1942 yılında Emirsultan, Hamam Sokak’ta dünyaya geldim. Şuanda da aynı evde oturuyorum. Annem Nazmiye, babam Hayrullah Çiçeklidağ idi. Her ikisi de TEKEL Tütün İdaresi’nde çalışıyordu. Tütün deposunda tütünleri denk yapıyorlardı. Annem orada 37 sene çalıştı; beni de orada işe sokmak istedi ama babam müsaade etmedi. Babam Bulgaristan Hasköy Muhacirlerindenmiş; Bursa’ya 16 yaşında gelmiş. Kayhan’da bir köftecinin yanında çalışmaya başlamış. Annem de Bulgaristan’dan 1938 senesinde Emirsultan’daki annesinin yanına gelmiş ama evli ve bir çocuğu varmış. Annemin ilk eşi Bulgaristan’da kalmış ve Türkiye’ye gelemeyince orada bir başkasıyla evlenmiş. Zor yıllarmış tabi, annem çok ziyan olmuş; babam da karşısına çıkınca onunla evlenmek durumunda kalmış.
Eskiden Emir Buhari Kültür Merkezi’nin bulunduğu yer tekkeydi. Benim arkadaşlarım otururdu burada. Sabiha, Meliha; babaları Hüsamettin Bey burada hafızlık yapardı. Küçücüktük, buralarda koştururduk. Caminin önünde, yanda bir otobüs durağı vardı. Ortada kocaman bir su deposu bulunuyordu; o deponun üzerinde oyunlar oynardık. Ama çocukluk işte ben yine de korkardım deponun içine düşerim diye. Kocaman bir kapağı vardı. İtfaiyeler herhangi bir yangında oradan su alırlarmış. Kocaman bir de çınar vardı ama kesildi. Müstakil evler vardı. Çok güzeldi mahallemiz. İnanın o eski halini arıyorum. Şimdi de çok güzel oldu ama eski hali bana göre daha güzeldi.
Emirsultan’da adım başı çeşme akardı. Hemen hemen her evde su deposu vardı.
Kur’an kursunun bulunduğu yerde Hafız Harun otururdu. Mahallemizin muhtarı İbrahim Amca’ydı. Hatta ondan evvel benim dayım Ali Örek muhtarlık yapmıştı.
Okulumuz Emir Buhari İlkokulu şu anda ki Kültür Merkezi’nin karşısında, yola yakındı. Caddeden okula giriliyordu. Yeni bina ve eski binanın arasında bahçe, arkasında da tekke vardı. Okuldaki öğretmenlerim Kevser Hanım, Beyice Hanım ve en son Hasan Bey’di. Okul binası yıkılırken çok üzülmüştüm.
Eskiden mahallede kapı kitleme diye bir şey yoktu. Komşular gelince kapının ipini çeker girerdi. Haber verme hiç yoktu. Misafir gelince hemen kasnağı ortaya koyar, tepsiyi de üstüne; Allah ne verdiyse tepsiye koyar misafire çıkartırdık. Benim annemle babam evlerine dolap girmeden öldüler. Duvarda iki tane raf vardı; tabaklar o raflara sıralanırdı. İki üç tane de tencere vardı. Annemin tavası bile yoktu, komşudan alırdı. Eskiden tava bile alınmazdı şimdi azıcık çizilsin atıyoruz tavaları. Bir zaman sonra annem tava aldı ama tava yıkanmıyordu. Tavayı bir gazeteyle siler (selpaklar, peçeteler yoktu), babam bir çivi yapmıştı oraya asardı. Silindi ya, temiz oluyordu; yıkamak yoktu ama mikropta yoktu, hastalık da yoktu.
Büyüklere saygı sonsuzdu. Hastalık haricinde ben bir kere bile babamın yanında ayağımı uzatmamışımdır. Babamdan ödüm patlardı. Çok düşkündü bana o ayrı konu ama bir büyüğümüz içeri girince hemen toplanırdık.
