Bilal Kemikli
Bursa çarşısının eski resminin izindeyim. Sanki bir define avcısıyım; o eski resme ait parçaları bulmak ve birleştirmek istiyorum. Bu mümkün mü? Aklımda bu soruyla önce Emir Han’a, oradaki kitapçılara ve daha sonra da Koza Han’a uğradım. Koza Han, II. Bayezid’in bize hediyesi… Burası tarihî süreç içerisinde şehrin iktisadi hayatını besleyen önemli merkezlerden biri olduğu kadar, II. Bayezid’in vakıflarına kaynak oluşturması bakımından da önemli bir han. Alt kata, artık ipeklerin yerini kafe masalarının aldığı meydana indim ve sırtımı Han Mescidi’nin gölgesine dayayıp hem yukarıdaki dükkânları hem de masalara dağılmış çaylarını yudumlayan insanları temaşa ettim. Sonra çayımı yudumlamak ve benimle birlikte çarşıda gezintiye çıkan soruyla hemhal olmak için muhkem bir yer bulup oturdum.
Çarşının, belki de işte şuracıkta oturduğum Koza Han’ın eski resmini bulup çıkarmak; ama nasıl? Eski resim derken, artık tarihin sayfalarında sırlanmış zamanlar kastedilmektedir. Bu resme iki şekilde bakılır: Birincisi, eski mahkeme sicillerini, vakfiyeleri ve fermanları esas alan belgeye dayalı tarihçinin bakışıdır. İkincisi ise, efsanenin, söylencenin ve hatıraların izini süren kültür tarihçisinin bakışıdır. Bendeniz belgeye dayalı bakışı iktisat ve kurumlar tarihçisine bırakıp, biraz kültür tarihçisinin imkânından yararlanarak, seyyahların kelimelerle kaydettiği resmi tespit etmeyi uygun buldum. Fakat her ne kadar Koza Han’da çayımı yudumlarken böyle bir yol haritası çizsem de kütüphaneme geldiğimde, ortaçağın cazibe merkezlerinden birisi olan Bursa’yı ziyaret eden ve bunu yazıya döken seyyahların çokluğunu görünce makalemi biraz daha sınırlamak durumunda kaldım. Böylece belki resmi tam olarak göstermekten yoksun olsa da konuyu, daha çok geçen asırda Bursa’ya gelen bazı seyyahların ve özellikle de Hüseyin Vassaf Efendi’nin gözlemleriyle sınırlandırmak durumunda kaldım.
Her ne kadar konu daha çok geçen asırda yazılan eserlerle sınırlandırılsa da zaman zaman daha eskilere gitmek ve oradan ödünç alınan parçalarla resmi tamamlamak gerekmektedir. Bu bakımdan Bursa’yı “rûhâniyetli şehir” olarak nitelendiren Evliya Çelebi’nin tespitlerini zikretmeden geçmek mümkün değildir. Gördüğümüz kadarıyla Çelebi, şehirde 9.000 dükkân tespit etmiştir. Bu rakam çarşının on yedinci yüzyıldaki cesametini göstermesi bakımından önemlidir. Demek ki, şehir gerçekten önemli bir ticaret merkezidir. Keza Çelebi, Bursa’da o dönem içinde işlevselliğini koruyan şu çarşıları tespit etmiştir: Bedesten, Kazazlar Çarşısı, Kavukçular Çarşısı, Takyeciler Çarşısı, İpekçiler Çarşısı, Bezzazlar Çarşısı, Terziler Çarşısı, Hallaçlar Çarşısı, Hamhâlet Çarşısı, Gelincik Çarşısı, Saraçhâne, Uzun Çarşısı, Kebapçılar Çarşısı, Bakkallar Çarşısı, Yemiş Pazarcıları Çarşısı, İpek Çarkçılar Çarşısı. Çarşılardan başka, şehrin sosyal ve kültürel hayatını besleyen o kahvehaneleri ve bozahaneleri de zikreder .
