1928 Maksem doğumluyum. Ailem de asırlardır Maksem’de yaşamış. Babam Halil Buzcular, buz satarak geçinirdi; aynı zamanda saraya da her hafta 30 yük buz götürmek şartıyla bu buzculuk hakkı, bize verilmiş. Bu hak satılamaz, devredilemez; erkek evlattan erkek evlada geçer; sülalede erkek evlat kalmazsa söz konusu hak, hazineye intikal eder şartı varmış. Her hafta saraya 30 yük buz gider; ödemesi ise yılda bir kere alınırmış. I. Murat’tan, Mehmet Reşat’a kadar bu iş sürmüş. Bursa’da da çok iyi kar satardık. Yazın 2-3 ay buz getirip, Okçular’da caminin avlusunda münasip bir yer vardı. Orasını kiralardık. Hava bozuk olduğunda buz pek satılmazdı. Buzları orada soğuk hava deposu gibi bir yer vardı. Orada buzları saklar; ertesi gün satardık. Böylece bu iş devam etti.
Buzlar dağdan at ve katırlarla gelirdi. Bu atlar, beygir denilen kötü atlardı. Safiye Sultan’a ait bir kitap var. Orada deniyor ki: Sarayda buz olmadan ne bir şey yiyebiliyoruz, ne de içebiliyoruz. Yemeklerimizi bozuldukları için atıyoruz. Öğrendim ki buzcular bu buzları bize 25 mil uzaklıktan getiriyorlarmış. Kendilerine de sezon sonunda küçük bir servet ödeniyormuş.”diye yazıyor.
Biz Bursa’da da buzları hastanelere, kasaplara, dondurmacılara satıyorduk. Beygir sahibi kimseler yazın bu işin başlamasını beklerlerdi. Kısa süreli bir işti; ancak iyi kazandırıyordu. Onlar dağdan indirdikleri buzu, bize 4 kuruşa satıyorlardı; biz de 5 kuruşa müşterilerimize veriyorduk.
Maksem’de Pınarbaşı Caddesi’nde Buzcu Çıkmazı’nda oturuyorduk. Karşımızda Halil Ayan diye bir beyefendi vardı. Kendisi Demokrat Parti’den milletvekili oldu. Kardeşi İsmail Hakkı Bey Sanat Enstitüsü’nde matematik hocasıydı. Ayrıca yanımızda Merinos’un işe başlamasıyla oraya müracaat edip kabul edilen Hilmi Haksal vardı. Tanınmış isimlerden Şevki Bey, Kız Lisesi’nde öğretmendi. Yine karşımızda matbaacı Refik Bey vardı. Bursa’da ilk matbaayı kuran insanlardandı. Oğlu baytar Behçet Kutlay’dı. Yıldırım Gürses biraz daha uzak komşumuzdu. Onlar, yemeğe çok düşkün insanlardı. O zaman evlerde fırın olmadığı için devamlı olarak fırınla ilgili yemekler yaparlardı ki, sürekli fırına tepsi taşırdı. Çok iyi komşularımızdı. Sandık emini diye futbolcu İsmail’in kayınpederi vardı. Sandık emini, devletin malını, eşyasını kendi üzerine almış; onları yöneten insanlara denirdi. Nüfus müdür İlhami Bey vardı. Sanat Enstitüsü’nde çok güzel ney çalan Selahattin Bey’e, Dacı Selahattin derlerdi.
Buz, evimize de gelirdi. Akşamları komşularımıza buz dağıtırdık. Ayrıca patates ve fasulye de gelirdi. Onları da komşularımıza götürdüğümü biliyorum. Bahçemiz, çok büyüktü. Adamlarımız vardı. Adamlarımızdan bir tanesi Elmaçukuru Köyü’ndendi. Babam ona 3-4 tane at vermiş. O atlarla dağdan buz getiren; bizde aylıkla çalışan birisiydi. Adı Haydar’dı. Dağdan buz indirdiği bir gün Otelgözü denilen mevkide havanın düzelmesini beklememiş. Bu arkadaş hem atlarına, hem de kendi gençliğine güvenmiş. O bozuk havada gitmiş; kraterden buzu kesmiş, hayvanlara sarmış, yolda gelirken bir kayalığın dibinde donmuş kalmış. Diğerleri hava düzeldiğinde o mevkie çıktıklarında O’nun donmuş bedenini bulmuşlar. Böyle olaylarda bazen yaşanabiliyordu.
