıştım ve iyi bir usta oldum. 1964 yılında Hollanda’ya işçi olarak gittim. Ağabeyim hastalandığı için bir yıl sonra Bursa’ya döndüm ve elimde avucumda ne varsa harcadım; dönüş bileti almaya bile param kalmadı. İki sene sonra İsviçre’ye gittim. Ailemi de yanıma aldırdım ve 14 sene İsviçre’de yaşadım.
Mollaarap’ta pek çok at arabası kullanan nakliyeci vardı. Bunlardan biri Küçük Ali adında birisiydi. Kel İbrahim’in Hasan dedikleri bir adam daha vardı. Beygirlerle dağdan odun çeker ve satardı. Hasan Mancınıkçılar küçük bir ipek atölyesi çalıştırırdı. Annemin de bir ara orada çalıştığını hatırlıyorum. Yukarıda Ege Fabrikası adında ipekli dokuma yapan bir fabrika vardı. Epey büyük bir fabrikaydı. Tatar Yusuf işletirdi. Cemal Ali ve Feyzullah Halil Onbaşı’nın oğulları diye bilinirdi. Kara Sadık, Kadafor İsmail mahallenin külhanbeyleriydi. Ceketlerinin tek omzu yan tarafa sarkardı. Geniş kemerli, 32 paça pantolonlar, yumurta topuk ayakkabılar giyerlerdi. O zaman külhanbeyi havaları vardı. Külhanbeylik 1980’li yıllara kadar geldi. En sonuncusu İmaralı’dan izne çıkmıştı. İzin sonunda hapse geri dönmedi ve İstanbul’da İnönü Stadı’nda polisler tarafından sıkıştırıldığı sırada teslim olmayınca vuruldu. Neticede son külhanbeyi de öyle rahmetli oldu. Kafayı çeken mahallede nara atar, herkes bakardı. Filan kişi yine kafayı bulmuş derlerdi. Yağlıboyacı Hüseyin Dayı çok içerdi. Bir akşam evden kahveye gitmek üzere yola çıktım. Kahveye Harman Yeri denilen bölgeden giderdim. Oraya evler daha yeni yapılmıştı. Daha önceden tütün ekerlerdi. Karşıdan bir hamalın geldiğini gördüm ama hava yeni kararmaya başlamıştı. Bir baktım küfenin içinde Hüseyin Dayı var. Küfelik olmuş tabiri var ya ben bunu Hüseyin Dayı sayesinde gözümle gördüm.

İsmail Oğuş ve arkadaşları Heykel’de, 1950

1945-1950 yıllarında daha çocukken Çırpan, Kuzgunluk, Yenimahalle, Mollarap arasında grup savaşları yapardık. Daha doğrusu Güvenspor kavgası yapardık. Bizim mahallede Güvenspor Kulübü vardı. Bir gün büyüklerimiz bizi doldurdu ve Askeri Liselileri taşladık. Aradan iki saat geçti, Askeri Liseliler mahalleyi bir bastılar. Boks eldivenleri giymişlerdi. Kulüpte dövmedik adam bırakmadılar. Oradan kahvelere çıktılar. Kahvelerde insanları döverlerken tahsildar Mustafa Abimiz şikâyet etmek için onların omuz numaralarını yazdı. Omuz numaralarını yazarken bir yumrukta ona patlattılar. Ondan sonra bir baktık Kara Sadık aralıktan çıktı geldi. Onu görünce çıkıp gittiler ama birkaç odun yiyen oldu aralarında. Daha sonradan öğrendik ki mesele kız meselesiymiş. Mahallenin kızlarına laf atıyorlar diye bize onları taşlatmışlar. Gençlikte böyle olaylar yaşanıyor tabi.
Mollaarap’ta mısır satan oldu, dondurma satan oldu, Ramazan davulu çalan oldu, bakkal dükkânı işleten oldu. Mahallenin bakkalı bizimde çocukken tane sigara satın aldığımız Hoca Baba’ydı. Hoca Baba’ya biz eğrelti otları getirir kavun karpuz alırdık. Arnavut Recep Dayı ve Ali Dayı diğer bakkallardı. Arnavut Recep Dayı’nın bakkal dükkânının olduğu yerde şimdi Vefikiye Cami imamı yaşıyor. Orası uzun yıllar bakkal dükkânıydı. Kıtlık yıllarında tası tarağı, güzel şeyleri kapan Arnavut’a götürür, karşılığında yiyecek alırlardı. Daha yukarılarda sonradan İbrahim diye birisi bir bakkal dükkânı açtı.
Kerpiçhane’den gece geçmeye korkarlardı. Çok korkunç bir yerdi. Bölgenin güneybatısında Karcı Hakkı’nın üzüm bağları bulunuyordu. Orada düz bir alan vardı ve Karcı Hakkı orada kerpiç yapar, keserdi.

