Doksanüç Savaşı Sonrasında Balkanlar

Mahir AYDIN

Balkan Harbinde göçmen kafilesi

Giriş
Doksanüç Savaşı, 19. yüzyılda yapılan Osmanlı-Rus savaşlarının sonuncusu olduğu gibi, Osmanlılık politikasının da sonudur. Bu savaş ile birlikte, imparatorluğun en geniş halkası olan Osmanlılık kavramının, içini boşaltacaktır. Bu yüzden, izleyen 30 yıl sürede İslamcılık, daha sonra da Türkçülük politikası uygulanmaya çalışılacaktır. Ancak çöküş düzleminin olumsuz etkenleri, yeni bir büyük çaplı politikaya izin vermeyecek ve son darbe, 1918’de başkentin işgali ile tamamlanacaktır.

Bir şeyi kaybetmenin önemi, onun değeri ile doğru orantılıdır. Bu bağlamda Balkanlar, Batı yönünde fetih üzerine kurulu Osmanlı politikası açısından, değeri ve önemi örneksizdir. Çünkü burası, yalnızca elde tutulan verimli topraklar olarak değil, döneminin çağdaş rekabetin de mücadele alanıdır. Bu alanda tek ve büyük rakibi Avusturya ile komşu olmanın üst perdeden karşılaştırılması, bir bakıma Roma İmparatorluğu ile yarıştır. Bunun adı da, genellikle yapılan Nemçe adlandırması yerine, açıkça dile getirilen Roma İmparatoru söyleminde görülür.

Osmanlı ordularının Bulgaristan’a girişinden, Anadolu’nun fethini tamamlayan Çaldıran arasındaki 150 yıllık süre, yukarıdaki iddiayı destekler. Zaten Anadolu, son tanımını Mevlana Celâleddin’de gördüğümüz Rumluk özelliğini çoktan kaybetmiş, bir Selçuklu mirasıdır. Artık yeni Rumeli, Balkanlardır. Dönemin çağdaş ülküsü olan gazâ penceresinden bakınca, Balkanları darülharp görür ve Tuna Boyu ağırlıklı bu kızıl elmayı, yüzyıllar boyu el üstünde tutar. Bir başka açıdan Balkanlar, Roma İmparatorluğu’ndan sonra ikinci kez, bir büyük gücün egemenliği altına girer. Bölge için kullandığı Rumeli tanımını da, aynı yaklaşımda anlamlıdır. Bu önceliği, Anadolu’yu göz ardı etme bahasına, protokolde olduğu gibi uygulamada da, her zaman ön planda tutacaktır. Bu farkın örnekleri, beylerbeyi veya kadılar arasında olduğu gibi, son dönemde göçmenler konusunda da görülecektir.

Sürekli fetih üzerine kurulu bu anlayışta, sınır kavramı yok gibidir. Bu kavramın oluşmasındaki ilk algı, 1699 Karlofça Antlaşması’da yaşanan toprak kaybı ile ilk kez duyumsanacak, ancak yeterli olmayacaktır. Asıl vurgu, 1718 Pasarofça Antlaşması ile Belgrad’ın elden çıkışında yaşanacaktır. Bu önemli kale-şehir 20 yıl sonra geri alınsa da, artık Tuna Boyu kalelerinin sınır görevi, gündemden hiç düşmeyecektir.

Bu süreç aynı zamanda, Osmanlı’nın Avusturya ve Rusya ile yaptığı iki cepheli savaşlar dönemidir. Osmanlı İmparatorluğu’nu sarsan en büyük darbe, 1774 Küçükkaynarca Antlaşması ile yaşanacaktır. Bu sarsıntıyı, 1878 Berlin’de parçalayıcı ve 1920 Sevr’de bitirici darbeler izleyecektir.

Küçükkaynarca, Balkanlar için sonun başlangıcıdır. Bir yanda imparatorluğun içine düştüğü durağanlık ve öbür yanda Rusya’nın, tarihin kendisine verdiği iddiasındaki koruma görevini Hıristiyanlık için yerine getirme çabası, bu topraklara bin yılda bir gelen barış ve mutluluk ortamını, içten içe kemirecektir. Osmanlı’nın bekası, Avrupa’nın kuvvet ve menfaat dengelerine bağlı kalırken, izleyen 100 yıl boyunca, bu acımasız yargının sayısız örnekleri, birbiri ardı sıra sergilenecektir.