Hamam Sokak’ta arkadaşlarımla sık sık toplanırdık. Ben geliyorum diye bir şey yoktu. Herkes çat kapı birbirine giderdi. Çayımız yoksa bardağa biraz yoğurt koyar, çırpar ayran yapar, misafirimize ikram ederdik. Şimdi eski samimiyet yok, insanlar daha resmi oldular. Arkadaşlarla konuşurken “bu gün bana dünür geldi, üç kadındılar”, diye tarif ederim. Bir diğer arkadaşta “bana da dünür geldi” deyip aynı kadınları tarif ederdi, gülüşürdük. Gelen dünürler Hamam Sokak’a girer bütün kızların evine girip çıkarlardı. Bakalım hangisi güzel diye bütün kızlara bakarlardı. Beğendiklerine sonra tekrar gelirlerdi. Bu normal karşılanırdı, görücü usulü ile olunca görmeden olur mu? Önce gelip kızlara bakacaklar tabi. Eğer iki tarafta birbirini beğenirse söz kesilirdi. Kız tarafı oğlan tarafına tepsinin içinde bir mendil verir, böylece söz kesilmiş olurdu. Şase gibi süslü şeyler sonradan çıktı. Kız ve oğlanın isimlerinin baş harfleri konmaya başlandı. Şimdi de daha başka, söz tepsisi tüllerle falan süsleniyor.
Söz kesildikten sonra nişan günü tespit edilirdi. Nişandan önce nişan alışverişine gidilirdi. Bu alışverişte kıza bir kat elbise, kumaş, iç çamaşırı, çorap vs. alınırdı. Limon kolonyası mutlaka olurdu. Eğer terlik alınırsa bu zenginlik alametiydi. Nişan yüzükleri de o gün alınırdı. Alınan bu eşyalar bohçalara konur, nişanda kıza götürülürdü. Aynı şekilde kız tarafı da damada alışveriş yapardı. Bazen karşılıklı anlaşmaya göre annelere, babalara, kardeşlere vs. de bohça hazırlanır; bu bohçalara karşılıklı alınan hediyeler konurdu. Alışverişe kalabalık gidilirdi. Kayınvalideler, yengeler, görümceler mutlaka çağırılırdı. Bunlardan biri çağırılmazsa küslük çıkardı. Damat genelde bu alışverişe katılmazdı.
Nişanlar evlerde veya komşuların bahçesinde yapılırdı. Gelin güzel bir elbise giyer, kuaföre giderdi. Ben 1966 yılında nişanlandım. Şible’de bir kuaföre gitmiştim. Nişanım babamın evinde olmuştu. Nişanda şerbet dağıtılırdı. Şerbeti ikram eden kızın elindeki tepsiye bahşiş atılırdı.
Nişandan sonra çeyiz hazırlıkları başlardı. 6 porselen tabak, 6 çay bardağı, 6 çay tabağı, 6 çay kaşığı, 6’şar tane çatal, kaşık mutlaka çeyize alınırdı. Aynı şekilde işli bir masa örtüsü ve altı işli peçete olurdu. Oğlan evi çeyizin serildiği gün çeyiz almaya gelirlerdi. Gelinin arkadaşları çeyiz sandığının üzerine oturur bahşiş isterdi. Çeyizin serildiği gün alınan tabak, peçete vs. bir masaya yerleştirilirdi. Yükler yapılır, yüklerde sargı, yorgan, yastık konurdu. Battaniye alınırsa o ekstra bir durum olurdu. Battaniye lükse girerdi. İç çamaşırlarına kadar sıra sıra serilir, çekmecelere konmazdı. Çeyiz eğer gelin yakında bir yere gelin gidiyorsa oğlan evine serilirdi, şehir dışına gidecekse annesinin evinde bir odaya serilirdi. Mutlaka çeyiz görmeye gidilirdi. Bir de gelin ve annesi çeyiz sermeye hayatta gitmezdi. Çok ayıp görülürdü. Gelinin yakınlarından birkaç kişi gider, çeyizi serer gelirdi. Düğünden sonra da bir süre çeyiz kaldırılmaz, gelinin bütün eşyaları ortada dururdu. Komşular düğünden sonra bile çeyizi kaldırmadıysanız görmeye geleceğiz derlerdi.
