1963 yılında Bursa’da doğdum. Dedemler, Rus savaşında Rusya’dan çıkarılan Dağıstan Türklerindendir. Bursa’ya ilk olarak Emirsultan Mahallesi’ne yerleşmiş; oradan da Heykel’e yerleşmişler.
Mahallemizin yatır veya dedesi Akbıyık Sultan vardır. Mahallemizde, şu anda oturduğum apartmanın toprağının olduğu yer Akbıyık Medresesi’nin olduğu yermiş; ben de bunu Kazım amcadan öğrendim.
Caminin yan tarafında ders ünitelerinin olduğunu sonradan öğrendim. Akbıyık Dede, Şam tarafından buraya gelmiştir. Eğitimci bir kimliği vardır.
Mahallede 600 kişilik bir soyisime sahip olduğunu biliyorum. Bunu da bir zamanlar Akbıyık sultanın bulunduğu yerin kaldırılma çalışması olmuş; hükümet tarafında yol çalışması yapılacakmış. O zaman aile büyüklerine bu konu hakkında bilgi verilmiş; o 600 kişiden 100 kişilik eğer yıkılırsa; biz de bütün ürünlerini alıp ülkemize götürürüz demişler ve yıkım durdurulmuş.
İlk Akbıyık mahallesinin kurulum döneminde, Pınarbaşı’ndan gelen su, bütün evlerin bahçelerinden akarak gelirmiş. Bütün bahçelerde suyun akması için yer verilmiş. O su, her evden yol şeklinde akıyormuş. Ve sabahleyin saat on’da sabah kahvesi saati olurmuş. O gün o kahve kimde içilecekse suyun en üstündeki ev sahibi kâğıttan bir kayık yapar üzerine kimde toplanılacağı yazılırmış. Ve saat dokuz bucukta evlerin bahçelerinden akan suya bırakılırmış. Suyun başında bekleyen kadınlar sırayla kime gideceklerini öğrenir ve o kâğıt kayığı suya yeniden bırakırmış. Tabi o günleri göremedim; ama bunu çok kişiden dinlemiştim.
Benim gözlemlediğim düğünlerde farklı bir adet yoktu; sadece düğün evinde telaş çok olduğu için komşular tarafında yemek yapılırdı. Düğün evinin temizlenmesi için yardımda bulunulurdu. Düğünü yapacak kişinin işleri çok olduğu için bir liste belirlenir ve komşular iş paylaşımına giderlerdi.
İlk dişim çıktığında evde toplantı yapılmıştı. Buğday kaynatılmıştı. Ben de dişimi herkese gösterip “bakın artık ben büyüyorum; o küçük ben değilim” demiştim; çıkan dişi dışarı atmıştım. Hatta bu yüzden annem bana kızmıştı. “Neden dışarı attın? Ben senin göbeğini de buraya gömmüştüm; senin buralardan ayrılmanı istemiyorum” demişti. Ama ben, onu dışarı atmıştım. Ve şimdi şehir şehir, ülke ülke gezen biriyim.
Mahalledeki sünnetlerden abimin sünnetini hatırlıyorum: O zaman biz ata binerdik piliçkalar vardı. Sünnet çocukları piliçkalarla gezdirilirdi. Emir sultan ziyaret edilirdi. Ben de abimi kıskandığım için onunla birlikte piliçkada gezmiştim. Eve gelindiğinde ise misafirlere o zamanın Geye dondurmasının juti jütsal diye bir dondurması dağıtılırdı. O zamanlarda, düğün salonları kullanılmazdı.
Mahallede kız erkek anlaşması öyle çok söz konusu değildi; herkes, anne babasına çok güvenir ve inanırdı. Anne baba kimi derse onunla evlenilirdi. Görücü ulusu evlilik vardı.
Hıdrellezde bahçelerimiz çok büyük olduğu için bahçemizdeki güllerin dibine istek paralarımızı koyardık. Sabah, kapılarımıza bakardık ki bir sürü saçma şeyler asılmış olurdu. Sonrada Temenyeri’ne gider ateşler yakılırdı. Eğlenceler olurdu.
Mahallede yardımlaşma çok fazlaydı. Hatta komşulara cam silmeye bile giderdim. Birlikte pazar alışverişine giderdik. Birisinin elinde yük görelim hemen gider; elinden alır; taşımasına yarımcı olurduk. Mahallede oturmak bambaşkaydı; sokaklar her zaman temizdi. Her sabah herkes kapının önünü süpürdü. Sokaklar, Yahudi patikalarıyla doluydu. Bu taşların aralarında çıkan otlar şehrin içinde bize yeşilliği gösteriyordu. Ama şimdi her taraf asfaltlanmış durumda.
Asker uğurlamalarda mutlaka kapı kapı dolaşıp hediyeler verilirdi. Askere gidecekler için bütün komşular dua ederlerdi.
Ben, kız çocuğu olduğum için sokağa çok fazla çıkmadım; evimizin bahçesi çok büyük olduğundan arkadaşlarım eve gelirdi. Orada evcilik oynardık. Yaz döneminde evin bahçesinde küçük su birikintisi olan bir çukur vardı. Evin meyve ve sebzelerini bu kuyuda soğuturlardı. Bizim de çocuk oyunlarımız bu kuyunun başında geçerdi.