Evliya Çelebi’nin “ruhaniyetli şehrinde” çarşının bu denli büyük ve etkin olması günümüz siyasi ve iktisadi kavramlarıyla nasıl tasvir edilir? Bunu konunun uzmanlarına bırakmak istiyorum; ancak Ahmet Hâşim’in naklettiği bir hikâyeden yola çıkarak çarşıda temel ilkenin merhamet kavramı etrafında şekillendiğini söylemek isterim. Bilindiği gibi, Ahmet Hâşim Bursa’yı konu edinen bir seyahatname yahut hatıra yazmamıştır; ama Gurabahâne-i Laklakan’ı yazmıştır. Bu anı-hikâye metin, Bursa’nın eski fotoğrafını tamamlayıcı bazı bilgiler vermesi bakımından önemlidir. Bu metinde Bursa’ya yerleşmiş Türk muhibbi ve Türkkârî sanat meraklısı Mösyö Grégoire’nin bahçesinin bir köşesinde kurduğu Garib Leylekler Hastanesi’ni konu edinirken çarşıya dair de bazı notlar verir. Buna göre Haffaflar Çarşısı’nın ortasında bir meydan vardır; bu meydan, mâlul bazı hayvanların dârulâcezesidir. Mösyö Grégoire, Hâşim’e şunları anlatmıştır: “Kanadı veya bacağı kırık leylekler, bunamış kargalar, kör veya sağır baykuşlar burada halkın sadakasıyla beslenirmiş. Haffaf esnafının aylıkla tuttuğu, belki yüz yaşında, baktığı sakat leylekler kadar amel-manda (iş yapamaz) bir ihtiyar, toplanan sadakayla her gün işkembe alır, temizler, parçalar ve insan merhametine iltica eden bu zavallı kuşlara dağıtır.”
Pek çok seyyahın üzerinde ittifak ettikleri gibi, Bursa çarşısı büyük bir çarşıdır. Hatta Miss Julia Pardoe’in “düşlediğimden daha büyük” diye nitelendirdiği kadar büyük; ama merhametli esnafın ve halkın hayat verdiği bir çarşı… Demek ki bu çarşı, insani temel özellikleri haizdir ve belki de büyüklüğünün temel saiki bu hususiyeti olsa gerektir. Bu konuda Seyyahların Gözüyle Bursa kitabının yazarı Heath W. Lowry, Jacob Spon, Dr. John Covel, Edmund Chishull ve Corneille Le Bruyn gibi seyyahların çarşı hakkında naklettiği bilgileri değerlendirmiştir . Konuya ilgi duyanlar Lowry’nin eserini mutalaa edeceklerdir; ancak burada 1694 yılında şehri ziyaret eden İtalyan seyyah Giovanni Francesco Gemelli Careri’in işaret ettiği bir iki hususa dikkat çekmek isterim. Careri, Bursa bedesteninden ve çarşısından söz ederken, buralarda pahalı el işi ürünlerin satıldığını, bazen de bu satış işleminin takas sistemiyle gerçekleştirildiğini kaydeder. Bu tespit önemlidir; belki de iktisat tarihçilerinin cevap aramaları gereken soru şudur: Bursa çarşısında takas sistemi ne zamana kadar devam etti? Keza bu nakil, halkın alım gücünün de iyi bir noktada olduğuna işaret etmez mi? Bu ve benzeri soruları sorup, yazarın Bursa çarşısında bulunan dükkânlarda malların dolup taştığına dair tespitini de zikretmek gerek . Zira bu tespit, bilhassa İpek Yolu ve ticari kervanlar üzerinde çalışan araştırmacıların dikkatini çeker.
Bu dükkânları kimler işletmekteydi? Esnaf toplumun hangi kesimlerinden gelmekteydi? Bu gibi sorular etrafında seyahatnamelere baktığımızda, Bursa’ya daha çok mukaddes yerleri gezmek niyetiyle gelen Ömer Subhi Bey’in tespitleri dikkatimizi çeker. Ömer Subhi, sadece mukaddes mekânları gezmekle kalmamış, bir arkadaşının delaletiyle çarşıyı da gezmiş ve izlenimlerini not etmiştir. O, Bursa çarşısının, İstanbul’dakine göre daha küçük, ancak Edirne’deki Ali Paşa ve Arasta çarşılarına göre daha büyük olduğu tespitini yapar. Daha sonra da, Bursa Çarşısındaki dükkânların bir kısmının Türklere, bir kısmı Rumlarla Ermenilere ait olduğunu söyler . Aynı çarşıda farklı dini kimliklerin bir arada bulunması, sadece Bursa çarşısına mahsus bir durum olmasa gerektir. Ancak A. de Rochebrune’nin Dilber Kethy’nin Bursa ve İstanbul Hatıratı adıyla yayımlanan eserinde, bilhassa ipek ticaretinin gayrimüslim halka refah getirdiği kaydedilmektedir .
