1926 yılında Emirsultan Mahallesi’nde dünyaya geldim. Babam Ahmet Yiğit üç yaşında Bulgaristan’dan gelmiş. Kendisi korucuydu. İncirli Mahallesi’nde Hamam Sokak’ta evimiz vardı. Emirsultan’da kahvelerin olduğu yerde de dayım otururdu. Sık sık oraya gidip gelirdik. İlkokulu Demirtaş İlkokulu’nda okudum.
Kıtlık zamanı burada barınamadık. Karneyle ekmek alınan dönemde köye gittik.
Mahalleye döndükten sonra askere gidinceye kadar dağdan odun çektim. O işten para kazandım. 1946 yılında askerden geldim ve dokumacılığa başladım. 1950 yılında evlendim. Eşimin ismi Fatma idi. Bir kızım, bir oğlum var. Kızım hafızdır ve şu anda Ankara’da yaşıyor. Oğlum Ali Yiğit ise şoförlükten emekli oldu. 1954’te dizanteriye yakalandım ve doktor kapalı yerde çalışmama müsaade etmedi. Sırtında taş taşı kapalı yerde durma dedi. Bende boyacı olarak çalışmaya başladım. 1974 yılında emekli olabilmek için çimento fabrikasına girdim ve 1980 yılında emekli oldum. Avcı diye tanınırım.
1950 yılına kadar bu mahallede tek bir çivi çakılmamıştı. Viranelik bir yerdi. Bizim evden çıktığınız da Emirsultan Camisi’ne gidinceye kadar meyveyle karnını doyurabilirdin. Her yer yemyeşil ağaçlıktı. Patronlar yukarıda fabrika yapınca şimdiki yolu açtılar. Zeyniler’den öte yol yoktu; bahçelikti. 1950’den sonra mahallede apartmanlar yapılmaya başlandı. Emirsultan Caddesi’nde Hacıhasanoğulları baklavacısının bulunduğu yerin eski sahibi Hafız Mustafa evinin altını oydu, oraya bir tekstil fabrikası yaptı. Şu an o caddede bulunan çınarı da 1950 senesinde beş arkadaş “sen diktin, ben diktim” kavgası olmasın diye hep birlikte oraya diktik.
Emirsultan avlusu eski mermerdi. Mehmet Sertgeç diye bir dokuma patronu sebep oldu ve mermerleri değiştirme işi bir müteahhitte verildi. Ancak ilk müteahhit mermerleri söktükten sonra kaçtı. Hemen başka bir müteahhitte iş verildi ve mermerler değiştirildi. Cami odasında muhtarlık bulunuyordu. Barınacak doğru düzgün yer yoktu. Emirsultan Camisi’nin güneyinde iki tane çınar ağacı, batısında da büyük bir ıhlamur ağacı vardı.
Yoldan bir fayton dönemiyordu; köşede bir mezar vardı ve yol çok dardı. Katırlarla çöpler toplanırdı. Sonra o mezarı oradan kaldırdılar, mezarlığın duvarlarını oydular ve yol biraz genişledi. Meydanda koca bir kümbet vardı. Eski tarihlerde orası aşeviymiş. Kümbetin orada bir çeşme, karşısında da mezarlar vardı. Hamam çalışmıyordu. Tütün deposu olarak kullanılıyordu. 1955’ten sonra 1960’lara doğru Soğukpınar’dan bir arkadaş geldi; hamamı açtı ve bir müddet çalıştırdı. Sonra hamam yine kapandı. Sonra başka biri açtı ancak o da çalıştıramadı ve temelli kapandı. Şimdi kültür merkezi gibi bir yer oldu.
Zeyniler Camisi’nden yukarıya bir eşek geçemezdi. Orada mezarlıklar vardı. Mezarlıklar kaldırıldı ve oraya yol açıldı. 1957 yılında camiye para toplandı ve Zeyniler Camisi tamir edildi. Aynı yıl Hafız Sabri Zeyniler Camisi’ne tayin edildi. Camiyi cami yapan Hafız Sabri’dir. Kimseden para toplamazdı; kendi çabasıyla caminin eksiklerini tamamlardı.
