İsmim Elmas Tokalı ama Yılmaz diye de bilirler. Çünkü çocukluğumda Elmas kız ismi diye çok kızdırırlardı. Ailem de beni Yılmaz diye çağırmaya başladı. 1951 yılında Umurbey Mahallesi’nde doğdum. Anne tarafım Ohrili, baba tarafım ise Bursa’nın yerlisi. Umurbey’de Çeşmeli Sokak’ta oturuyordum. Şimdi Efe Sokak’ta oturuyorum. Çocukluğum ise Talimhane’de geçti. Babamların evi askeriyeyle karşı karşıyaydı. Babamın işleri bozulunca 1961 yılında dedemlerin yanına taşındık. Gençliğim orada geçti. Evlenince Çobanbey Yayla Sokak’a taşındım. 16 sene orada oturduktan sonra 1991’de Efe Sokak’ta kendi evime yerleştim.
Babam dokumacılıkla uğraşıyordu. Genelde dokumacı Osman diye anılırdı. Cemil İpek, İpekiş gibi firmalarda çalıştı. 1961’de demiryolunun altında komşumuza ait bir fabrikada işe başladı ve oradan emekli oldu. Orada ustabaşıydı. Dokuma tezgâhlarına bakıyor, taharcılık da yapıyordu. Öğrenciyken bazen gidip ona yardım ediyordum. Evvelden Bursa’da ahım şahım bir iş ortamı yoktu. Fabrikalar bizim mahallede yoğunlaşmıştı. Şimdi hepsini sayamam ama aşağı yukarı 23-26 tane fabrika olduğunu hatırlıyorum. Çocukluğumda ve gençliğimde koza zamanı İpekerler’in fabrikasına giderdik ve ne yaptıklarına bakardık. İpeğin kozadan nasıl çıkarıldığını seyrederdik. Zaten halamlar da İpekerler’in fabrikasında çalışıyordu.
Komşularımızın isimlerini pek hatırlayamıyorum. Bir Yakup Hocamız vardı. Mülkiye Camisi’nin imamıydı. O bizim komşumuzdu. Berber Tahsin, Talimhane’de otururken komşumuzdu. Yine Talimhane’de otururken bir de hemşire komşumuz vardı. Yeğeni Fuat Süngü çocukluk arkadaşımdı. Zeki’yi, Kamil’i, bir de Sadettin’i hatırlıyorum. Saadettin’in babası matbaacı idi. Talimhane’den hatırladıklarım bunlar. Çünkü o mahalleden kopalı yıllar oldu. Herkes bir tarafa dağıldı. Ama karşılaşınca hatırlıyoruz birbirimizi.
Kapılı Caddesi ile muhtarlığın yanından gelen sokağın kesiştiği yerde bir fırın vardı. Fırının eski halini hayal meyal hatırlıyorum. Bayağı bir tadilat gördü. Orası Umurbey Camisi’nin vakfıymış. Çok güzel bir taş yapıydı. Ama biz o zamanlar çocuktuk ve tarihi eser kıymeti bilmiyorduk. Bize bu yapıların kıymetini öğreten, yol gösteren birileri olsaydı hiç olmazsa resmini çizerdik. Çünkü benim resim yapma kabiliyetim de vardı.
Komşularla ilişkiler için şöyle diyeyim; habersiz, hiç kapıyı çalmadan komşunun evine ya da bahçesine girebilirdin. Kimse niye geldin, niçin geldin diye sormazdı. Allah ne verirse hep beraber yenilir, içilirdi. Komşuda bir hastalık veya rahatsızlık olduğu zaman gece gündüz o komşu yalnız bırakılmazdı. Bir komşunun çocuğu bir kabahat işlediği zaman kulağını çektiğinde komşun sana asla kızmaz, “Allah razı olsun” derdi. Ama şimdi kimsenin çocuğuna laf bile söyleyemiyorsun. Eskiden sevgi de, saygı da çoktu.
İlkokula 23 Temmuz yani şimdiki Dörtçelik İlkokulu’nda başladım. 3. sınıftan sonra beni Balabanbey İlkokulu’na aldılar. Balabanbey İlkokulu’ndaki öğretmenimin adı Sabriye Yelken’di. Beni çok severdi. Ortaokulu Çelebi Mehmet Ortaokulu’nda okudum. O zamanlar okul henüz yanmamıştı, ahşaptı. Lise dönemimde de Atatürk Lisesi’ne gittim ancak liseyi tamamlayamadım. İlkokulun sonlarına doğru, yazları, meslek öğrenmek amacıyla mahallede ayakkabıcılık yapan bir komşumuzun yanında çalışmaya başladım ve ortaokul döneminde de buna devam ettim. Yeri, İpeker Fabrikası’nın alt tarafındaydı. Daha sonrada Pirinç Han’daki dükkâna gitmeye başladım. Yalnız oradaki esnaflığı hiçbir yerde görmedim. Şöyle anlatayım; dükkân açıldığı zaman bismillah ile açılır, hemen yere birkaç kuruş para atılırdı. Artık beş kuruş, on kuruş ne denk gelirse. Sonra müşteri beklenir, dünden kalan yarım işlere devam edilirdi. Bir müşteri geldiği zaman istediği ayakkabının modeli beğendirilirdi. Hangi modelde ayakkabı istiyorsa ayakkabı öyle yapılırdı. Şimdiki gibi fabrikasyon imalat yoktu. Müşteri ayakkabının modelini seçer ve giderdi. Arkadan ikinci müşteri geldiği zaman bir önceki müşteriyle aynı modeli beğense bile usta: “Bende o model yok yan komşuda var” diyerek, komşusu da siftah etsin diye müşteriyi ona yönlendirirdi. Bir dükkân sahibi zordaysa hemen diğerleri aralarında para toplarlar, ona yardımcı olurlardı. Senet diye bir şey yoktu. Birisi birisinden borç alsa dahi senet menet imzalanmazdı: “Ben sana şu gün elim erirse veririm der;” o gün geldiğinde de eğer elinde para olursa getirir; olmazsa da “Bende bu kadar var, iki gün daha sabreder misin?” derdi. 1965 yılında ayakkabıcının yanından ayrıldım ve tatillerde şu andaki Prestij Sineması’nın yerine açılmış olan fast-food satılan yerin orada babamın arkadaşı Elektrikçi Suat’ın yanına gidip gelmeye başladım. Önceden geçim şartları çok ağırdı. Doğru dürüst iş yoktu. Eve katkımız olsun diye okulların kapalı olduğu dönemlerde biz de bulduğumuz işlerde çalışırdık. Lisede bir sene beklemeye kaldım. O süre boyunca da Suat Amca’dan meslek öğrendim.