Seyahatnamelerin çoğunda Bursa, ipekçiliği ve dokumacılığıyla öne çıkartılmaktadır. Mesela geçen asırda bir süre Bursa’da ikamet eden bayan misyoner E. C. Abbott Schneider, daha çok toplumsal gözlemlerini ve dinî-kültürel duruma ilişkin tespitlerini kaydettiği Bursa Mektupları adıyla yayımlanan eserinde, kısa da olsa ipekçilik hakkında bilgi vererek bu iş dalında daha çok orta sınıf insanların çalıştığını kaydeder . Ancak bu “orta sınıf” kavramıyla kim ya da kimler kastedilmektedir? Herhalde bu kesim, Rochebrune’nin ifade ettiği gayrimüslim halktan ibaret olmasa gerektir. Zira Hüseyin Vassaf’ın tespitine göre, Bursa’da ve hatta ovaya yayılan köylerde hemen her aile ipekböcekçiliğiyle uğraşmıştır .
Bursa’dan Konya’ya Seyahat kitabının yazarı Mehmet Ziya, diğer seyyahlardan farklı olarak ipek fabrikalarını da ziyaret etmiş, Bursa’da bulunduğu 1892-1893 yılarındaki ipekçiliğin genel durumuna ilişkin tespitler yapmıştır. Ona göre, “Bursa halkı diğer bazı sanatlarla da uğraşmaktaysalar da yegâne servet ve ticaret kaynakları ipek dokuması ve pamuk havlularının dokuma ve imalıyla sınırlı gibidir.” Demek ki, ipek dokuma ve pamuk havlu imalatı, eski çarşının temel kaynaklarından birisi olmalıdır. Nitekim Ömer Subhi de, “Bursa ve civarının başlıca ürünü ipektir” demektedir .
Ömer Subhi, adını zikretmediği bir Fransız yazarının yazısından yola çıkarak, 1806 yılında ipek böceklerini telef eden bir hastalık sebebiyle ipek ticaretinin gerilediğine dair bilgiyi zikrederek bunun yanlış olabileceği kanaatini de belirtir . Gerçekten de Bursa ipekçiliğinin tarihi ve çarşıya kazandırdığı zenginlik ilginç bir araştırma konusu olabilir. Her ne ise, biz sadede gelelim ve bisikletiyle İstanbul’dan Bursa’ya gelen bir maceraperest seyyahımızın çarşı tasvirine dikkat edelim.
İstanbul’dan Bursa’ya gelen Türk seyyahlar arasında maceraperestliği ile dikkat çeken İbnülcemal Ahmet Tevfik, geçen asrın başında bir arkadaşıyla birlikte yaptığı bisikletli seyahati Velosipet İle Bir Cevelân Hudâvendigâr Vilâyeti Dâhilinde adıyla kitaplaştırmıştır . Bu kitabında yazar, Bursa’ya bir akşamüzeri geldiklerini, Setbaşı’nda bir otele yerleştiklerini, biraz dinlendikten sonra çarşıya çıktıklarını zikreder. Çarşıya çıkmışlardır; ancak dükkânlar kapanmıştır ve yalnızca kahvehaneler açıktır. İki kafadar, biraz dolaşıp telgrafhane karşısında açık bir muhallebici bulurlar ve orada ahududulu ve kaymaklı dondurma yerler. Bu dondurmayı öylesine sever ki, şöyle demekten kendini alamaz: “Orada yediğimiz dondurma gerçekten pek nefisti. Hele kaymaklısı, İstanbul’daki en namlı dondurmacılarınki ile kıyas kabul etmeyecek derecede idi.”