Osmanlı’nın Kırım ve Kafkasya topraklarını, top top kumaş gibi sarıp sarmalayıp kendine alan Rusya, sıra Balkanlara gelince aynı şeyi yapmayacaktır. Birçok kez savaşta ele geçirdiği Balkan şehir ve kalelerini geri verecek, onlar için ayrıcalıklar kopardıktan sonra, çekilecektir. Bunun uzun vadeli amacı, onları ayağa kaldırarak, kendine destek kazanma politikasıdır. Bunun ilk örneği, uğrunda Osmanlı ile 1828/29 Savaşı’na giriştiği, Yunanistan’ın bağımsızlığında görülecektir.

Bu çöküş eğiminde, bir yandan Osmanlılık politikasına can suyu olması umulan 1839 Tanzimat Fermanı başarısız kalırken, öbür yandan yabancı devletlerin gayrimüslim uluslara yönelik korumacılığı, artarak önem kazanacaktır. Batı’nın değerler önceliği; ekonomik, sosyal ve askeri sıralıdır ve bu sıralama, Türk kültüründe ters yöndedir. Değişmeyen bir olgu olarak, iki dünyanın önem ve önceliklerinin örtüşmeyişi, büyük ölçüde bu terslikten kaynaklanacaktır. İşte bu sistem doğrultusunda Osmanlı İmparatorluğu; 1838 Baltalimanı Antlaşması’nda ekonomik, 1856 Islahat Fermanı’nda sosyal ve 1877/78 Savaşı’nda da askeri olarak, ölümcül darbeler alacaktır.
Bağımsızlıktan sonra Yunanistan’ın yüzünü Batı’ya çevirmesi, Rusya’nın 1774’ten beri izlediği mezhep politikasını eskitecek ve Balkanlara yaptığı yatırım, Slav uluslarına yönelik olacaktır. Başta Bulgar gençleri olmak üzere, Balkan gençlerinin eğitim ve teşkilatlanması ile Panslavizm politikasının temellerini atacaktır. Ancak bu süreçte, Rusya’nın karşısına Avusturya çıkacaktır. Almanya’nın Avrupa politikasındaki başat ağırlığı yüzünden Avusturya, açılım yapabileceği tek saha olarak Balkanları görecek ve 1700’lü yıllarda Osmanlı’ya karşı gösterilen Avusturya-Rusya dayanışması, bu kez rekabet biçiminde ortaya çıkacak ve Birinci Dünya Savaşı’na kadar sürecektir.

Bu süreçte, İngiltere henüz Avrupa ağırlıklı bir politika izlemediği ve Almanya da Avrupa dışına çıkmadığı için, konunun dışındadır. Osmanlı’nın kendisi ise, içeriden dış borçların, dışarıdan Panslavizm politikasının yıkıcı etkisi ile karşı karşıya kalacaktır. İngiltere’nin Osmanlı’ya karşı sergilediği yakınlığın ne denli göstermelik olduğu, 1875 yılında Osmanlı hazinesinin iflasında ortaya çıkacaktır. Aynı yıl Avusturya’nın desteklediği Hersek İsyanı, Rusya’nın işine yarayacak ve ertesi yıl başlayan Filibe İsyanı, siyaseten kullanılan günümüz örneği gibi, sözde soykırım söylemlerine kapı aralayacaktır.

Bu kötü gidişin önünü almak isteyen Osmanlı İmparatorluğu ise, Osmanlılık adına, 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanlarından sonra, son hamlesini de yaparak 1876 Meşrutiyet Fermanı’nı ilan edecektir. 100 yıl önceki Fransız Devrimi bağlamında, son derece parlak ve hümanist görünen bu hamle, batan bir geminin bacasını boyamaya kalkışmak kadar, fantezi kalacaktır. Aynı gün, yani 23 Aralık’ta İstanbul’da toplanan Tersane Konferansı, bu iyi niyetli çabayı, alaycı bir gülümseme ile karşılayacaktır. Çok değil, 20 yıl önce Rusya’ya karşı Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü savunan Avrupa, şimdi ters yönde bir politikayı uygulamaya koymaktadır.

