Balkanlarda Osmanlı Sınırlarının Genişlemesinde İstimâlet Sistemi ve Etkileri

Ömer İŞBİLİR – Mesut AYDINER

Giriş
Eserleri çeşitli dillerde defalarca basılmış büyük Romen tarihçi Jorga, birbirinden çok farklı halkların yaşadığı, çeşitli ülkelerden oluşan ve çok geniş bir alana yayılmış Osmanlı kompleksinin, oldukça ilkel sayılabilecek araçlarla nasıl bu kadar mükemmel yönetilebildiğini merak eder. Bunu açıklayabilmek için, Osmanlı Devlet yönetiminin hangi şartlar altında ve nasıl yürütüldüğünü “ayrıntılı bir analize tabi tutmak” gerektiğine inanır. “Büyük sayıda gayr-i Müslim kökenli devşirmeye dayanan bir ordu ve birçok Hıristiyan topluluk bu Müslüman idarecilere niçin zayıf bir savunma ile karşılık vermişler ya da neden kolayca Osmanlı boyunduruğu altına girmeye razı olmuşlardır?..” Gerçekten ayrıntılı bir analizle cevaplanması gereken ve belki de, Osmanlı Tarihi araştırmalarının temelini oluşturan öncelikli soru hep bu olmamış mıdır? O’na göre, “bu boyunduruğun sonuçlarını, Osmanlı idaresine karşı ayaklanmaların çok nadir görülmesinin sebeplerini idrak edebilmek.. ya da Osmanlıların ele geçirdikleri yerlerdeki halkın, neden kaderinden şikâyetçi olmadıklarını, hatta Frankların ya da Macarların düzenlediği bütün o büyük Haçlı Seferleri’ne, kutsal kurtarma operasyonlarına itibar etmediklerini anlayabilmek.. ve niçin haçlı bayraklarının altında toplanmadıklarının muhasebesini yapabilmek için.. Öncelikle Osmanlıları, idare tarzının özelliklerini ve hayat felsefelerini bilmek gerekir.” Ancak bunun için bazı şartları vardır büyük tarihçinin ve bunları şöyle sıralar: Osmanlı Devleti’ni anlamak için evvela sadece rüşvet ve ganimetle yaşayan ahlaksız devlet adamları, mağlupların akan kanı, kesilen başlar, tahrip edilen binalar, kutsallığı çiğnenen kiliseler, ateşe verilen şehirler ve harabeye çevrilen ülkeler veya tüm bunlardan zevk alan sultanlar ve onların korkunç psikolojisi hakkında oluşturulmuş şartlanmışlıklardan, en nihayet nakledilmiş bu tür tüm rivayetlerden uzaklaşmak gerekir. Halil İnalcık’a göre, kendisi de “Önyargılardan oldukça kurtulmuş, belgelerin tanıklığına öncelik veren bu ciddî tarihçinin.. dünya tarihinin parlak bir bölümü olduğuna inandığı Osmanlı Tarihi..” araştırmaları konusundaki tavrı da oldukça net ve ciddîdir. Döneme ait kaynaklar, gerçeği tüm çıplaklığı ile gözler önüne sererken, kasten uydurulmuş masallardan, şatafatlı hikâyelerden, belirsizliklerden ve geçmişe karşı anlayışsızlıklardan tarihî bilgiler çıkarmak zorunda değiliz. O halde “döneme ait kaynakların gerçeği tüm çıplaklığı ile gözümüzün önüne serdiği” bütün imparatorlukta ve hususiyle Balkanlarda Osmanlı yönetim tarzını anlamamıza yarayacak hakikatler veya onlara ulaşmamızı sağlayacak ipuçları nelerdir?
Bu mütevazı çalışmanın, dönem ile ilgili uzmanlığı müsellem Halil İnalcık, Feridun Emecen, Cemal Kafadar gibi tarihçilerin satır aralarında verdiği bilgileri derli toplu ve farklı bir ambalajla sunmaktan başka herhangi bir iddiası yoktur. Burada Osmanlıların fetih ve yerleşim metodu olarak sıkça kullandığı ve zamanla bir siyaset geleneği haline gelmiş önemli bir uygulamadan bahsedilecek, özellikle giriş bölümü Mücteba İlgürel’in ansiklopedi maddesi etrafında şekillenecektir. Gerek arşiv kayıtları, gerekse çağdaş ve muahhar kroniklerde vurgulandığı biçimde İstimâlet Sistemi, “gönül alıcı, meylettirici ve uzlaştırıcı bir yönetim biçimi” olarak bilinmektedir. Son zamanlarda daha sık kullanılan bu tabir, genelde devletin kuruluş yılları ve özellikle fetih hareketleri ile bağlantılı olacak şekilde algılanmıştır. Nedense terim daha çok Batı Anadolu ve Rumeli fetihleri anlatılırken kullanılmış, hatta bu bölgelerdeki etkili ve görece hızlı yerleşim ve gelişimin önemli sebepleri arasında gösterilmiştir. Şüphesiz bu doğrudur. Ancak tarihî belge ve bilgiler, istimâlet siyasetini daha çok, teâmül haline gelmiş bir Osmanlı idare tarzı gibi gösterme eğilimi taşımışlardır. Bu şekilde kullanımı ile istimale, daha çok ve sadece Batı Anadolu ve Balkan fetihleri için geçerli bir siyaset olmaktan çıkmış, devletin yıkılış dönemine kadar bilinçli tercihlerle “düstûrü’l-amel ittihâz edilmiş” yani bir siyâset geleneği halini almıştır.