Bursa çarşısı hakkında teferruatlı bilgiler veren Ahmet Tevfik, sabah erkenden kahvaltısını yaptıktan sonra sokağa çıktığında Setbaşı tarafında olan esnafın dalga dalga dükkânlarına doğru gittiğini yazar . Yine onun tasvirine göre, geçen asrın başında Bursa’nın en bayındır yeri Setbaşı’dır. Burası oteller, gazinolar, manifatura mağazaları ile süslüdür. Keza Uzun Çarşı’yı, İstanbul’daki Çarşı-yı Kebîr (Kapalı Çarşı) ile mukayese ederek, büyüklükçe hatırı sayılır bir çarşı olduğuna işaret ederek şunları anlatır: “Bu çarşının büyük sokağı Tahtakale önünden, Yeni Yol’a kadar uzanır. Oldukça geniş olduğu gibi, üzeri de Bağdadi üstüne kireç sıvanmış ahşap kemerlerle örtülüdür. İki taraf, türlü mallar doldurulmuş dükkânlar, mağazalar ile süslüdür. Yalnız düzensizlik, esnafın karmakarışık bulunmasındadır. Söz gelişi manifaturacı, basmacı dükkânlarının yanında peynirci, öteki yanında şekerci, bunların arasında kebapçı dükkânları bulunur ki, Dersaadet’ten giden her yabancının gözüne bunca farklılık pek hoş görülmez.”
Adeta kelimelerle çarşının resmini çizen Ahmet Tevfik’in rehberliğinde eski Bursa çarşısını geziyoruz. Uzun Çarşı’nın ortasında her tür arabanın geçebileceği büyük bir yol vardır ve bu yola çıkan sokakların her birinde ayrı esnaflar; ipek dokuma satan esnafın dükkânları bir sokakta, kunduracılar, fesçiler, kürkçüler, cevahirciler… Bu bilgilere göre, o dönemde Bedesten metruktür. Yine Tahtakale’den Uzun Çarşı’ya giden sokakları demirciler, parmakçılar, arabacılar doldurmakta, birinde de keçe külah yapan dükkânlar bulunmaktadır. Oradan bakkaliyelerin bulunduğu sokağa sapıyor, mağazaların önünden geçiyor, yukarıya çıkan sokakta kaymakçı dükkânlarına bakınıp Keşiş’ten getirilen karların muhallebici ve kaymakçılara dağıtılışına tanık oluyoruz. Tahtakale’nin bu tarafı tatlıcılar sokağı; sanki her sokakta birçok helvacı dükkânı var.
Sonra karnımız acıkıyor, kendimize bir ziyafet çekmek için kebapçı dükkânının peşine düşüyoruz. Burada eşraftan biri gibi duran Mehmet Ziya’dan Bursa’nın namlı kebapçısının Tuzpazarı’ndaki Kebapçı Şerif Ağa olduğunu öğreniyor, oraya doğru yöneliyor, kebabımızı yedikten sonra, Bursa’nın meşhur tatlısı cendere baklavasını da münasip bir yerde yemek için yola revan oluyoruz. Yolumuz Uzun Çarşı’ya çıkıyor; Yeni Yol’un doğusuna geçip, oradaki kuruyemişçi, saraç ve öteki esnafın dükkânlarını temaşa ediyoruz. Kestane satan esnafın arasından geçip kana kana soğuk bir su içmek için pınar aramaya koyuluyoruz. Kana kana Kavak suyundan içiyoruz… Dün sabah Gümüş Suyun’dan içmiştik. Su içerken şunun ayrımına varıyoruz: Bursa şehrinin hemen yarısı çarşı, pazar, alışveriş yeridir.
Bursa’nın şeftalisiyle kestanesi eskiden beri burada yetişen önemli ürünlerdir. Kestane, son dönemde çarşının en önemli unsuru olmakla birlikte, şeftali eski mevkiini yitirmiş gibidir. Oysa Ahmet Tevfik “havlu” tabir edilen büyük şeftali ile “Yeşil Türbe” diye isimlendirilen en tatlı şeftaliyi zikreder . Reyhan’da pazarda bu şeftalilerin izini sürelim, gözümüz ballandıra ballandıra anlatılan Hasan Bey kavunu ile ince kabuklu karpuzu arasın. Arayalım; aman bilelim ki, bu arayışlar nafile bir çabadan öteye geçmez. Çünkü ziraat alanındaki günbegün seyreden gelişmelerin otantik meyveleri birer birer tedavülden kaldırdığı bir gerçektir. Fakat yine de Uludağ’ın henüz insan eli değmemiş derelerinde ahududuya rastlamak mümkündür.