Düğünden birkaç gün önce gelin hamamı yapılırdı. Benim gelin hamamın Kaynarca Hamamı’nda oldu. Benim zamanımda buradan bir yere araba yoktu. Yeşil’den otobüslere binip gitmiştik. O zamanlar naylon torba yoktu. Hamama giderken kullanılan meşin gibi çantalar olurdu. Eğer bu çantaya sahipsen zengindin. Eğer o çantadan yoksa eşyalarımızı bir bohçaya koyardık. O yıllarda bornoz diye bir şey yoktu. Bir havlu, sabun, hamam tası, peştamalı bir bohçaya sarar giderdik. Gelin hamamında göbek taşında darbukalar çalınır, oynanırdı. Renkli renkli eşarplar vardı, gelinin omzuna onlar konurdu. Böylece gelin diğerlerinden ayrılırdı. Dışarıdan gelenlerde gelinin kim olduğunu anlardı. Hamam parasını oğlan evi verirdi. Hamamdan sonra kız tarafında da yemek yenirdi.
Ertesi günde evde veya bir komşunun bahçesinde el kınası yapılırdı. Benim el kınam Emirsultan Hamamı’nda olmuştu. Çerezi oğlan tarafı getirirdi. Kız tarafı da cevizli lokum yapardı. Bazıları çengi tutar, bazıları da darbuka çalardı. Çengi gelince önce çengi oynardı. Ondan sonra da oynamaya kalkanlar çenginin kucağına para atıp, oynarlardı. Gelin el kınasında da gelinlik giyerdi. Durumu çok iyi olanlar ayrıca bir kına elbisesi alırlardı.
Gelin almaya arabalarla gelirlerdi. Gelinin beline kırmızı kuşak takılırdı. Gelin dualarla evden çıkardı ve evden çıkarken bozuk para, pirinç vs. serperdi. Çocuklar yerlerden o bozuk paraları toplardı. Mahallenin delikanlıları gelin arabaya bindirilip götürüleceği sırada arabanın önüne geçip bahşiş isterlerdi. Gelin oğlan tarafına gidince oturtulmaz ayakta bekletilirdi. Kimi sandalyenin üzerine çıkarılırdı. Beni sandalyenin üzerine çıkarmışlardı. Maksat gelenlerin gelini görmesini sağlamaktı. Şimdi anlatırken bile acayip geliyor.
Benim düğünüm ve nikâhım Merinos’ta oldu. Benim dönemimde salon düğünleri yeni yeni başlamıştı. Düğünde limonata, pasta ikram edilmişti.
Düğünden sonra damadın evinde paça eğlencesi yapılırdı. Gelin yine gelinliğini giyer, kuaföre giderdi. İsteyen çengi tutar, kadınlar kendi aralarında eğlenirlerdi. Gelinin arkadaşları, akrabaları da gelirdi bu eğlenceye ama gelinin annesi asla gelmezdi.
Bebek olacağı vakit özellikle kızın annesi hazırlıklara başlardı. O zamanlar şimdiki gibi bebek arabasıdır, beşiğidir vs. şeyler yoktu. Annem çocuklarıma Amerikan bezinden on tane bez, patiskadan iki tane kundak, yatak yüzünden tavana asılan bir tane salıncak, bir küçük yastık, bir de küçük yorgan yaptı. Biberon falan yoktu. Gazoz şişesine bir tane plastik emzik aldık, çocuklara su biberonu yaptık. Ondan sonra ayran şişeleri çıktı, ayran şişesine göre emzik alıp onu kullandık. Naylon diye bir şey yoktu. Selpak mendil diye bir şey yoktu. Yıllarca çocuklarımızın bezini elimizde yıkadık. Hazır bez diye bir şey yoktu.
Lohusanın kırkı çıkıncaya kadar bazı şeylere dikkat etmesi istenirdi. Lohusanın ve bebeğin yanına bıçak, anahtar gibi metal bir şey konurdu. Bulundukları odada Kur’an olurdu. Kapının arkasına süpürge dayanırdı. Lohusa yalnız bırakılmazdı, gece dışarıya çıkarılmazdı. Çocuğun bezleri ikindiden sonra dışarıda bırakılmazdı. Neden olduğunu bilmiyorum ama böyle gelenekler vardı.
Bebek mevlitleri yapılırdı. Mevlitte lohusa şerbeti kaynatılır, yanında da tatlı veya tuzlu bir pasta ikram edilirdi. Gelen misafirlerin hepsine yemeni dağıtılırdı.
Mahallemizde çok güzel komşuluklar vardı. Bu mahallede doğduğum ve halen bu mahallede yaşadığım için kendimi şanslı sayıyorum.
Sibel Gök Tarafından 16 Nisan 2015 tarihinde görüşülmüştür.