Annem, bu mahalleye İsabey’den gelin gelmiş; babamsa Dağıstan göçmenidir. Bize gelen misafir çok olurdu; özellikle İsabey’den Tahtakale’ye ürünlerini satmak için gelen köylüler, bizim evimizde dinlenir; yemeklerini yerlerdi. Evlerine giderken de köyden getirmiş oldukları ürünlerden bize de bırakırlardı. Bu, devamlı tekrarlanırdı. Annemse bu gelen misafirlerden hiç sıkıntı duymaz; hatta onları en iyi şekilde ağırlardı.
Mahallemizde gezekler olurdu. O zamanlarda evlerin kapılarına yeşil ışık yakılırdı. Evde sedirler kaldırılırdı. Sabaha kadar eğlenildiği zamanlar olurdu.
Mahallede kapıya nal asarlardı. Bazı evlerde bereket için bazı çiçek tohumları bir beze sarılır; kapıya asılırdı. Sabahları güneş doğumuna yakın evlerin kapıları açılır güneşin içeri doğması sağlanırdı. Bunun da eve bereket getireceğine inanılırdı.
Mahallede elektrik olmadığı dönemlerde gaz lambası kullanılırdı. Benimse küçükken görevim bu lambayı söndürüldüğünde dışarıya çıkarmaktı. Yoksa bu lambalar eve ağır bir koku verirdi.
İlk radyo bizim evimizde vardı. Küçüklüğümde, o radyonun antenini örümcek zannederdim. Gider; elimle dokunurdum. Sonra anneme gider ‘anne örümcek beni ısırmıyor’ derdim. Bütün aile, onun başına oturur; haberleri ve radyo tiyatrolarını dinlerdik.
İlk televizyon, mahallede Şerif Amca ve Saffet Teyzemin evinde vardı. Onlar, benim dedemin arkadaşlarıydı. Televizyon, Saffet teyzelere geldiğinde biz yayın olan her akşam ağlayarak; annemi zorla oraya götürürdük. Bir odada 40 50 kişi oturur televizyonu izlerdik. Ve bundan ev sahipleri hiç rahatsız olmazlardı. Üstelik çay demleyip ikram ederlerdi.
İlk telefon geldiğinde ben 4 veya 5 yaşındaydım. Büyük, siyah demir bir telefondu. Çok ağır olduğu için ben çeviremezdim. Bütün mahalle, telefon numaramızı biliyordu. Herkes, tüm akrabalarına o numarayı veriyordu. Biz de mahalleye postahane görevi verir; bundan da hiç şikâyetçi olmazdık.
İlk otomobillerden bir tanesi de babamda vardı. Büyük taksi otomobillerdi; içerisi büyük oda gibi gelirdi; şimdi onların hepsi antika.
Mahalle halkının birçoğu Tahtakale de çalışırdı. Diğerleri de çarşıda esnaflık yapmaktaydı. Kadınlar evlerinde çalışırdı. Benim annem evde terzilik yapıyordu. Dışarıda çalışan kadın yoktu.
Mahallede dükkân yapılanması yoktu; sadece bir küçük bakkal dükkânımız vardı. Burayı da Kazım amcam işletirdi. O da mahallede herkesi tanırdı.
Mahalleye göç 1980 senesinden sonra başlamıştı. Bunun nedeni de apartman hayatının oluşması ve insanların bu rahatlıkları yaşamak istemeleridir.
Ramazan aylarında mahalleli toplanarak evlerin bahçelerinde yufkalar açılırdı. İmece usulü açılan yufkalar iki üç gün sürerdi.
Çanakkale savaşında, ailemden dedemin kardeşleri var; gittiğimde isimlerini aradım ama bulamadım. Demek ki isimleri olmayanların arasında… Babamın da askerliğini 3 sene yaptığını biliyorum.
Mahallede doktorluk görevi yapan bir ebe vardı; ismini hatırlayamıyorum. Mahallemizde diş doktorumuz vardı. Ama diğer mahallelerde dişi berberler çekerlermiş.
Önceleri mahallemizde Yahudi komşularımız vardı. Bunlar terlik yaparlardı hatta babaannemin elbiselerini onların diktiklerini iyi biliyorum. Tüm kültürümüze uyarlardı. Sadece şivelerinde bir farklılık vardı. Güzel bir komşulukları vardı; fakat bazı devlet politikaları nedeniyle ülkelerine dönmüşlerdir.
Eski ramazanlarda en çok sevdiğim, davulculardı. Önceleri davulcular, her kapıda sakin sakin durur ve aileleri tanıdığı için aileye uygun maniler söylerdi. Mahallede herkesin ışıkları yanardı. Çünkü herkes oruç tutardı. İftarlarda çok fazla yemekler yapılırdı. Misafirler hiç eksik olmazdı. Özellikle işçilerimiz sırayla bize iftara gelirlerdi. Şimdi olduğu gibi eskiden de mukaveleler olurdu. Bu da komşuların bir araya gelmesini ve tanışmasını sağlamaktaydı.
Bayramlarda ortak aile kahvaltısı yapılırdı. Evimizde yaşlılar oldukları için gelen misafirlerimiz çok olurdu. Annem de gelen misafirlere hizmet ettiği için bayramın birinci ve ikinci günü evde bulunurdu. Sonra biz gezmeye giderdik.
Şimdi ise mahallede çok fazla değişim olduğu için mahalleye taşınan ve mahalleden ayrılan çok fazladır. Bu yüzden de komşuluk ileri seviyede değildir. Aynı apartmanda oturan komşular dahi birbirini tanımamaktadır.
Seyit Akdoğan 12.06.2010