Madem söz ahudududan açıldı, Bursa şerbetçilerine uğramadan olmaz. Ama kimin rehberliğinde uğrayacağız? Bu konuda karşımıza Hüseyin Vassaf çıkıyor. Şu halde artık, Hüseyin Vassaf’ın Bursa Hatırası’nın rehberliğinde eski Bursa çarşısına, şerbetçilere, kahvehanelere ve muhallebicilere uğramanın zamanı gelmiştir. Hüseyin Vassaf, bir arkadaşıyla birlikte Bursa’ya yolculuk için 5 Mayıs 1899 günü vapura binmiştir. Bu aslında onun Bursa’ya ikinci seyahatidir. İlk gidişi, 20 Nisan 1894 tarihindedir ve beş gün sürmüştür. Bu seyahatinde ise, hem tecrübelidir, hem de daha uzunca bir süre kalması mümkündür. Dolayısıyla “rûhâniyetli Bursa”da türbeleri bihakkın ziyaret etme ve haklarında malumat alma imkânı vardır. Daha doğrusu o, böyle düşünmektedir. Nitekim öyle de olmuş, verimli bir seyahatin ardından bir eser ortaya çıktığı gibi, başyapıtı olan Sefîne-i Evliyâ için de önemli bilgi ve malzemeler toplamıştır.
Hüseyin Vassaf’ın seyahati, bir yönüyle hem ziyaret, hem de şehrin kültürel hayatına dönük araştırma amaçlıdır. Bu yüzden de iktisadi hayata dönük tespitlerden ziyade, şehir içi gezintide uğranması gereken mekânlara ilişkin tasvirler vardır. Ulucami’ye yakın, Tayyare Kültür Merkezi’nin bulunduğu civarda bir konağa yerleşen yazar, şehri, ekseriyetle yürüyerek gezmiştir. Mesela 9 Mayıs 1899 günü sabahleyin, o dönemdeki Hükümet Konağı’nın karşısında bulunan Çerkes Hasan Ağa’nın kahvesinde birer çay içtikten sonra, Setbaşı istikametinde Irgandı Köprüsü’nden geçerek Yeşil’e ulaşmıştır.
Setbaşı, o dönem için Bursa’nın yükselen değeridir. Zaten A. de Rochebrune’nin Dilber Kethy’nin Bursa ve İstanbul Hatıratı’nda Setbaşı, Beyoğlu’na benzetilir. Rochebrune’ye göre, “Beyoğlu İstanbul için ne ise bu mahalle de Bursa için odur. Konsoloslar, kısm-ı azamını Ermeniler teşkil etmek üzere Hıristiyanlar bu mahallede ikamet eder.” Hüseyin Vassaf da “ecnebi pek rağbet etmiştir” diyerek semte ilişkin benzeri tespitlerde bulunuyor. İfadesine göre, burada muazzam oteller vardır. Demek ki, artık çarşı yeni semtlere doğru genişlemektedir. Gayet tabii burada yazarın dönemine gidip, onunla birlikte çınar ağaçlarının gölgesinde ve bülbül sedasının eşliğinde Hünkâr Köşkü’ne uğramanın, yol üzerinde Gümüş Suyu’ndan içmenin, sonra da Maksem’e inip, “insana inbisat veren” çağlayanı temaşa etmenin zamanıdır; ama nerede?
Biz gene Cami-i Kebîr’e gelelim, ikindi namazını kıldıktan sonra bahçedeki Tatar çaycıdan bir bardak çay içelim. Zira Hüseyin Vassaf, Ulucami’nin avlusundaki “pek kanaatkâr” diye nitelendirdiği bu çaycıdan sitayişle bahseder. Bursa’da bulunduğu günlerde zaman zaman burada çay içer, dostlarına da ikram eder. E, her zaman da çay içilmez ya, bazen de insan her ne kadar evde yemeğini yese de gezip dolaşırken acıkır, bir şeyler atıştırmak ister. Bu durumda ne yapmalı?
