1940 yılında Nalbantoğlu Mahallesi Basak Caddesi’nde, şu anki Carfeoursa’nın olduğu yerde dünyaya geldim. Babam derdi ki: biz Ertuğrul Gazi ile birlikte Kayı Boyu’ndan gelen, Cura Bey’in soyundanız. 6 nesil önce Söğüt’ten Bursa’ya göç etmişler. Önce Meydancık, daha sonra da benim doğduğum evi satın almışlar. Babam, benden Cura Bey’i araştırmamı rica etti. Bir gezi esnasında Söğüt’e uğradım. Orada kahvede oturan eskilerle sohbet ettim. Onlara, Cura Bey’i tanıyıp tanımadıklarını sordum. Söğüt’te o isimde bir cami olduğunu; ancak yıkıldığını; aşağıda da Curabey Caddesi olduğunu söylediler. Ama Cura Bey’i tanımıyorlardı. Annem ise İstanbul kökenliydi. Kendisi Trablusgarp’ta yani Libya’da dünyaya gelmiş. Babası ise Libya’da savcıymış.
Dedem Şeref Otel’in sahibiydi. Yeri şu anki İnönü Caddesi’ndeki BP’nin olduğu yerdi. Dedeme Hancı Halit Ağa derlerdi. Babamın ismi ise Ahmet Hamdi idi.
Basak Caddesi’nden Bademli Sokak No:3’e taşındık. 5 numarada Şadi Alyanak, 7 numarada Doktor Tahir Alyanak, 1 numarada da Savaş Parlar otururdu. Bizim aralığa girişte sağda, Reşat Atıl’ın kömürlüğü vardı. Çapraz karşıda Mustafa Tahtakıran, onun üstünde Erol Aysan, Tahtakıranların yanında ise büyük bahçeli bir ev vardı. Gürdal mağazasının sahipleri burada kirada otururdu. Yanı kozaklıktı. Sonra oraya Recep Sezer bina yaptı. Köşede Turanların evi vardı. Özhan Canaydın’da orada otururdu. Ayrıca sokağımızda kasap Mustafa Uzkes’in çok güzel bir evi bulunmaktaydı. Biraz daha ileride muhallebici Nezir’in at ahırı vardı. Kedili Nemciye Hanım Teyze’nin evi ahırın yanındaydı. Karşısında Hacivatlar’ın, çok güzel tavan süslemeleri olan bir evi vardı. Bugünkü Eser-Kirazlı İş Merkezi’nin olduğu yerde halam oturuyordu. Orası önce ev, daha sonra Halk Partisi’nin yeri, ondan sonra da Naci Kurtul’un oteli oldu. Güven Otel olarak bilinirdi. Binanın aralık tarafına doğruki kapısından Avcılık-Atıcılık Kulübü’ne girilirdi. Şu anda ise Eser-Kirazlı iş Merkezi olarak biliniyor.
Sokağımız daracıktı. Çatılar birbirine çok yakındı. Evimiz tek katlıydı. Ancak, Atatürk Caddesi’ne bakan taraf çift katlıydı. Sobalı olduğu için her evde odunluk, kömürlük bulunurdu.
İşgal döneminde Abdülrezzak Püskülsüz Efe’yi ve direnişi dedem gizlice desteklemiş. Nasıl olduysa, İtalyan tabiiyetine geçmiş ve otele İtalyan bayrağı asmış. İşgal sırasında daha rahat etmesi için bu gerekliymiş.
Babam bana bir gün “Celal Bayar ile karşılaşırsan kendini takdim et” dedi. Takdim de bizde, kendini tanıtırken dedenin lakabı ile tanıtmaktı. “Halit Ağa’nın torunuyum dersin” dedi. Bursa Festival’inde yönetim kurulundaydım. Çelik Palas’ta misafirlerle birlikteyken tesadüfen Celal Bayar’da oradaydı. Demokrat Parti’nin il yöneticisi Recep Bey’e “Müsaade ederseniz, ben Beyefendi’nin elini öpebilir miyim?” diye rica ettim. Recep Bey’de “Tabi Halit’çim, memnun olurlar” dedi. Sonra gittim Celal Bey’in yanına “Efendim ben Hancı Halit Ağa’nın torunuyum. Babam bana eğer günün birinde fırsatım olursa size kendimi tanıtmamı ve elinizi öpmemi vasiyet etti.” dedim. “Sen hangisinin oğlusun, atçı olanın mı?” dedi. “Evet” dedim. “Baban sana niye öyle söylemiş biliyor musun? Anlattı mı sana?” dedi. “Evet, anlattı” dedim. Babamın anlattığı hikâye şuydu: Yunan işgali döneminde Celal Bayar Bursa’da tutuklanmış. Tümen, şu anki garnizonun olduğu yerdeymiş. Dedem, babamın beline iki tane kuşak sarmış. “Gideceksin surlardan tırmanacaksın; bunu senden birileri alacak” demiş. Babam gidip surlardan tırmanıyor ve o kişinin Celal Bayar olduğunu bilmeden dedemin gönderdiklerini O’na veriyor. Meğer Celal Bayar bu kuşakları kaçmak için kullanacakmış ve babam da O’na bilmeden yardım etmiş.