Şu an Dostlar Sitesi olan yer dokuma fabrikasıydı. Sahibi Rıfat Usta’ydı. Fabrikanın duvarlarında, kapılarında heykeller vardı. Rıfat Usta yeni bir elbise giysin gelir evvela tezgâhın altında yağın üstüne yatardı. “Ya, Usta ne yapıyorsun?” dediklerinde; “Ben bu elbiseyi bu işten kazandım.” derdi. 1952 model bir arabası vardı; onunla dolaşırdı. Sonra bizim usta arkadaşlardan Hüseyin Hısım evinin odasını bozdu fabrika yaptı. Evinin arkasını tenekelerle kapattı ve iki tezgâhla işe başladı. Derken zamanla yirmi tezgâhı oldu. Bir vakit sonra işini sürdüremedi ve iflas etti. Emirsultan Camisi’nin altında çeşmenin karşısında Terzi Ziya diye biri vardı. Yukarıda bahsettiğim çınarı da Terzi Ziya için diktik; patronlar çınarın gölgesinde tavla oynasınlar diye.
Mahallede herkes birbirini bilirdi. Kimse kimseye hıyanetlik yapmazdı. Kapımız açık durur, merhaba diyen gelirdi. Mahallede Mıgır Hasan diye biri vardı. Meşhur cepçilerdendi ama mahallede kimsenin malına dokunmazdı. Kapımızı açık görünce “kapınız açık kalmış” diye uyarır, asla kimseye ilişmezdi. Bir gün boş zamanında kahvenin önünde düşünüyormuş. Babam onun bu halini görmüş “Hayırdır ne oldu?” diye sormuş. “Ahmet Abi parasız kaldım, bir işte yapamadım.” demiş. Babam “Oğlum para vereyim, portakal, mandalina al-sat.” deyip ona 20 lira gibi bir para vermiş. Biz duyunca “Baba ne yaptın? O kopuk adama para verilir mi? Paran gitti, bir daha geri getirmez” dedik. Babam “olsun, gitsin” dedi.
Tam iki sene sonra kapı çaldı Mıngır Hasan geldi. “Babandan ben 20 Lira para aldıydım. İki senedir dışarılarda çalıştım. Haram para değil, alnımın teriyle çalıştım, kazandım ve parayı geri getirdim.” dedi. Bu mahalle böyle bir mahalleydi. Bu mahallenin üstüne bir mahalle yoktu. Hiçbir yeri tutmaz burası. Ama şimdi yerli, yabancı birbirine karıştı.
Şu an oturduğum Akgün Sokak’ta biz yer sahibiydik. Evimizi müteahhitte verdik ve evimizin yerine Yiğit Apartmanı yapıldı. Müteahhitle bazı sorunlar yaşadık ama neyse. Karşımızda Terzi Arif vardı. Onun bitişiğini Mehmet Abi aldı. Daha ileride Sivaslılar vardı. Şimdi eskilerden kimse kalmadı. Sokağa çıkıp da merhaba dediğin adamın kimin nesi olduğunu bilmiyorsun.
Hıdrellezin haftasına Değirmenlikızık da dede yapılırdı. Bizim mahalleli oraya gitmezdi. Çok sofuydular, kimseye sokulmazlardı. Dedenin haftasına bütün mahalleli Kaplıkaya’ya giderdi. Mahalleli birlikte namazını kılar, sohbetini-duasını yapar, eğlenirdi. Yabancı olmazdı. Teleferik’in altında Devrengeç Suyu’nun çıktığı bir yer vardır. İlkbaharda oraya çay toplamaya giderdik. Topladığımız çayın acı suyunu çıkarır, evde demler içerdik. Dağdan odun getirirdik. Eşeği olan eşekle, eşeği olmayan da sırtında odun getirirdi. Gençlik dönemimde ben de sırtımda odun getirip satardım.