Bu konferansta ele alınan konular, Rusya’nın İstanbul Elçisi İgnatyef’in hazırladığı, Osmanlı’nın Balkanlardan tasfiyesi planıdır. Bulgaristan ağırlıklı bu plan, aslında uzun zamandır süregelen bir politikanın, Panslavist uzantısıdır. 1812 Bükreş Antlaşması’nda Sırplara ayrıcalık, 1829 Edirne Antlaşması’nda Rumlara bağımsızlık verildiği gibi, 1859’da Eflak-Buğdan birleştirilip tek bir prensin yönetimine konulurken, 1870’te Bulgar Kilisesi’ne olağanüstü geniş sınırlar çizilmiştir. Bu sınırlar daha sonra, Bulgaristan Prensliği’nin de sınırlarını olacaktır.
Tersane Konferansı konularını doğal bir refleks ile kabul etmeyen Osmanlı, aynı içerikli ve 30 Mart 1877 tarihli Londra Protokolü’nü de, aynı tepki ile karşılayacaktır. Ancak koşullar, her açıdan Osmanlı’nın aleyhinedir. Artık diplomatlar susacak, silahlar konuşacaktır.

Bu kritik süreçte, doğal olarak her devlet kendi çıkar çabasındadır ve Osmanlı’dan koparacağı payın, kendi politik beklentisi ile örtüşüp örtüşmediği ile ilgilidir. Zaten Avrupa açısından dönem, tam bir istila yüzyılıdır. Rusya, İstanbul Boğazı’nı ele geçirmek; İngiltere, Hindistan’a giden yolları tutmak; Avusturya, Bosna’yı almak; Almanya, Fransa’yı Avrupa’da desteksiz bırakmak; Fransa, siyasal güç kazanmak; İtalya, Venedik Denizi dediği Adriyatik’i kontrolüne almak isteğindedir. Bu nedenle Doksanüç Savaşı öncesinde, aralarında çıkar hesapları yapılacak, örneğin Avusturya, bu savaşta tarafsız kalmayı, Bosna’nın kendisine verilmesi şartına bağlayacaktır.

⦁ Doksanüç Harbi ve Balkanlar
Hicrî takvime göre değil, Rumî takvim hesabı ile 1293’te gerçekleştiği için Doksanüç Savaşı olarak adlandırılan 1877/78 Savaşı, Slav ve Türk dünyasının son teke tek ve büyük savaşıdır. Başlangıçta yapılan planlar, uzlaşmaz Osmanlı’ya haddini bildirmek için Avrupa adına, Rus askerinin Balkan Dağları’na kadar inmesi üstüne kuruludur. Bunun karşısında Osmanlı kamuoyu, bıkkınlık veren isyanlar ve sonu gelmeyen ödünler yüzünden, benzeri Sarıkamış’ta yinelenecek bir duygusallık içindedir. Bu savaşın sevk ve idaresi ise, daha sonra ilgili belgelerin imhasına varan bir fiyasko olacak, övünç sayfaları, ancak savunma kısımları ile sınırlı kalacaktır: Tuna Nehri akmam diyor / Kenarımı yıkmam diyor / Şanı büyük Osman Paşa / Plevne’den çıkmam diyor.

24 Nisan 1877’de başlayan Doksanüç Savaşı, 31 Ocak 1878’deki ateşkese kadar sürecektir. Ancak savaşın başlaması ile Rusların hızla ilerlemesi ve hatta umulanın ötesinde Tuna’yı geçişi, herkesi şaşırtacaktır. Ancak bu hızlı ilerleyiş, ilk kez 20 Temmuz’da, Plevne engeline takılacaktır. Başlangıçta sıradan bir sürpriz olarak algılanan bu çok değerli savunma, 30 Temmuz ve 11 Eylül’de de, yinelenecektir.

