1948 yılında Rize’de doğdum ve 1949 yılının Mayıs ayında Bursa Emirsultan Mahallesi Tekler Sokak’a taşınmışız. Sokağımız yukarıdan aşağıya basamaklıydı. Sonradan o basamaklar kalktı. Yerine yol yapıldı.
Bursa’ya geldiğimizde annem Zehra 18, babam Recep Ali 20 yaşındaymış. Babam Bitpazarı’nda terzilik yapardı. Bursa’ya göç ederken önce dükkân satın almışlar, sonra ev yapmışlar. Seferberlikte Rize’ye düşman girince dedem 7 yaşındaymış. Bunlar Bursa’ya kaçmışlar. Dedemin kuzenlerini dedemin babası Bursa’ya getirmiş. Seferberlikten sonra dedemin babası Rize’ye geri dönmeye karar veriyor. Ancak o zaman Bursa’nın yetkilisi kimse ona bir ev gösteriyor ve Bursa’da kimse kalmadı sen çoluk çocuğun ile burada otur diyor. Senden para pul istemiyoruz, yeter ki Bursa şenlensin. Ancak dedemin babası bunu kabul etmiyor. “Ben hak yiyemem, kim bilir bu evin sahipleri kimlerdi, şimdi kim bilir ne haldeler? Kısmeti varsa çocuklarım da döner ama ben şimdi memleketime geri dönüyorum” diyor ve Rize’ye geri dönüyor. Dedemin kuzenleri Bursa’da kalıyor, dedem babasıyla Rize’ye geri dönüyor. Ancak yıllar sonra annemi de gelin alınca dedem“ben kuzenlerimin yanına Bursa’ya gidiyorum” diyor ve 1949 yılında tekrar buraya geri dönüyor. İyi ki de gelmişiz. Allah razı olsun.
Emir Buhari Kültür Merkezi’nin arkasındaki Kur’an kursunun bulunduğu yerde imam evi vardı. Önü- arkası büyük bahçeliydi. Bahçeye Yeşil Medresesi’nin bahçesindeki sarmaşıktan ekmişlerdi. O sarmaşıktan önce biz bir ip çektik, sarmaşık o ipi sardı. Hamamın arkasında Komşu Anne’nin evi vardı. Geçmiş yıllarda o ev yandı. Komşu Anne sarmaşığı bir iple çekti derken sarmaşığı yukarıya kadar sokakta çapraz yaptık. O kadar güzeldi ki. O sarmaşıklar aşağıya kadar sarkardı. Bir Allah’ın kulu, bir çocuk, hayvan bile ısırmazdı o sarmaşıkları. Başlarını eğer altından geçerlerdi. Turistler gelir, Komşu Anne’nin evinin oraya bir halı atarlar o sarmaşığın resmini çizerlerdi.
Kara Kazım diye bir amcamız vardı, atla odun taşırdı. Her sabah hangi evde genç kız varsa çıkar, kapıların önünü yıkar, süpürür, pırıl pırılyapardı. Bir tane çöp olmazdı ama o Kazım Aga odun taşırken atı her yere pislerdi. Çerezciler diye anılan bir aile vardı, rahmetli teyze eline bir poşet giyer, bir eline de faraşı alır o pislikleri toplar, götürür çiçeğin dibine dökerdi, itina ile…
Komşuluk ilişkileri de çok özenliydi. Bir genç kızın ya da delikanlının yanlış bir hareketini gördüklerinde asla anne-babaya şikâyet etmezlerdi. Hemen genci bir kenara çeker nasihatte bulunurlardı. Komşularımızı çok severdim.