Alışverişlerimizi Tahtakale’den yapardık. Tespihlioğlu Bakkaliyesi, Sarı Kasap, manav Fahrettin alışveriş ettiğimiz esnaflardandı. Alınan şeyler zembillerle eve taşınırdı. Çok alışveriş yapıldıysa küfeciler getirirdi. Nezir ve Karlıdağ muhallebicisi, Turan ve Kafkas Pastaneleri vardı. Ulus Pastanesi, Kapalıçarşı’nın girişindeydi. Sonra Atatürk Caddesi’ne taşındı. Ramiz Öztat kestane şekerlerini tülbentlere sarıp yapardı. İGS’nin oradan yukarı çıkarken hemen sağda Tütüncü Mehmet Efendi vardı. Orada çeşit çeşit sigaralar satılırdı. Gri renkli bir forma giyerdi.
Kapılarımızın hepsinde ip vardı. İpi çeker girerdik. Evimizde Pınarbaşı suyumuz vardı. Suyun içinde yazın; kavun, karpuz, yemekler soğutulurdu.
Radyomuz her zaman vardı. Buzdolabı olmadığı için katırlarla Uludağ’dan getirilen buzlardan satın alırdık. Kocaman buz kalıpları keçe, saman, talaşa sarılarak Ulucami’nin köşesindeki çeşmenin olduğu yerde satılırdı. Testereyle kesilir; isteyenlere verilirdi.
Ramazanda sahura bütün aile kalkardı. Davulcular güzel maniler okurlardı. Akşamları bizi fırına pide yaptırmaya gönderirlerdi. İftar vakti herkes toparlanır; iftar edilir ve erkekler teraviye giderdi. Bayramda önce hediyeler alınırdı. Mendil taşıma ve verme âdeti vardı. Tanıdık çocuklar el öpmeye gelirlerdi ve gelen çocuklara çorap, mendil, bozuk para, şeker verilirdi. Bayram namazına gidip geldikten sonraki o bayram kahvaltısı çok önemliydi. Bayram namazı da iftar gibi topla duyurulurdu. Bursa o zamanlar küçücüktü. Topun sesi her yerden duyulurdu.
Bayram günlerinde öğlenleri Pınarbaşı’nda ki bayram yerine giderdik. Aynalar, pamuk helva, elma şekeri, horoz şekeri, macuncular olurdu.
Mahallemiz zengin bir mahalleydi. Ancak bu sadece para anlamında değildi. Görgü, anlayış, görüş zenginliğiydi. O zamanlar hiç kimse iflas etmezdi. Mahallede kimsede araba yoktu. Aslında maddi durumları almaya müsait insanlar çoktu; ama kimse de araba yoktu. Giyim kuşama şimdiki gibi fazlaca önem verilmiyordu. Fabrikalarda iplik masaraları vardı. Kalemlerimiz iyice küçüldüğünde ucuna bu masaraları takar; öyle uzatıp kullanırdık. Evlerde yama yumurtası vardı. Yumurta şeklinde, tahtadan, üstü cilalanmış aletlerdi. Çorapların yamaları onlarla yapılıyordu. Eski çarşaflar kesilip; dikilerek toz bezleri yapılırdı. İpek çoraplar kaçınca çekmeye götürülürdü, atılmazdı.
Naylon poşetler yoktu. Normal gazete hamurla yapıştırılır, gazete kese kâğıdı yapılırdı.
Tahtakale’de akşamları peygamber pazarı olurdu. Tezgâhta kalanın hepsi 2 lira, 3 liraya satılırdı. Peygamber pazarında tartı yoktu. Çatlak yumurta bile satılırdı.
Düğünlerde gelin evinden alınırken, görünmesin diye tünel gibi çarşaflar gerilirdi. Gelin çıkarken bereket olsun diye pirinç, şeker, para atılırdı. Mahallenin çocukları gelin almaya gelenlerin yolunu kesip, bahşiş isterlerdi. Yemekler, evlerde yapılırdı. Eğlencede erkekler ayrı, kadınlar ayrı otururdu. Gelinlere muhakkak gelin teli takılırdı. Bu gelin telinden, evlenecek gençlere, kısmetleri açılsın diye verirlerdi. Tarihi Belediye Binası’nın üst katı nikâh salonuydu.
Sünnetlerde çocuklar, tek sünnet ettirilmezdi. Tek çocuksa bile yanında ihtiyaç sahibi biri daha sünnet ettirilirdi. Sokağımızda, bazen toplu sünnet olurdu. Sünnette faytonlarla, Emir Sultan’ı ziyarete gidilirdi. Sonra dönülür ve sünnet gerçekleşirdi. Benim sünnetimde hokkabaz getirmişlerdi.
Sibel Gök tarafından 25 Ağustos 2010 tarihinde görüşülmüştür.