Her ne kadar Ruslar Plevne engelini 10 Aralık’ta aşacaksa da, ilk duraklama günlerinde, sağlanacak barışın bir uluslararası konferansta ele alınma sözünü de, Avusturya’ya verecektir. Ancak burada, yalnız Avusturya’nın siyasal ağırlığı değil, onu destek veren Almanya başta olmak üzere, öteki devletlerin de bu sürpriz oldu-bitti karşısındaki tedirginliklerini de, göz ardı etmemek gerekir. Böylece, savaş sonunda imzalanan 3 Mart 1878 tarihli Ayastefanos Antlaşması bir ön anlaşma olarak kalacak ve asıl çözüm, 13 Temmuz 1878 tarihli Berlin Antlaşması ile gerçekleşecektir.

Doksanüç Savaşı sona yaklaşırken Osmanlı, silah bırakmak için İngiltere’nin kapısını çalacaksa da, o adres olarak Moskova’yı gösterecektir. Ancak Rusya’nın kazandığı üstünlüğü dengelemek için, donanmasını İstanbul’a gönderip, tehditlerde bulunacaktır. Yakın tehlikeyi daha önemseyen Osmanlı ise, Ayastefanos Antlaşması’nın dikte edilen koşullarına boyun eğmek zorunda kalacaktır. Sonunda Rusya’nın Çargrad rüyası, bir kez daha gerçekleşecek ve İstanbul’a bu ikinci gelişini, tıpkı 1833 yılında olduğu gibi, bir abide ile ölümsüzleştirecektir.

Doksanüç Savaşı sonrasında, Balkan Barışı’nın dört ayrı tarafı bulunmaktadır:
a) Savaşı kazanan Rusya,
b) Savaşı kaybeden Osmanlı,
c) Büyük beklenti içindeki Balkanlılar,
d) Bedel karşılığında barışı onaylayacak Avrupa.

Ayastefanos Antlaşması, yalnızca Rusya’nın Doksanüç Savaşı sonunda kazandığı bir başarı değil, aynı zamanda onun, Panslavizm politikasının da zaferidir. Balkanlar, Osmanlı egemenliğinden çıkacak ve bu yeni oluşumda; Romanya, Sırbistan ve Karadağ bağımsızlığını kazanırken, Bulgaristan Osmanlı’ya bağlı prenslik olacak ve Bosna’yı Avusturya işgal edecektir. Böylece Osmanlı, Balkanlardan uzaklaşmış olacak, bu arada Arnavutluk ile kara bağlantısı da kesilecektir. Bu durum, savaş sonrasının ilk aşamasıdır. İkincisi ise, Berlin Antlaşması’nın imzası ile başlayacaktır.

Artık bundan sonra Balkanların dengesi, bir yandan yeni kurulan devletlerin hırsları, öbür yandan onları koruyanların, çıkarları üstünde sağlanmaya çalışılacaktır. Daha önce Osmanlı’nın tek başına kurduğu bu dengenin, hiç de kolay olmayacağı, daha baştan bellidir. Bu konudaki zorluk, Birinci Dünya Savaşı’na kadar, en azından 1885 ve 1913 yıllarında, kendini gösterecektir.

Ayastefanos’tan Berlin’e uzanan 130 günlük süre, kısa olmakla birlikte yoğun diplomasi yüklüdür. İlk aşamada Rusya’nın, Ayastefanos kazanımlarından vazgeçmek istemeyişi doğaldır. Çünkü o, 100 yıldır izlediği politika ve bu uğurda yaptığı özveriyi sayıp dökerken:
a) Tarihin kendisine verdiği koruyuculuk görevini, mezhep ve milliyet ayırımı gözetmeden, Hıristiyanlık için yapmak;
b) Gerçek savaş alanı ve kâr-zarar meydanı olduğu için, Bulgaristan’a çok önem vermek;
c) Savaşçılığın gerçek hukukunu kazandığı için Bulgaristan’da bulunmak, biçiminde açıklayacaktır.
Ancak bu aşamada, öteki Avrupa Devletleri karşısında direnemeyeceğini bildiği için, “özümseme ve önlem” yaklaşımı üzerine kurulu, bir yaklaşım içine girecektir. Başka bir deyişle Rusya, 1872’de kurulan Almanya eksenli Üç İmparatorlar Ligi’nin ortağıdır. Öteki ortakları olan Almanya ve Avusturya’ya çok aykırı gelen bir politika izlemek, İngiltere ve Fransa karşısında yalnız kalmak istemeyecektir.

