1926 yılında Balıkesir Balya’da dünyaya geldim. Annem ve babam Yugoslavya’dan ne zaman geldiler bilmiyorum ancak ben Boşnak bir ailenin kızıyım. Beşinci sınıfa kadar Balıkesir’de okudum. O zamanlar beşinci sınıfı bitiren birinci, ikinci, üçüncü sınıf öğrencilerine ve okuma yazma bilmeyen yetişkinlere ders verir, okuturlardı. Bende okuma yazma bilmeyenlere okumayı öğrettim. Koca koca adamlar derse gelirdi. Balya’da çok önemli madenler vardı; Balıkesir’in çok aktif bir kazasıydı. Atatürk Çanakkale’ye giderken bizim kazamızdan geçiyordu. Geçerken de bizim okula uğruyor ve derslerimize giriyordu. Bizim sınıftan üç çocuğu o okuttu. Bize kerrat cetvelini o öğretti. İran Şahı ile birlikte de gelmişlerdi.
Babam fırıncıydı. Balya’da madenlerde çalışan işçilere yemek ve ekmek yapardı. Ayrıca kamaralarımız vardı, işçiler orada kalırlardı. Amcam madenin şoförüydü. Madenler kapanınca annemlerin işleri de bozuldu. Halam Bursa’daydı; sürekli babama mektup yazıp bizi çağırırdı. Bizde 1938 yılında her şeyimizi bırakıp Bursa’nın Maksem semtine taşındık.
1942 yılında evlendim ve Yenimahalle’ye gelin geldim. Eşimin ismi Yusuf’tu. Kendilerinin ipek fabrikaları vardı, ipek kumaş dokuyorlardı. Bu yüzden kendisine Patron Yusuf derlerdi. Hatta ipeklerini Avrupa’ya gönderiyorlardı. Fabrikaya koza girer, ipek kumaş çıkardı. Babası Hamit Efendi de tohumcuydu. Kayınpederim Hamit Efendi’nin lakabı İmamzâde Ablemit’ti. Kayınpederimin babası Selami Hoca’ymış ve imam olduğu için kayınpederime İmamzâde diyorlardı. Zamanında Kırım’dan Romanya’ya, Romanya’dan da Bursa’ya göçmüşler. Kardeşlerinin bir kısmı da İstanbul’da kalmış. Kayınpederim, diplomalı ipekböceği tohumcusuydu. Birçok mikroskobu, tohum kutuları ve küçük küçük havanları vardı. Kayınpederim vefat ettikten sonra kayınvalidem Feride Hanım da bir müddet İpekçilik Enstitüsü’nde tohumculuk üzerine öğretmenlik yaptı. Kayınvalidem Feride Hanım’ın annesi Çerkez’di, kendisi çok güzel gergef işlerdi ve bu yüzden kendisine Gergefçi Hatice derlerdi. Ben gelin geldiğimde mahallede Türkçe konuşan yoktu. Herkes Tatarca konuşurdu; anlayabilirsen anla! Kulağımı dört açıyordum ama söylenenleri bir türlü anlayamıyordum. Sonra Tatarca’yı öğrendim, şimdi Türkçem bile o dile kaydı. Boşnakça, Tatarca, Türkçe, Azerice hepsinden anlıyorum.
Anlattıklarına göre, “Bursalılar, ilk geldiklerinde Tatarları istememişler. O zamanlar Yenimahalle’nin bulunduğu yerlerde mezarlık varmış. Aman istemezseniz istemeyin. Diriniz istemezse ölünüz ister,” deyip o mezarlığın bulunduğu yere yerleşmişler. Hatta kayınpederim Çukur Mahalle’ye Babadağ Camisi’ni yaptırmış. Kendisi çok hayırsever birisiydi; Romanya’dan 10 tane öksüz çocuk, 3 tane de dul kadın getirmişti. Kadınlar abi, çocuklar baba diye gelir, her bayram kayınpederimin elini öperlerdi. On çocuğu da büyütmüş, hepsini evlendirmişti.
İlk gelin geldiğim yıllarda koca mahallede 30-40 hane bir de çeşme vardı. Evimiz iki katlı ahşap bir evdi. Bir tek bizim eve rahmetli kayınpederim su almıştı. Mahalleli evine bizden su taşırdı. Sonra sonra mahalle gelişmeye başladı. Okuyan da yoktu, 18 yaşında çocuklar birinci sınıfta okurdu. Her ev bahçeliydi ve her evin bahçesinde meyve ağaçları vardı. Bir evdeki dut ağacı bütün mahalleliye yeterdi. Bahçelerde sebzeler yetiştirilirdi. Evimizin arkası dereydi ve yazın karpuzlar o dereye konurdu.
Aileler fakirdi ama kimse işsiz değildi. Kadın-erkek ipek fabrikalarında çalışırlardı. Yaşlılar, fabrikaya gidemeyenler de evlerde ipek çekerdi. Yani Yenimahalle’de yaşayan insanların %90’ı ipekle geçinirdi. Bir dönem bende fabrikada çalışmıştım. Bitişik üst komşumuz Ertan Sayılganlar’dı. Anneleri Hafız Hanım çok iyi bir insandı. Onlardan önce de aynı evde Bursa’nın bir numaralı marangozu Ziya Saylak otururdu. Bursa’nın ilk araba karoserini yapan kişi Emin Kucur da bizim komşumuzdu.