Evimizin bir bahçesinde atlar dinlenir; öbür yüksek bahçemizde de komşular akşamüstü, akşam çayına gelirlerdi. Ninem çok temiz bir kadındı. Bahçemizde çiçekler vardı. Refik Bey’in kızı ut çalardı. O da gelirdi. Hem çalar söyler; hem de muhabbet ederlerdi. İki ev bir aradaydı. Birinde abim ve yengem kalırdı. Yemeğimizi hep beraber yerdik. Harp senelerinde kahve, çay yoktu. Mesela beş kişi aynı anda çay içiyorsak; tek çay kaşığı ile karıştırırdık. Çok sıkıntılı dönemlerdi.
Mecidiye Okulu’nda okudum. Mecidiye Okulu, Pınarbaşı Mezarlığı’na yakın ahşap bir binaydı. İnebey’de büyük bir konak vardı. Orasını 2. Ortaokul olarak yaptılar, ortaokulu da orada okudum. Liseyi de Erkek Lisesi’nde bitirdim. Askerlikten sonra Türk Ticaret Bankası’nda çalışmaya başladım. Türk Ticaret Bankası Koza Han’ın üst katındaydı. Daha sonra Rekor Dokuma Fabrikası’nın sahibi Saten Necati olarak bilinen kişi, aldığım maaşın iki katını teklif ederek; beni yanına çağırdı. Necati Bey okuma yazma bilmeyen bir insandı. Ancak felsefesi çok geniş birisiydi. Aynı zamanda da çok kabaydı. Orada bir müddet çalıştıktan sonra, kendi işimi yapmaya karar verdim. Rekor’dan ayrılırken Necati Bey; “Eğer ki iki sene sonra geri dönmeye karar verirsen, ceketini as ve çalışmaya başla.”dedi. Koza Han’da bir dükkân kiraladım. O zamanlar suni ipek ithalatla geliyordu. Bu kumaşları toplayıp, 1 lira farkla başkasına satmaya başladım. Ben çok itimat uyandırdığım için herkes kumaşlarını bana getiriyordu. Ticaret yaparak maddi durumumu düzelttim.
Düğünlerde öncelikle kız istemeye gidilirdi. Karşılıklı mutabık kalındığında söz kesilirdi. Söz kesiminde bir alay insan jelâtine sarılı hediyeleri kız evine götürürlerdi. Çok eskilerden başlık parası vardı.
Cenazelerde de; ölüm günü imece olarak konu komşu, kazma kürekle mezar açarlardı. Daha sonra belediyeler bu işe el attı. Şimdi belediye mezar yerlerini hazırlıyor. Komşular cenaze evine bir hafta boyunca yemek götürürdü.
Hıdrellezde sabah erkenden kalkılır; Gökdere’ye gidilirdi. Derenin kenarında kimisi ev çizer; kimisi bir yere bir şey bağlardı. İçinden ne geçiyorsa dilerdi. Ateş yakarlardı. Bugün hala saç bağlayanlar, mendil bağlayanlar, örtü bağlayanlar var.
Hacıların karşılanacağı gün herkes toplanır; nereden karşılanacaksa oraya gidilirdi. Hacılar alınıp evlerine götürülürdü; hep beraber yemekler yenirdi.
Çocukluğumda topa çok meraklıydım. Futbol oynamayı çok severdim. Maksem’de iki kere gayri federe grup kurdum. Daha sonra Hisar’da Pınarspor diye bir kulüp kurduk. Şimdi o günlerden kalan bir Av. Şükrü Akmansoy, bir de ben varım. Kulübü 7 sene ikinci kümede, 10 senede mahalli birinci kümede bu işi götürdük. Futbolcu almak satmak bana aitti. Her şeyi ben yapardım. 17 sene sonra kulüpleri bir araya getirip birleştirmek, şehrin adına spor kulübü olmasını geçerli buldular. Bursaspor’un kurulması için 10 kulüpten 5’i kapanmayı kabul etti. Bunlardan biri de bizdik. Bankadan futbolcuların mağdur olmaması için teminat mektubu verdik. Ben çok zaman harcadığım halde bu işlerden uzak kaldım. Ama hem ticarette, hem de sporda çok iyi yere geldim. Cavit Çağlar ve Şükrü Şenkaya’nın ısrarı ile 1975 senesinde kulüp yöneticiliğini kabul ettim. Bir müddet görev aldım.