⦁ 1878 Berlin Kongresi ve Sonrasında Balkanlar
Bu süreçte başkentler arasında yoğun bir diplomatik trafik yaşanacak ve ancak siyasetin ağırlık merkezi, Berlin olacaktır. Paris Antlaşması’nı imzalayan devletlerin katıldığı Berlin Kongresi’ne, farklı olarak, sonradan Avrupa sahnesine çıkan Almanya ve İtalya da katılacaktır. Tam bir ay süren kongre, Ayasefanos Antlaşması’nı masaya yatıracaksa da, Rusya’nın siyaseten adını koyduğu konuları, Avrupa’nın genel çıkarlarına göre düzenlemekten başka bir şey yapmayacaktır.

Berlin’e göre Romanya, Sırbistan ve Karadağ, yine bağımsız olacaktır. Bulgaristan Prensliği yine Osmanlı’ya bağlı kalacak, ancak Ayastefanos coğrafyası üç parçaya bölünecektir. Bosna’nın Avusturya işgaline bırakılması, yine geçerli olacaktır.

Dört ay ara ile imzalanan bu iki antlaşma arasındaki fark, tam bir İngiliz politikasıdır ve aynı politika, aynen 1853-56 Kırım Savaşı’nda yaşanmıştır. Rusya’nın bu savaş ile Osmanlı Hristiyanları gözünde kazanacağı prestij elinden alınmış ve onun yerine, 1856 Islahat Fermanı yayınlatılmıştır. Berlin’de yeniden çizilen yeni sınırlara göre, Balkanların Osmanlı açısından yeni durumu için, şu değerlendirmeleri yapabiliriz:
Romanya, Osmanlı egemenliğinden çıktığı gibi, komşu bile değildir. Oysa Romanya, Osmanlı yönetiminde yüzyıllar boyu “bağlı beylik” olarak kendi voyvodaları ile yönetilmiş ve Memleketeyn, yani İki Memleket olarak, özel bir statüde tutulmuştur. Son derece verimli bir ülke olan Romanya’yı, Osmanlı’nın kendisi bile “devletin kileri” olarak adlandırmış, piyasa değerinden tarım ve hayvancılık ürünlerini, başkenti için satın almıştır. Tuna Nehri’nin öteyakasında bulunan bu ülkede, yönetim düzeninin bozulmaması için, 40 adımdan fazlasına izin vermemiştir. Ülkenin iç yönetimine karışılmadığı gibi, bu duruma uyulmasına, özen göstermiştir. Ancak Berlin’den sonra, Dobruca başta olmak üzere, bu ülkede kalan Türk nüfusu, çok büyük kitle hareketleri biçiminde olmasa da, ardı kesilmeyen bir akış ile Anadolu toprağına göçmeyi sürdürecektir.

Sırbistan da artık, Osmanlı ile sınırı olmayan yeni Balkan ülkesidir. Devlete ilk ayaklanmanın yapıldığı ve ardından yaşanan sosyal çalkantılar, Belgrad gibi önemli bir kaleden, Berlin’in 11 yıl öncesinde, Osmanlı askerinin çekilmesi ile sonuçlanmıştı. Burada kalan Türk nüfusu da, çok büyük ölçüde göçmek zorunda kalacaktır.

Karadağ ise, Sırbistan ölçeğinde önemli olmasa da, aynı süreci yaşayacaktır. Üstelik bu devlete yeni toprak verilmesi, Berlin’de Osmanlı delegesi olan Mehmet Ali Paşa’nın öldürülmesi ile sonuçlanacaktır.

Osmanlı aleyhinde sürekli genişleme amacındaki Yunanistan, “önce yarımada, sonra adalar” politikası yüzünden, ciddi sıkıntılara neden olacaksa da, İngiltere’den fazla yüz bulamadığından, küçük bir pay ile yetinmek zorunda kalacaktır. Ancak Girit için yapılan Halepa Sözleşmesi’ndeki ayrıcalıklı durum, ada yönetimini işlemez hale getirecek ve Avrupa’nın yardımı ile önce 1899 yılında Türk askeri çekilecek, daha sonra Yunanistan’a bağlanacaktır. Zaten Müslüman olan Bosna’yı ayrı tutacak olursak, Bulgaristan’dan sonra en fazla Türk’ün yaşadığı Balkan ülkesi, Yunanistan’dır. Buradaki toprakların el değiştirmesi sırasında, 1830’dan beri yaşanan acı olaylar, dünya kamuoyunun ilgilenmediği insanlık suçu olarak, tarihteki yerini alacaktır.