Mahalledeki komşular çok samimiydi. Hepsi geçim ehli, azimli ve idaresini bilen insanlardı. Kadınlar abdestinde, namazında, işinde; asil insanlardı. Komşu kapılarından, sokağa çıkmadan bahçelerden komşular birbirine geçerdi. Bizim de Ertan Sayılganlar ile aramızda komşu kapısı vardı ve o kapı hiç kapanmazdı.
Düğünler bir hafta sürerdi. Düğünden önce Perşembe günü çeyiz asma yapılır, bütün mahalleli davet edilir, yemekler ikram edilirdi. Umurbey Hamamı’na gelin hamamına gidilirdi. İlk olarak evlerde kına yapılırdı. Sonradan Umurbey Hamamı’nda kına yapılmaya başlandı. Hamamda dümbelek çalınıp eğlenilirdi. Ertesi gün fayton ya da atla gelin alınır, oğlan evinde yüksekçe bir yere oturtulurdu. Herkes bütün gün gelini seyreder, çeyizini gezerdi. Sonrada konuklara lokmalar, yemekler ikram edilirdi.
Bizim bütün büyüklerimiz öldü bir tek eşimin anneannesi kaldı. Mahallenin en büyüğü diye Cuma günleri sabahtan akşama kadar bütün konu komşu onu ziyarete gelirdi.
Bahçede kayınpederimin bir misafir odası vardı. Kendisi bayramlarda gelen misafirleri orada ağırlardı. Mahallenin ileri gelen adamlarından birisiydi ve bütün mahalle bayramlarda kendisini ziyarete gelirdi. Bir tane semaveri vardı; gelenlere orada çay ikram ederdi. Eşimde bayramlarda bir deste mendil alır, içine de biraz para koyar mahallenin çocuklarını sevindirirdi.
Ramazanda çocuklar toplanır ev ev gezer, Tatarca ramazan manileri söyler ve bahşiş toplarlardı. Sahurlarda komşular bize gelmek için can atardı. Bir komşumuz vardı; eşi gece çalışır, çocukları da uyurdu. Bana da: “Allah aşkına Hayriye Abla, sahurda beni de çağır; sizin sahurlar çok eğlenceli geçiyor” derdi. O gelirdi, kardeşim gelirdi, başka komşular gelirdi. Sahurlarımız çok keyifli olurdu. Önce mahallenin bütün ihtiyarlarını, sonra da eşimin işçilerini iftara çağırırdık. Şimdi kardeş kardeşi iftara çağırmaya çekiniyor.
Ben 1942 yılında buraya gelin geldiğimde evimizde elektrik vardı. Ne zaman eve elektrik geldiğini bilmiyorum.
Gelin geldiğim aileyi çok sevdim. Çok asil ve görgülü bir aileydi. Dini bütün insanlardı. Çok temiz, şartlı şurtlu ve kuralcı kimselerdi.
Mahallemizdeki evlerin hepsi eski, bahçeli, tek katlıydı. Burada ilk olarak yanılmıyorsam 1970 yıllarında Şenesenler evlerini müteahhitte verdiler. Ancak müteahhit temeli çok derin kazınca bizim evinde temelini bozdu ve evimiz zarar gördü. O yüzden bizde evimizi müteahhitte vererek yıktırmak zorunda kaldık. Eski evimiz bahçedeki oda ile beraber 5 odalıydı. İki tane mutfağımız vardı. Biri büyük, biri küçük mutfaktı. Küçük mutfakta yağlı yemekler yapılırdı. Boydan boya salonlar, solanların karşısında dolaplar vardı. Her odada da yüklük bulunuyordu. Temizlik zamanı evlerin bütün pencereleri çıkarılır, bahçelerde fırçayla ovulurdu. Evin zeminleri de tahtaydı, onlarda fırçalanırdı. Ev mis gibi tahta kokardı. Temizlik yapılacağı zaman komşular hep yardıma gelirdi. Bizim evimiz kalabalık diye her hafta bir tane çamaşırcı gelir, çamaşırları yıkardı. Bir hafta çamaşırcı gelmedi; ben ne yapsam diye kara kara düşünüyorum. Komşumuzda evden çıkmış işe gidiyordu. Beni görünce; “Hayırdır komşum ne oldu” diye sordu. Durumumu anlatınca; “Dur, benim daha bir saat vaktim var; ben sana yardım ederim” dedi; çıkardı mantosunu bir saat benim çamaşırlarıma yardım etti. Şimdi kim yapar bunu. Biz öyle güzel komşuluklar yaşadık.
Eşim uzun bir dönem mahallenin muhtarlığını yaptı. Kıtlık zamanı mahalleliye ekmek alması için kupon verirdik. Çok zor, sıkıntılı zamanlardı. Ölüleri sarmaya kefen bile bulunmazdı. Eşim ticaret yaptığı için bazı şeylere ulaşabilirdi. Neyi çok bulursa getirir bütün mahalleliye dağıttırırdı. Ramazanlarda bana para verir, bütün mahallelerde ki fakirleri bulur bu paraları ellerine verirdik. Eskiden durumu iyi olan insanlar, ihtiyaç sahiplerine kendileri gider, hayırlarını verirlerdi. Kışın topla pazen alır, yazın ise bir top basma alır, bütün mahalleye dağıtırdı. Fabrikasında hangi kız evlenirse ne eksiğin var diye sorardı. Eşim çok yardımsever olduğu için öldüğünde bütün mahalleli babamız öldü diye ağladı. Az önce de söylediğim gibi biz çok güzel komşular, komşuluklar gördük. Şimdiki nesil çok rahat ama bu konuda çok şanssız.
Sibel Gök tarafından 18 Temmuz 2013 tarihinde görüşülmüştür.