Eskiden evlerimizde elektrik yoktu. Gaz lambasıyla çok ömür geçirdik. Büyük bir bardağa gazyağı koyarlardı; bir de içine fitil konurdu; öyle bir şey de kullandık. İdare diye lambadan daha küçük aydınlatma gereci de vardı. Evlerde elektrik olmadığı için diğer kata veya odaya giderken bunları kullanırdık. Gece karanlığında komşulara giderken de, yolu görmek için yanımıza fener alırdık. Daha sonra tabi elektrik geldi. Ancak tarihini tam olarak hatırlayamayacağım.
Uludağ’a ben katırcılarla çıktım. Kar nasıl kesilir, buz nasıl kesilir? Hepsini onlardan öğrendim. Daha sonra arkadaşlarımla spor olsun diye dağa çıkmaya başladım. Arkadaşlarımla Otelgözü’nde kalırdık. Çok soğuk olurdu. Civardaki kuru ağaçları getirir, nöbetleşe sobaya atardık. O zamanlar Kayakevi küçücük bir yerdi. Bir koğuşunda erkekler, bir koğuşunda da hanımlar kalırdı. Ben üç çocuğuma da kayak öğrettim. Yazın bile dağdaki kamplarda kalırdık. Kışın, yazın hep Uludağ’a gitmek isterdim. Arkadaşlarla Dolubaba’ya kadar araçla, oradan sonrasını da kayakları omzumuza alarak yürüyerek çıkardık. Kayabildiğimiz kadar kayar, yine yürüyerek inerdik. Parası olan da mecburen bu yolla dağa çıkabiliyordu. Çünkü başka bir imkân yoktu.
Devlet hastanesinin karşısında mermerden bir yapı vardı. Orası hastaneydi. Ben çocukken oraya birkaç kere gittim. Onu yıktılar ve şimdi orası kahvehane ya da çay bahçesi gibi bir yer oldu. Çok yazık oldu. Çünkü çok güzel bir yerdi.
Evimizde gramofonumuz vardı; bahçeye kurarlardı. Gramofon bir varlık ifadesiydi. Şarkı dinlemek için gramofonlu aileye gidilirdi. Daha sonra radyo ve televizyon çıktı. İlk televizyonumuzu 2000 liraya aldım. Siyah beyaz bir televizyondu.
Maksem’de bildiğim kadarıyla ilk otomobil, Recep Kayhan Demir diye bir fabrika sahibi ve Ali Erinal’da vardı. Daha sonra da ben bir otomobil aldım. Yollarda böyle uzun uzun park etmiş arabalar hiç görmezdik. Otomobillerden önce piliçka denilen atlı arabalar vardı. Pirinç Han’ın oralarda bir yerde dururdu. Ailece bir yerlere gideceğiniz zaman oradan piliçkalara biner; birkaç kuruşta para verirdiniz.
Maksem’deki bakkalımız Hakkı Ulusdoyuran, Osman abi, Hafız Efendi’ydi. Gazete gelmezdi. Biz işyerimizde alıp, eve getirirdik. Kasap, berber, terzi yoktu. Daha sonradan geldiler.
Annem Huriye Hanım eski mekteplerde kalfalık yapmış; çok aydın bir insandı. Osmanlıca yazıp, okurdu. Onun için mahalle içinde geçerli bir insandı. Benim çocukluğumda hatırlıyorum; komşulara eski alfabeyle gelen mektupları ona okuturlardı. Mahalledeki çocuklara da eski alfabeyi okuturdu. Çok bilgili ve becerikli bir kadındı.