Bosna ise, 1870’ten beri Avusturya’nın ilgi alanındadır. Doksanüç Savaşı’nda tarafsız kalışını, bu ülkeyi işgal koşuluna bağlamıştı. Berlin’de bu amacına ulaşacaksa da, Osmanlı’nın en batıdaki güzide toprağına elini kolunu sallayarak giremediği için, üç ay süren çatışmalar, 150 bine varan işgal askerine ve önemli kayıplara mal olacaktır. Sonuçta Almanya’nın politik baskısı ile birlikte, Bosna’nın işgali tamamlanacaktır. Ancak bu işgal, Avrupa ortasında yalnız kalan Boşnaklar için de, elinden bir şey gelmeyen Osmanlı için de, ağır gelecektir. Eski görkemli günlerin özlem ve uzağında kalan Boşnaklardan 170 bin kadarı, 1914’e kadar Anadolu’ya göçecektir.

Bulgaristan, aslında tüm bu olup-bitenlerin en ağırlıklı konusudur. Gerek Doksanüç Savaşı, gerekse Ayastefanos ve Berlin Antlaşmalarının merkezinde Bulgaristan vardır. Çünkü öteki Balkan ülkeleri, Bükreş Antlaşması’ndan başlayarak bağımsızlığa giden yolda, derece derece çeşitli ayrıcalıklara kavuşurken, içten yapılanmaya gitmişlerdi. Ancak Bulgaristan, böyle bir geçiş dönemi yaşamadığı gibi, bir çırpıda Balkanların en geniş ülkesi olmuştu. Üstelik Selanik ile ilk kez bir Slav unsur, Adalar Denizi’ne, yani her mevsim gemi dolaştırmanın mümkün olduğu “sıcak deniz”e iniyordu. İngiliz politikasına ters düşen bu sakıncalar yüzünden, Ayastefanos Bulgaristanı için Berlin’de, büyük bir operasyon gerçekleşecektir.

Avrupa Devletleri, Mısır İsyanı ile başlayan 1833 yılı krizinde, Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlı’nın yerini alması durumunda, onun Balkan toprakları dışında tutulmasını kararlaştırmıştı. Bu olaydan 45 yıl sonra, Rusya’nın Balkanlardan uzaklaştırılması söz konusu edilecektir.

Buna göre, Panslavizm’in en büyük eseri olan 163.965 km²lik Bulgaristan, üçe bölünecektir. Tuna Nehri ile Balkan Dağları arasındaki 63.972 km²lik topraklar, Bulgaristan Prensliği’nin olacaktır. Filibe merkezli Burgaz, Eskizagra, Hasköy, İslimye ve Tatarpazarcığı sancaklarından oluşan 35.901 km²lik bölge de, Doğu Rumeli Eyaleti yapılacaktır. En büyük parça olan 64.092 km² Makedonya ise, Osmanlı’ya geri verilecektir.

Berlin’de İngiltere, uluslararası siyaset arenasında kendini kanıtlamak isteyen Almanya’yı kullanacak ve deyim yerindeyse, kestaneleri ateşten almayı, ona yaptıracaktır. Buna bir de, Kıbrıs adasının yönetimini ele geçirmesi eklenecektir. Böylece, bir Slav ulusun sıcak denize çıkışı engellendiği gibi, küçülen Bulgaristan ile Balkan kıskançlığı da giderilmiş olacaktır. Ancak Makedonya, Balkanların “kızıl elma”sıdır ve yakın-uzak her Balkan devleti, onu koparmak istemiştir ve isteyecektir. Ancak bu gözde ülke, Berlin’de Osmanlı’ya geri verilecektir.