Gece bekçisi Nail Bey ve ailesi, 1947

Çocukken mahallede altı bilya, uzuneşek, çıngıl, kemik oyunları oynardık. Çocukluğumuz çok hareketli geçti. Bir gün babama sigara almaya gitmiştim. Arkadaşları Balabanbey İlkokulu’nun üçüncü sınıfının altında oynarlarken gördüm. O zamanki okul Balabanbey Kalesi’nin üzerine yapılmıştı ve okulun altında oyuklar vardı. Biz kışın soğukta o deliklere girer ısınırdık. Babama sigarayla beraber kibrit de almıştım. Arkadaşlar ver bakalım şu kibriti ateş yakıp ısınalım dediler. Sınıfın zemini çok aralıktı, aşağıya kâğıt yığılmıştı. Topladılar kâğıtları kibritle tutuşturdular derken okulun altı başladı yanmaya. Biz kaçtık, taaa mağaralara gittik. İtfaiye gelmiş, okulu söndürmüş. Yaşımız tutmadığı için hiçbir ceza görmedik ama ailelerimize daha dikkatli olmalarını söylediler.

Talimhane’nin güneyinde bir tahar yapımı çalışmasında İsmail Oğuş, Veli Çelebi, Erdoğan Sipahi, 1956

Balabanbey İlkokulu U biçimindeydi. Batıya bakan kısmında 4. ve 5. sınıflar vardı. Güney de bahçe, kuzeyde öğretmen odaları bulunuyordu. Bir buçuk metre yüksekliğinde kale duvarları içinde Balaban Bey’in mezarı ile beraber birkaç mezar daha vardı. Daha sonra Milli Eğitimin binaları yapılınca mezarlar kayboldu. Kalenin üzerine ilk olarak İtalyan bir konsolos bina yapmış ancak ilk yapılış amacı okul değilmiş. İtalyan konsolos binayı kendi zevkine göre inşa etmiş fakat daha sonra yapıyı okula çevirmişler. Çift kanatlı bir kapısı vardı. Kapıdan girince bir buçuk adam boyu gibi tümsek bir bahçe ve bahçede birkaç tane çam ağacı bulunuyordu. Balaban Bey’in mezarı bu ağaçların yanındaydı.
1942 yılında Mollaarap Mahallesi:
O zaman mahallede bir fırın, dört çeşme, dört bakkal, iki kahvehane, bir berber ve bir de seyyar berber Mehmet Efendi vardı. Mahallemizin halkı Tatar, Türk ve Boşnaklardan oluşurdu. İpek fabrikalarına katırlar ile kömür çeken iki kervancımız vardı. Bir kerpiçhane bulunmaktaydı. Uludağ eteklerinde tütün yetişirdi. Zirveye kadar kar kuyuları bulunan karcılar, yaz ayları başlayınca işbaşı yapardı. Kestikleri buzları talaş ile kaplı çuvallara sarıp atları ile Kayhan’a taşır, orada pazarlardılar. Mollaarap Mahallesi’nde iki yüz hane kadar ev vardı. Yollarımız toprak idi. Mahallede pek çok meslek erbabı bulunuyordu. İki demirci, bir sobacı, iki bahçıvan, on kunduracı, bir hademe, iki Merinos bekçisi, iki kahveci, iki çeşmeci bunlardan bazılarıydı. Mesleği olmayanlar merkeple ya da sırtında dağdan odun taşıyarak geçimini sağlardı. Altı ailede at arabası vardı. Onlar da nakliyecilik yaparak geçimlerini sağlarlardı ve zamanın zengini sayılırlardı.