Ramazan ayında her gün evlerde iftar verilir, bütün mahalleli davet edilir, katılmak isteyen gelirdi. Erkekler camide toplanırdı. Kadınlar pek bir yere çıkmazdı. Ramazanda evvel ezel Emirsultan Mahallesi’nde davul çalınmaz. Emir Sultan Hazretleri davul çalınmasını istemiyor diye bir inanış var. Davul çalan kimselerin başına bazı felaketler geliyor ve korkudan kimse burada davul çalmaz.
Evliya Hoca namlı bir hocamız vardı. Hocaya bu ismi takan da mahalleliydi. Evliya Hoca’nın keçileri varmış. Bu keçilerde bir gün komşunun mısırını yemiş. Hoca kahvede otururken komşusu gelmiş hocaya sövmüş, saymış. Biraz sonra Hoca “Bitti mi?” diye sormuş. Adam da utanmadan bitti demiş. Hoca kahveciye dönmüş “komşu çok yoruldu sen ona bir kahve yap benden. Sonra gidin bakın bakalım ne kadar zarar var” demiş. Hep beraber gidip bakıyorlar ve komşu hocadan tüm mısır tarlasından çıkacak mahsul için üç lira istiyor. Mısırın toplanma zamanı gelince bir bakıyorlar 13 liralık mısır çıkıyor. Komşu mısır benim diye itiraz ediyor. Hoca da “Yok sen bu mısırın hepsini bana sattın. Keçiler mısırın sadece ucunu yedi, kökünü yemedi ki. Mısır da yeniden sürgün verdi ve bir koçan yerine iki -üç koçan yaptı”. Bu olaydan sonra hocanın adı Evliya Hoca olarak kaldı. Benim hoca nikâhımı da o kıymıştı.
Askere gidip gelinceye kadar hiçbir kahveye sokulamazdık; döverlerdi bizi. O zamana kadar gençlerin toplandığı yer Emirsultan Camisi’nin altındaki servilerin dibiydi. Kahvelerde kapıların arkasında insan dövülecek gibi iki-üç tane sopa olurdu. O zaman sarhoşlar çoktu; bağırarak gezerlerdi. Emirsultan Camisi’nin oradaki mezarlıktan buyana bağırarak geldi mi kahvelerin önünde bir araba sopa yerdi. Kimse de gidip şikayet etmezdi. Birine Emirsultanlılar beni dövdü dese; Emirsultanlılar boşa adam dövmez derlerdi. Kimsenin kızına, karısına, kardeşine bakayım diye bir şey kati surette olamazdı.
Biz evimize elektriği 1953-54 yılında aldık. Kolay kolay elektrik alınamıyordu, çok pahalıydı. Her evde kaba su vardı. Evden eve gezerdi. Suyun ucu Uludağ’dan gelirdi. Bir de Emirsultan Mahallesi’nin üstünde Asa Suyu vardı. Her köşede bir çeşme olurdu. Evlere çok sonra su girdi ama su çok sorun değildi. Çamaşır yıkayacak olsan bahçelerde kaba su vardı zaten. Kimse para istemezdi, pul istemezdi. Televizyon mahalleye 1970’li yıllarda geldi diye hatırlıyorum. Radyo daha evvelinden vardı. İlk televizyonu Almanya’da çalışan Rıfat diye bir komşu Almanya’dan getirmişti. Birde Hayrullah diye bir arkadaş Bulgaristan’dan bir televizyon getirmişti. Burada o zamanlar henüz televizyon yoktu, satılmıyordu. Mahalleli gider orada televizyon seyrederdi.
Sibel Gök tarafından 14 Ekim 2014 tarihinde görüşülmüştür.