İkinci sınıfa kadar Emir Buhari İlkokulu’nda okudum. Şimdiki Emir Buhari Kültür Merkezi’nin bulunduğu yerdeydi okulumuz. Bahçesinde bir göz oda vardı. Orada da ders işleniyordu birde karşı tarafa bir derslik yapılmıştı. Şimdiki marketlerin bulunduğu tarafta da kahveler vardı. Bahçesinde de çeşmesi vardı. Okuldan sonra iki katlı, önü bahçeli kerpiçten bir ev vardı. Hafız Hüsamettin’in eviydi. Alt katı kullanırlardı. Kendisi diş pratisyeniymiş ama hafızlık yapıyordu. İki kızı, iki oğlu vardı. Evin bahçesi, havuzu her şeyi vardı. Tekke olan yer orasıydı. Onlar bizim derdi ama mahalleli bilirdi onların olmadığını. Evladiyelik gibi bir şeymiş, torundan toruna intikal etmiş.
Okulda bize süt tozu verirlerdi. Bardağımızı, kaşığımızı yanımızda götürürdük. Götürdüğümüz bardakta bize süttozu eritip verirlerdi. Amcamla aynı dönemde okuyorduk. Evden bize bir poşetin içinde tek bardak verirlerdi. Ben beklerdim amcam bana bardağı verirdi, bende yıkayıp o bardaktan süt içerdim. Bazen beni bekletir, canı isteyince bardağı vermez, sallar sallar duvara vurur bardak kırılırdı; ben kalırdım. Ne akıl, niye iki bardak vermezlermiş bilmem. Okulda müsamereler yapılırdı, bahçeye sandalyeler dizilirdi. Dişçi Şadi’nin babası Şinasi Bey hatırladığım kadarıyla başöğretmendi. Uzun boylu birisiydi, ondan çok çekinirdik.
Okulun karşı tarafında da akrabamız Hafız Mustafa Erman’ın evleri vardı. Kendisi hafızı kurra idi. Bursa’da herkes onu tanırdı. Evi eski tip göz göz bir evdi. Bir kaç gözünde kendisi oturur, diğerlerini kiraya verirdi. Hamamın yan tarafında da (şu an boşluk olan yer) Komşu Anne dediğimiz kimseler otururdu. Bu Emirsultan’ın yarısı Komşu Anne’nin kayınpederine aitmiş. Kocası Şemsettin Tarhan’a miras kalmış ama sata sata bir tek bu evi bırakmış. O evde yandı zaten. Onun bitişiğinde de yine dedemin kuzeni Osman Amca’nın evleri vardı. Komşu Annemiz çok iyi bir insandı. Kendisi terziydi; arife geceleri bile mahallenin çocuklarına elbise dikerdi. Ama hiçbir komşu da ondan hiçbir emeğini esirgemezdi. Bayram gelince temizliğini yaparlar, çamaşır yıkarken yardıma giderlerdi. Üç oğlu ve bir kızı vardı. Ama sonunda yalnız başına yaşarken evle birlikte yandı.
Mahallenin muhtarı İbrahim İstek vardı. Benim çocukluğumdan beri burada muhtardı. Onun yeğeni Mustafa İstek bizim bitişiğimizde otururdu. Şimdi orası Güllük Apartmanı oldu. Onlarda çok iyi insanlardı. Hepsi çok iyilerdi. Hiç kötü kimseyi hatırlamıyorum. Beni çok sık bakkala yollarlardı. Dedem gidiyorum diye bana kızardı. Ama bakkal her gidişimde bana karamelaverirdi. O yüzden kim istese bakkala gitmek için can atardım. O karamelabana çok güzel gelirdi. Bakkal tünelin karşısındaki kahvenin arkasındaki eski evdeydi. Bakkalımız İbrahim Amcaydı. Hemen yeni yapılan meydana gelmeden ki merdivenlerin orası olmuş oluyor. Orada sıra sıra eski dükkânlar vardı. O zamanlar burası tek caddeydi. Sağlık Ocağı’nın olduğu yer caminin tuvaletiydi. Sağlık Ocağı’na her gidişimde aklıma geliyor. Bu meydan yeni haliyle de güzel oldu ama biliyor musun eski insanlar olmayınca yeni yapılan güzel yapılar hiç tat vermiyor. Bazen mahalleye gelince gözüm eski komşuları arıyor.