Makedonya konusundaki bu değişiklik, hiç de Osmanlı’nın lehine değildir. Yukarıdaki bilginin dışında, bu uygulamanın üç temel nedeni vardır:
a) Balkan Devletleri’nin kurumlaşması için zaman kazanmak;
b) Bulgaristan’ın Yunanistan’a karşı avantajlı konumunu ortadan kaldırmak;
c) Makedonya konusunda karar verebilmek için, henüz erken olmak.

Aynı politika, 1912 Birinci Balkan Savaşı sonrasında da uygulanacak ve Batı Trakya, Bulgaristan’ın elinden alınacaktır. Ancak Makedonya, komşuların anarşist ve terörist çeteleri yüzünden, en çok Osmanlı’ya zarar verecektir. Güvenliği sağlamak için gereken asker ve silah dışında, vergi ve ürün kayıpları, 35 yıl boyunca Osmanlı’yı uğraştırdığı gibi, zarara da uğratacaktır.

Makedonya’nın durumu, hiç olmazsa siyaseten anlaşılır ise de, Doğu Rumeli Eyaleti’nin Bulgaristan’dan niçin ayrıldığı, ilginçtir. Bu bölünmeyi sekiz yıl sonra İngiltere, zaten geniş topraklar verilmiş olan Bulgaristan’daki, 90 bin Rus askerinin varlığından çekindiği, biçiminde açıklayacaktır. Ancak bu bölünme, iki sakıncaya ortam hazırlayacaktır. İlki, topraklarının çoğunu kaybeden Bulgaristan’ın, savaş sonrası geri dönen Türk göçmenlere karşı, daha da düşmanca bir tutum takınmasına neden olmasıdır. İkincisi de, Rus askeri çekildikten ve aradan yedi yıl geçtikten sonra İngiltere’nin kendisi, prenslik ile eyaletin birleşmesine destek vererek, daha 1885 yılında, bir Balkan Savaşı tehlikesi ile karşı karşıya kalınacaktır. Bununla birlikte, Rusya’nın Bulgaristan’dan tümüyle uzaklaşmasına neden olacaktır.

Söz konusu Osmanlı toprağını paylaşmak olunca, Avrupa’nın politik incelikleri, sınır tanımayacaktır. Bu küçük çaplı bir örnek, Doğu Rumeli Eyaleti’dir. Bu eyalet Osmanlı’ya bağlı olmakla birlikte, 495 maddelik bir “küçük anayasa” ve Hıristiyan vali ile yönetilecektir. Prenslik ise, iç yönetimde bağımsız, dış konulardaki Osmanlı’ya bağlılığı, kağıt üzerinde kalacaktır. Çünkü dışarıdan borç para almak, silah siparişi vermek veya uluslararası sergi düzenlemek, ancak bağımsızlık örnekleridir.

Bulgaristan’ın bağımsız olmayışından dolayı elçi görevlendiremeyen Osmanlı, temsil konusunu, komiserlik kurumu ile sağlayacak ve 1878-1908 arasında, dokuz komiser görev yapacaktır. Böyle bir uygulama, 1882’de İngiltere’nin işgal ettiği Mısır’da ve 1889’da Osmanlı askerinin çekildiği Girit’te de görülecektir. Ancak konunun asıl önemli yönü, niçin Bulgaristan’a her iki antlaşmada da bağımsızlık verilmeyişidir. Çünkü Bulgaristan, 1878 ölçeğinde bağımsızlık için hazır değildir.

Balkanlarda ilk fethedilen ülke olan Bulgaristan, Osmanlı’nın karakteristik özelliğini en belirgin olarak taşıyan bölge olmuştur. Anadolu’dan gerçekleşen göçler olsun, dönemin uygarlık değerleri ve bayındırlık açısından işlenmesi olsun, başka örneği yoktur. Nüfus, mimari ve kültürel açılardan bu denli Osmanlılık özelliği gösteren böyle bir ülkede, millî devlet ekseninde temel değerlerin dönüşümü, zaman alacaktır. Bu durumda, vakıf mülkler ve şahıs emlaki başta olmak üzere, nüfus dengesinden köylerin adına kadar, Bulgarlar lehinde değişim yapılması gerekecektir.