Çok iyi hatırlıyorum, küçükken bayramlarda, Pınarbaşı’na panayıra giderdik. Orada çadırlar kurulur, oyuncaklar satılırdı. Biraz daha büyüdükten sonra mantar tabancasıdır, mantardır, çatapattır onlarla oynamaya başladık. Bizim büyüklerimiz bayramlarda kapı kapı dolaşıp şeker toplamamıza müsaade etmezlerdi. Biz ailecek gezip, bayramlaşırdık. Çünkü herkesin gelir düzeyi düşüktü, çocuklara vereceği para olmaz, evde bir şey yoktur, mahcup olmasın diye bize dolaşmayın derlerdi. Bayram sabahı babam erkenden kalkar, kardeşlerimle beni bayram namazı için camiye götürürdü. Ya Yeşil Camisi’ne, ya Umurbey’e, ya da Mollaarap’a giderdik. Ama genellikle Yeşil Cami ile Umurbey’e giderdik. Bir de eskiden mahalleye davulcular ve ayı oynatanlar gelirdi.
Söylemeden geçemeyeceğim bir Deli Ayten’imiz vardı. O çok gelirdi bizim mahallemize. Hatta bazen arkadaşlarımız ona çok takılırdı. Ben kendilerini uyarırdım ama o zamanlar yaşım daha küçük olduğu için beni dinlemezlerdi.
Mahallede hıdrellez yapılırdı ama ben katılmazdım. Ateş yakıp üstünden atlarlardı. Bir de çiçek toplarlar, taç yaparlardı.
Çobanbey’de otururken ev sahibimiz Kerpiçci Muharrem’di. Kendisi mahallenin eskisiydi ve Kerpiçhane tarafında üzüm bağları vardı. Oraya çok sık giderdik. Bir de Zümrütevler tarafı evvelden kestanelikti. Hiç unutmam 1971’de askere giderken orası ormandı, askerden döndüğümde ise evler vardı; orman falan kalmamıştı. O manzarayı görünce çok üzülmüştüm. Şöyle diyeyim 3-4 kişi ellerini açsa kavuşturamayacak şekilde geniş ağaçlar vardı orada ve bir tanesi bile kalmamıştı. O iki sene içinde yerle bir etmişlerdi. Büyükbabam belediyede çalışırken Heykel ’den Çekirge ’ye kadar ağaç dikmiş. Şu anda parkın yolundaki ağaçların çoğu benimle yaşıt. Sarıkaya Mezarlığı’nın karşısı, Atatürk Köşkü’nün olduğu taraflar, Teleferik tarafındaki ağaçlar hep benim çocukluğumda ekildi. Oralarda bodur ağaç türü vardı. Zamanında yangın geçirmiş ve oralarda bayağı denemeler yapılmış; çay ekmişler, hurma ağacı ve başka değişik çeşitte ağaçlar ekmişler ancak bunların çoğu tutmamış. Çocukken Kirazlıyayla’nın altında bir vadiden babamla çay toplamaya giderdik. Babamın dayısı bize: “Çayı kuruduktan sonra ovalamadan yıkayacaksınız tekrar kurutacaksınız. Ondan sonra ovalayacaksınız ve çayı öyle demleyeceksiniz. Kıpkırmızı çay içersiniz” derdi. O çayında özelliği oymuş. Karadeniz’de ekilen çayların birçoğu da elde yıkanıyor duyduğum kadarıyla.
Çobanbey’de bir askeri birlik vardı. Şu an Talimhane olarak bilinen spor sahasında eğitim yaparlardı.
Çocukluğumda evlerin çoğu geniş bahçe içindeydi. Her evin bahçesinde mutlaka bir tane manolya ağacı vardı. Bahar geldiğinde manolyalar, sümbüller mis gibi kokarlardı. Kendinizi çiçek bahçesine girmiş gibi hissederdiniz. Her taraf çiçeklikti. Öyle güzeldi. Ama şimdi her taraf apartman oldu. Mahalle her taraftan göç aldı. Göç komşuluk ilişkilerini bitirdi. Herkesin geleneği, göreneği değişik olduğu için herkes kendini kapattı. Zaten mahalle dağıldı, yerli halkından çok az insan var.
Sibel Gök tarafından 6 Mart 2013 tarihinde görüşülmüştür.