Biz eşim Ali Salihoğlu ile 1967’de nişanlandık; 1967 Adapazarı depreminde de eşimin evleri yıkıldı. Dedem de düğün için acele etti, bir yandan da askerlik çıktı. Ben iki aylık evliyken eşim askere gitti. O arada ev yapacak durum da yoktu. O yüzden evlendikten sonra bir yere gitmedim, evde kaldım. O yüzden gelin olup gidiyorum diye bir üzüntü de yoktu içimde. Mesela bana kına yakılırken yüzüme kırmızı bir örtü örttüler, “Yüksek yüksek tepelere” türküsüyle ağlatmaya çalışıyorlardı. Bende çıt yok ama arada sırada ağlıyormuş gibi omuzlarımı sallıyorum, bu sefer örtüyü bir açtılar beni gülerken görünce pes ettiler.
Nişanımız evde oldu. Nişanda gelin giyinir, kuşanır, berbere giderdi. Damatla yan yana çıkarlardı. Küçük bir konuşma yapılır ve yüzükler takılırdı. Sonra erkekler ve kadınlar ayrılır, kadınlar isterlerse oynarlardı. Ama bizim zamanımızda pek oynama yoktu. Günah diye addedilmişti ama sonradan bunların hepsi yıkıldı. Mesela bir gün radyoda çok güzel horon havası çalıyordu. Dedem antremizdeki sallanır koltuğunda oturuyordu. Ben de onun arkasına geçtim ve sessizce, dedemden gizli horon çekmeye başladım. Beni görmüyor ama meğer benim gölgem karşı duvara vuruyormuş. Horonum bittikten sonra babaannem indi, dedem benden için “düğünü bittiyse bir çay koysun” dedi. Onlarda böyle yavaş yavaş alışageldiler.
Düğünden önce gelinin çeyizi mutlaka asılırdı. Mendili, yemenisi, çorabı, kumaşları, iç çamaşırına kadar her şeyi duvarlara asarlardı. Yeşil’de Şekerci Mustafa’nın gelini herkese çeyiz sermeye giderdi. Çok güzel çeyiz serdiği, kumaşlardan dekor yaptığı için onu çağırırlardı.
Düğünden önceki gün gelin hamamı yapılırdı. Gelinin arkadaşları davet edilirdi. Herkes gelin hamamına özel şortlar, mayolar dikinirdi. Diğerleri peştamalla hamama girerdi. Hamam da çalar, oynanırdı. Genelde Hüsnü Güzel Hamamı’na gidilirdi. Hamamdan dönüşte de evdeki büyükler kızlara yemek verirlerdi. Sonra el kınası yapılırdı. Çalınır, eğlenilirdi. El kınası kız tarafına ait olur, ertesi günde oğlan evi çengi tutardı. Oynamak isteyenler çengiye para atıp oynamaya kalkardı. Çengilerin omuzlarına havlu, önlerine mangal konurdu. Herhalde o mangalda kahve yapıyorlardı. Keyiflerine çok düşkün olurlardı. Bayağı meşhur çengiler vardı.
Eski okul yıkılıp yeni okul yapıldıktan sonra ona bir tiyatro sahnesi yapmışlardı. Orada ki ilk düğün benim düğünüm oldu. Okulu çok severdim. Okuyamadım ama nikâhım okulda kıyıldı. Dedem biraz sofucanaydı. Nikâhtan sonra erkekler dağılır, kadınlar kalırdı. O yıllarda düğünlerde çengi tutulurdu ama dedem bize çengi tutmamız için müsaade etmedi. Nikâh bittikten sonra herkes oynayacak ama çalgı yok. Ay nasıl üzüldüm. Sonra bir akraba kızı “ben biliyorum çalmasını sen bir darbuka buldur” dedi. Hemen bir arkadaşa darbuka getirttim. Ben de çok güzel darbuka çalardım. Benim düğünüm sönük olduğu için yakınlarımın düğünlerinde hep darbuka çaldım. Dedem “bu çingeneyi nerede buldunuz?” derdi.