Sonuç olarak Balkanlar, Doksanüç Savaşı’nın başlattığı ağır yıkım ve ardındaki uluslararası siyasal destek yüzünden, bir başka ortama dönüşecektir. Bu yeni durum, siyasal deyim ile söylemek gerekirse, Balkanize’dir, yani, küçük parçalara bölerek yönetme üstüne kuruludur. Öncesinde Osmanlı’nın, tek elden ve bütünlüklü olarak sağladığı bu denge, artık parçalanmış ve çok kutuplu bir siyaset arenasına dönüşmüştür. Bu siyasetin egemen güçleri başlangıçta Rusya, Avusturya ve İngiltere iken, bu gruba daha sonra Almanya da katılacaktır. Ancak Avrupa’nın Balkanlarda bozduğu barış ortamı, dünya barışını etkileyen Dünya Savaşı’nın da burada başlamasına kadar uzanacaktır.
Balkanların kaybedilmesinin Osmanlı açısından sarsıcı etkisi, öncelikle insani boyutta görülecektir. Doksanüç Savaşı ile birlikte, başta Bulgaristan olmak üzere, Balkanlarda yaşayan Türk nüfus yerinden oynayacak ve önemli sayıdaki kısmı ya hayatını kaybedecek, ya da göçmen durumuna düşecektir. Bu, kimi yerde etnik temizlik, bazen de soykırım boyutunda görülen kitlesel trajedi, Avrupa’nın aksi yöndeki politikasının gölgesi altında kalacak ve suskunlukla geçiştirilecektir.

İkinci önemli etki, emlak konusunda görülecektir. Büyük boyutlara varan vakıf emlaki, türlü yöntemlerle kamulaştırılırken, İstanbul başta olmak üzere, abidevî vakıf eserleri de, gelirlerinden yoksun kalacaktır. Artık yüzlerce yıllık vatanda hayat alanı bulamayanlar, aynı politikadan payını alacak ve göçerken mülkünü, ya değerinin çok altında satış veya sahipsizlik iddiasıyla el koymalar yüzünden, büyük mağduriyet yaşayacaktır.

Sonuç
En zor yolculuk, göçtür. Yüzbinleri bulan bu yolculuk, her açıdan daralan koşulların yaşandığı ortamda, daha da zorlaşacaktır. Bu açıdan Anadolu, batan bir yolcu gemisinin kurtarma sandalı gibi, dört bir yandan göçmen akınına uğrayacaktır. Kurulan göçmen komisyonları, hangisinin derdine çare olacağı konusunda, yoğun bir zorluk sürecinden, hiç çıkamayacaktır. Bosna-Hersek’ten Bulgaristan’a kadar, kara ve deniz yolu ile gelen göçmen akışı, sürüp gidecektir. Bu konuda, Bosna’dan İstanbul’a gönderilen toplu dilekçe sayısı, az değildir:
“Osmanlı yönetimine girdiğimizde, yeni bir hayat ve güçlü bir kurtuluşa kavuştuk. O uğurlu günden beri, maddi ve manevi olarak, bayındırlık ve refah içinde yaşadık. Şimdi Bosna’da; güvensizlik, baskı ve silah tehdidi vardır. Artık o güzel günler geride kaldı. Önceki dönemlerde olduğu gibi, adaletiniz ile yaşamak istiyoruz. Ya vatanımızı Avusturya işgalinden kurtarın ya da göçmemize izin verin”.

Osmanlı İmparatorluğu’nun dengesi, bir yanda Balkanlar öbür yanda Anadolu olmak üzere, iki kefeli terazi gibidir. Balkanların kaybı, bu dengeyi bozacak ve çok geçmeden sıra, Arap coğrafyasından başlayarak Anadolu’ya, sonra da başkent İstanbul’a gelecektir.

Eğer bir bölge, egemen gücün kültüründe değer bulmuş ve onun duygusuna tercüman olmuşsa; orası bir işgal toprağı ya da sömürge değil, tam anlamı ile bir vatandır. Buna örnek, 500 yıllık Balkan sevdasının en güzel duygusal anlamını, yine bir Rumeli türküsünde bulabiliyoruz: “Görmedin mi Aliş’imi Tuna Boyu’nda?”

BİBLİYOGRAFYA
ARAMA YAP