Hüseyin Vassaf bu konuda imdadımıza yetişiyor ve bizi pideciye götürüyor. Yazar, 12 Mayıs 1899 günü sabah namazını arkadaşıyla birlikte Ulucami’de kılmışlardır. Namaz sonrası, “bol yağ ve peynir ve tere otuyla a’la peynirli pide” yaptırmış, oracıkta karınlarını doyurmuşlardır. Lakin bu öyle latif, öyle lezzetli bir pidedir ki, insan yedikçe yer ve sonunda da bir hararet başlar. Şu halde ne yapmak lazım? Hemen çarşı içinde bir şerbetçi dükkânına uğramak, orada harareti teskin etmek lazım. Zaten Bursa’nın şerbetçileri pek meşhurdur ve uğramadan da olmaz. Yazar da öyle yapmış, kendini bir şerbetçiye atmıştır.
Yazar çarşıdaki şerbetçileri şöyle tasvir ediyor:
“Bursa’nın şerbetçileri vasfa şâyandır. Limonata, portakal, bahusus üzüm şerbeti yaparlar. Ellerinde demir çatal vardır. Keşiş Dağı’ndan getirilmiş gayet temiz kar parçasına o çatal saplanmış. Şimdi siz şerbet istediniz mi, o kardan bir parça bardağın içine kor, bir kaşıkla karıştırıp karı eridir ve size takdim eder. Kar pek temizdir. Bizim İstanbul karına benzemez.”
Hüseyin Vassaf’la daha nice kahvehaneye uğradık çaylar kahveler içtik, kebapçı, muhallebici ve pideci dükkânını tanıdıktan sonra yine dönüp dolaştık Koza Han’da, Han Mescidi’nin gölgesinde yeni bir hasbihâle başladık.
“Ba’dehû çarşıya gelip Koza Hanı’nı gezdim. Şimdi Bursa’da herkes böcek büyütüyor. Yakında mahsul meydana geldi mi, hep köylüler buraya getirirler ve burada tüccara satarlarmış. Tüccar da burada hazır bulunur. Raiç ne ise, Duyûn-ı Umûmiye vesâtetiyle fürûht olunur ve Duyûn-ı Umûmiye hissesine düşeni aldıktan sonra üst yanını köylülere verir, köylü de malının derhal elinden çıktığına mesrûr olur gidermiş.
Oradan Bursa’nın havlu dokunan tezgâhlarını gezdim. Birçok amele işliyordu. Temâşası hoştur. Artık akşam olduğu için bugünkü seyahatimize nihayet verdik.”
Hüseyin Vassaf, her ne kadar seyahatine son verdiyse ve benimle vedalaştıysa da ben oracıkta, Han Mescidi’nin gölgesinde öylece kalakaldım. Orada her ne kadar kahveci Çerkez Hasan Ağa veya Ulucami avlusundaki Tatar çaycı olmasa da, yeni yetme garsonlardan bir bardak daha çay istedim. Çayımı yudumlarken, Evliya Celebi’den başlayarak bulup çıkardığım kitap sayfalarına sırlanmış o eski resmi birleştirme telaşıyla derin bir düşünceye dalmış olmalıyım ki, modern çağın en harika ve en tehlikeli buluşu cep telefonum çalınca kendime geldim; vakit bayağı ilerlemiş, belki birazdan çarşı kapanacak. Telaşla oradan çıkıp Uzun Çarşı’da bir iki yere uğradım, sonra Reyhan Pazarı’ndan geçerek yeni Bursa’daki fakirhaneye avdet için Şehreküstü’den metroya bindim. Metroda aklımda hep şu soru vardı: Acaba Evliya Çelebi yahut Hüseyin Vassaf, şu istasyona uğrayıp metroya binse nasıl tasvir ederdi? Yahut yolları bir AVM’ye uğrasaydı, neler neler anlatırlardı? Bilemem; ama bir anda bu soruyu sorduğuma da pişman oldum. Zira bu bir anakronizmdi ve doğrusu o eski resim, o eski Bursa çarşısı, merhameti esas alan esnaf daha sıcak ve daha insaniydi…