Ertesi gün oğlan evi arabalarla belli bir saatte gelin almaya gelirdi. Gelen bütün konuklar içeri girerdi. Yakın akrabalar belli bir sırayla otururlardı. Gelin çıkınca hepsinin elini öper, hepsi de hediyesini gelinin eline sıkıştırırdı. Gelin evi konuklarına bütçesine göre şeker, lokum, şerbet ikram ederdi. Ondan sonra gelin kapıya çıkarılırdı.
Gelin almayla ilgili bir anımı anlatmak istiyorum. Ben daha genç kızken Mollaarap’ta bir eve kız almaya gittik. Bana dediler ki; “mahallede genç kız olarak en küçük sensin, sana yakışır; gir mutfağa bir kap çal.” “Hırsız mı olucam?”, dedim. “Yok, sonra biz onu gelinin odasına koyacağız” dediler. Girdim mutfağa iki tane kapak bulabildim. Göstermeden arabaya bindim. Kimisi ağlıyor, kimisi geline bay bay yapıyor. Bende arabadan çıkardım iki kapağı birbirine vurmaya başladım. Beni görünce hepsi gülmeye başladı. Kız evinden bir şey çalmak çok önemliydi nedense. Sonra gelinin odasına o çalınan şey asılırdı, sahibi görünce alır götürürdü. Gelinin arkasından oğlan evine baklava götürülürdü. Yöreye göre adetler değişiyor tabi.
Babaannem ayaklarına sülük tutardı. O ağrılarına çok iyi gelirdi. Bende çok taklit yapardım. Canım sıkılınca “şifalı sülük geldi hanım” diye bağırırdım. Babaannem hemen “sülükçü geldi, sülükçü geldi!” diye şişelerini alır, sokağa koştururdu.
Babaanneme Kilimci Gülsüm derlerdi. Kendisi pala kilim dokurdu. Kadınlar evde palalarını yırtar, yumak yapar, babaanneme getirirlerdi. Bahçedeki tezgâhında o palayla çok güzel kilimler dokudu. Ben geç vakte kadar babaannemin adını bilmezdim. Herkes babaanneme Kilimci Teyze derdi. Bende bir komşunun kapısını çalınca “kim o?” dediklerinde; “Kilimcinin Torunu” derdim. Sonra babaannem bana “benim bir adım var” demişti. Annemde kilim ve merserize ipten çorap dokurdu. Kayhan’da bir dükkâna verirdi. Çok iyi bir annem vardı. Çok iyi komşularımız vardı. Ben bir kere bile annem ve babaannemin komşularımız hakkında tek kelime dedikodu yaptıklarını asla duymadım. Aynı evin içinde üç gelin geçindiler. Üç gelin ve biz torunlar. Hiç kavga, gürültü olmadı. Sevgi, saygı çoktu. Büyük amcam Mustafa Erman’ın İpekçilik’te terzi dükkânı vardı. Bursa’daki en iyi terzilerden biriydi. O öldüğü zaman bir hafta kapımızın önünden kalabalık eksilmedi. O kadar çok sevilirdi. Çok yağmur yağdığında İpekçilik Caddesi’nden sel inerken caddeye tahtalar koyup insanların karşıya geçmelerine yardımcı olurmuş. İnsanlar geldiklerinde hep amcamın bu iyiliklerini anlattılar. İkinci amcam Necati’de gömlekçiydi. Bir de küçük amcam Ahmet vardı. O da öğretmen oldu.
1974 yılında evimiz yıkıldı ve yerine yeni bir ev yapıldı. Bizim sokağımızda genelde yeni evlerin yapımına bu tarihlerde başlandı.