Bizim Gazi Abdurrahman’ın ahfadından geldiğimizi söyleyen 1844’de Hünkür Köşkü’nü açmaya gelen Abdülmecit’tir. Açılıştan sonra siz gazi Abdurrahman’ın soyundan geliyorsunuz. Size evliya duası sinmiş. 640 seneden beri yaşıyorsunuz hiç böyle şey olur mu? Bunu babamın babası Hasan Bey, geliyor; evdekilere anlatıyor. Annem bunu bana sürekli söylerdi ve bu işin üstünde durmamı isterdi. 4 tane fermanımız var, bu buz işiyle ilgili. Abdülmecit, Abdülhamit, Mahmut 1 ve 2 ve Sultan Reşat’a ait fermanlar. 2. Mahmut’tan evvelkileri belki sülalede var, saklıyorlar; bilemiyorum. Ama ele geçiremedim. Ancak bizdekileri 2. Selim zamanında verdiklerini biliyorum. 3. Selim aydın bir kişiymiş. O dönemdeki dedemizi çağırmış. Mudanya’da bir buz gemisi varmış. O gemiyle buz İstanbul’a gidermiş. Buzcubaşı “bütün dağlar, denizler, topraklar, taşlar bana aitti. Siz de dâhil herkes de kulum. Siz nasıl oluyor da hem buzun parasını, hem de taşıma parası alıyorsunuz. Ben buzun parasını veremem. Buz zaten benim. Sen burada benim misafirim ol ve bu olayı düşün” diyor. Dedemiz sarayda 10-15 gün kalıyor ve sonunda istediği meblağdan buzu vermeyi başarıyor.
Yunan işgalinde çok fazla problem yaşanmamış. Rumlar Bursa’dan Mudanya’ya doğru kaçarken, Işıklar Askeri Lisesi’nin oradan Rum müfrezesi Bursa’yı sürekli bombalamış. Yunan buradayken bizim hayvanlarla İnönü Cephesi’ne çok mühimmat götürmüşler. Birkaç kere Yunan bu katırları bizden almış. Daha sonra aile tekrar at sahibi olmuş. Maksem Mahallesi’nde muhallebici Mustafa Akcan bu işin başındaymış. O organize edermiş. Bir gün Bahçe Hamamı’nda silah var diye bir ihbar olmuş. Yunan askerleri ne varsa, bizim atlarla birlikte almışlar. Babamı da o zaman hapishane olan şu anki Kent Müzesi’nin arkasındaki Hâkimler Odası olan yere koymuşlar. Çetelere bizim çok yardımımız olmuş. Dağa buz almaya giderken; çetelere de ihtiyaçlarını götürüyormuşuz. Bursa’da kar sattığımız yere çetelerden İsmail Püskülsüz, Balıkçı Hasan ve iki kişi daha gelir; ziyaret ederlerdi. Babamın hapishanede olduğunu öğrenince, hapishaneyi basıp; babamı oradan çıkarmışlar. Babam o günden sonra iş yapmamış. İşte böyle bir geçmişimiz var.
Ramazan gecelerinde babamız bizi alır; Ulucami’ye, Yeşil’e götürürdü. Ulucami’nin etrafında seyyarcılar çok olurdu. Oralardan çerez alırdık. Bayramlarda bayramlaşmak için gelen giden çok olurdu. Çocuklar hediyeler ile sevindirilirdi.
Maksem’deki evimiz 5 sene evvel bizim isteğimiz ile yıkıldı. Çok metruktü. Oradan geçen insanlara zarar vermesin diye evin yıkılmasını istedik. Belediye de yıktı. Gökdere Caddesi Petek Apartmanı’ndaki evimize 35 yıl evvel taşındık. Dr. Arif Yetişkin, Ferdi Barışıcı, Ayhan Alakoç, Çetin İzberk, Münir Aydın Bey (Petek İnşaat’ın muhasebecisiydi) bizim blokta oturan komşularımızdı. Petek İnşaat’ın sahipleri arkadaşımdı. Evimi 10.000 lira taksitle 200.000 liraya almıştım. Bizim binaların olduğu yerde önceden İpekerlere ait bir konak varmış. Yeni Okul olarak bilinen Çizakçaların anaokulu ilk olarak o binada açılmış.
Nüfus cüzdanlarında bana kadar erkeklerde bey, hanımlarda hanım yazardı. En son benim nüfus cüzdanımda yazıyordu. Benden sonrakilerde yazmadı.
Osman Gazi beylerini çağırıyor; “Söyleyin hangi hisarları istiyorsunuz?”diye soruyorlar.
SİBEL GÖK tarafından 24.10.2010 tarihinde görüşülmüştür.