Sevil ve Hüseyin Eryılmaz’ın nikah töreni, 1972

Düğünler için büyük avlular seçilirdi. Düğünler içkili ve sazlı yapılırdı. Bir tepsi pilav ve ortasında bir kızarmış tavuk damada yardım olsun diye açık arttırma ile satılır, sonra masalara dağıtılırdı. Çok sarhoş olanlara damat evinden bir tavuk ya da bir canlı horoz verilir ve sakinleşmesi sağlanırdı.
Mollaarap’ta Molla Arap, Çoban Bey, Balaban Bey, Hüsamettin Hazretleri’nin mezarları bulunmaktadır. Balaban Bey’in mezarı Milli Eğitim binalarının yapımı sırasında kaybolmuştur. Mezar kalenin içinde ve sedir ağacının güney batısında idi; artık yok.
Mollaaraplı gençler genelde ipek ve dokuma fabrikalarında çalışırlardı. Mollaarap yakınlarında Balaban, Işık, Sakarya, Thomas, İpeker, Cumhuriyet, Şart Ahmet, Çıngıllı, İpekman, Beylik, Nazif Ağa, Niyazi Atasayar, C.Köksal, İsmail Erişen fabrikaları vardı. Sonraki yıllarda Dörtçelik ve Şevki İpekman fabrikaları yapıldı. Küçük atölyeler çığ gibi arttı. Bekir Evcimen, İsmail Yalılı, Muammer Kahraman, Kostambay, Ege, Tatar Yusuf’un fabrikası, Hasene Sağışman, İsa Özhamaratlar, Osman Efendi fabrikaları kuruldu. Rekor Dokuma Fabrikası vardı. N. Kurtcan, Balaban’da İsmail Yaşıyanlar ve Yusuf Conker’in dokuma tezgâhları, Kapıcı Caddesi’nde Bekir Evcimen’in dokuma tezgâhları, Yenimahalle’de Hayrettin, Osman Kavaklı ve İbrahim Şenesen’in dokuma fabrikaları bulunmaktaydı.

İsmail Oğuş, Pençe Nihat, Kıvırcık Rıza, Bahriyeli Sabri, Yeşil Cadde civarında, 1960

Mahallemize ilk asfalt Menderes tarafından atılmış, Teleferik ve Teferrüç yamaçlarına aynı dönemde çamlar dikilmişti.
Mollaarap Mahallesi tüm komşuları ile akraba gibiydi. Büyüklerimizi çok sayardık. Onlarda bizi hem korur, hem de severdi. İlk belediye otobüsü Yenimahalle’ye kadar geldi, daha sonra dolmuşlar çalışmaya başladı. Yunanistan, Bulgaristan ve Arnavutluk’tan göçmenler geldi ve akabinde binalar yükseldi. Mollaarap’ta yabancı olduk.
Mahallemizin ilk muhtarı Mucdaba Karnış’tı. Daha sonra sırasıyla Hakkı Özeren, Rıza Usta, Tahsin Oltumlu, Ömer Çakır, Cemal Estik ve Mustafa Onaran muhtarlık yaptılar.
Çevrede sular henüz toplanmamış olduğundan dereler çağlayıp akarken yazın sularımız kesilir, sabah akşam birkaç saat su verilirdi. Mahalle sakinleri akmayan çeşmelerde uzun kuyruklar halinde suyun gelmesini beklerdi. Sular gelince zaman zaman tansiyon yükselir, sıra kavgaları yaşanırdı.
O yıllarda ekmek vesika ile verilirdi. Şimdi ise her gün tonlarca ekmeği çöpe atıyoruz. Neredeydik, nerelere geldik?

Sibel Gök tarafından 14 Kasım 2012 tarihinde görüşülmüştür.

ARAMA YAP