1995 yılında KaramazakMuhtarlığı’nın arka tarafına taşındım. Eşimde müteahhitlik yapıyordu o zamanlar. O buradan taşınmayı pek istemedi ama benim isteğimi de kırmadı ve Karamazak’ta yaptığı dairelerden birine taşındık.
Bende terzilik yapardım. Ancak asla karşılığında para almadım. Benim diktiğim bir kıyafeti siz giyiyorsanız o benim için en büyük mükâfattı. Çünkü Komşu Annemiz olmasaydı bizde yeni kıyafetler giyemeyecektik. Düğün ya da bayram olduğunda anneme “anne ben yeni bir şey giymeyecek miyim?”, derdim. O da “kızım kim dikecek sana, kimse yok ki” derdi. Komşu Annem imdada yetişirdi.
Ramazan ayında herkes teraviye giderdi. Beni pek salmazlardı ama amcam çıktıysa peşinden bende çıkardım. Caddemiz tekti ama meydan büyük bir meydandı. Ramazanda meydanda süt veya mevsimine göre boza dağıtılırdı. Meydana gidip boza veya süt içmeyi çok severdim. Cuma günleri camide lokum dağıtılırdı. Akşamüzeri cama oturup iftara gidenleri seyrederdim.
Bayramlarda bayramlıklar dikinilirdi. Çocukken sabah kahvaltı yaptıktan sonra hemen sokağa çıkar komşuları gezer, ellerini öperdik. Kimi komşular para verirdi, çocuk olarak çok hoşumuza giderdi. Bizden sonra büyükler komşu ziyaretine giderlerdi. İkramlar yine aynıydı. Kurbansa et, Ramazan’da da genelde tatlı ikram edilirdi.
Meydanda otobüs durağı vardı. Onun yanında da bir çınar ağacı vardı. Çok güzeldi. Sonbaharda sabahları kalkınca evin kapısını açamazdım. Her yeri çınar yaprakları kaplardı. Bayılırdım o çınar yapraklarının üzerinde yürümeye. Çıkardığı ses çok hoşuma giderdi.
Komşularımızdan Mustafa İstek marangozdu, Recep Amca havlucuydu, Osman Amca inşaatçıydı; yıktığı inşaatlardan antikaları toplar, evine getirirdi. Bir komşumuz hafızdı, Komşu Annenin eşi ince marangozdu, Nuri İrdesel perdeciydi, Hüseyin Hısım terziydi. Bir de hamama bitişik iki göz odası olan bir ev vardı. Fatma Hanım ailesi ile orada otururdu. Köşe bir evdi. Mesela sorarlar kime gidiyorsun diye, “Köşe Fatma’ya” derlerdi. Köşede oturduğu için kadının lakabı Köşe Fatma olarak kaldı. Bir dönem hamamı onlar işletmişlerdi.
Şimdiki tünelden bu tarafa doğru dar bir cadde vardı. Cadde boyunca sırayla eski evler, Karamazak’a çıkan bir bayır ve fabrika vardı. Camiye yaklaştıkça sağda yüksek bir duvar vardı. Duvarın arkasında bahçe içinde bir ev vardı. Duvar bitiminde döndüğün zaman çıkmaz bir sokak vardı. Şimdi apartman olan yerlerde, Emine Hanım’ın, yengelerimin evleri, küçücük bir camı olan Vehbi Amca’nın bakkalı vardı. Orada ekmek satardı. Bakkaldan sonra Hüsamettinlere ait eski bahçe içinde bir ev vardı. Onun yanında Mehmet Bakkal, köşede Ahmet Bakkal vardı. O kadar çok değişti ki şimdi anlatması çok zor. Her dönem mahalleye yeni bir şeyler yapıldı. Daha öncede söylediğim gibi mahallemiz çok güzel oldu ama insan o eski komşuları arıyor.
Sibel Gök tarafından 16 Mart 2015 tarihinde görüşüldü.