1-Yara Açan Değil Gönül Yapan Bir Siyaset
Hemen her dönemde ve hemen herkese karşı uygulanan bir idare tarzı olarak istimâlet kelimesinin sözlük anlamı “meylettirme, cezbetme, gönül alma” şeklinde tarif edilmiştir. Osmanlı kroniklerinde ise daha çok “halkı, özellikle gayri müslim teb‘ayı gözetme, uzlaştırıcı ve müsamahakâr davranma, raiyyetperverlik” mânasında kullanılmıştır. Halkına iyi davranma, raiyyeti sıyânet ve himâye etme, korunması gerekli beş temel esas olan can, mal, nesil, din ve ırz güvenliğini sağlama ve nihayet vergi hususunda kolaylık gösterme, Osmanlı istimâletinin temel unsurları olarak öne çıkmıştır. Ve kelime bu haliyle bir sistemin adı olmuş, Cemil Oktay’ın yerinde ve güzel tespitleri ile: Davranışlarda yumuşaklık, esneklik ve muhatabın rızasını arayan yaklaşımlar içeren bir yönetim anlayışını temsil etmiştir. Yöneticiler açısından istimâlet siyaseti, en az kötü (ehven-i şer) ve en yumuşak çözüm yolunu izlemeyi gerektirmiştir. Asıl hedef, yerleşik düzenin sorgulanmadan işlemesini sağlayacak biçimde, halkın memnuniyetini kazanmak ve bunu yaparken yönetilenlerin hayatî çıkarlarına zarar vermemektir. Bu yüzden Osmanlı’da adalet her zaman, iş başındaki iktidarın meşruiyetini ve temel direğini oluşturmuştur. Düzen varsa, adalet; adalet varsa, düzen vardır. İster istimâlet siyaseti, ister adalet olsun.. Osmanlı siyasi ideolojisinin temelini oluştururlar.

İstimâlet sistemi tabii ki sadece Osmanlılara has ve münhasır bir sistem değildir. Aslında Kur’an’da “müellefe-i kulûb” olarak hukukî ifadesini bulmuş gayr-i müslimlere yani harbî sayılmayan ve zimmî kabul edilenlere karşı belirlenmiş bir davranış biçimidir. Bu yönüyle sistem, İslam Tarihi boyunca belirli bir kıvama ve her şeyden önemlisi sağlam bir hukuka ulaşmıştır. İlk dönemlerden itibaren ayet ve hadislerle çerçevesi çizilmiş, peygamber dönemi uygulamaları ve yine bu uygulamaları esas alan yorumlarla, yerleşik bir “ehl-i zimmet hukuku” oluşmuştur. İslam Devletleri’nin uyguladığı ve uymak zorunda olduğu bu temel esas, Osmanlı Beyliği’nin Selçuklulardan devraldığı bir siyaset halinde, fetihleri ve yönetim biçimini kolaylaştıran önemli bir ilke olarak benimsenmiştir. Osmanlılar tarafından da, pek çok şey ve benzeri birçok örnek gibi, kemâl derecesine yakın uygulanmıştır. Bu gelenekte, büyük bilge ve şair Hâfız-ı Şirâzî’nin bir beytinde gerçek anlamını bulan felsefe hâkimdir ve bu beyit, Osmanlı toplumunda hatta günümüzde bile çok bilinen, kullanılan, nazire yapılan bir beyit olmuştur. İstimâlet ve onun özeti âdeta şu iki mısra etrafında çiçeklenmiştir:

Âsâyiş-i dî gîtî tefsîr-i în dû harfest
Bâ dûstân telattuf, bâ dûşmânân müdârâ
İki dünyanın asâyişi, şu iki harfin tefsîrindedir:
Dostlara lütufla, nâzikâne muâmele et-Düşmanlarla iyi-idareli geçin.

Müdara, iyi geçinmek, güzellikle idare etmek veya tatlı dil ile baştan savmak, kendini, halkını, dinini vb. zarardan korumak için düşmanlara güler yüz göstermek; fitne çıkarmamak ve düşman kazanmamak için dikkatli davranmak gibi tariflerle açıklanmıştır. Müdara’nın kâfirlere karşı gösterilen hukûken onaylanmış bir davranış kategorisi olması Osmanlılara da önemli ölçüde davranış esnekliği sağlamış olmalıdır. Osman Gazi’den itibaren beylerin ve daha sonra padişahların gayr-i müslimlerle kurdukları komşuluk ve ittifak ilişkilerine dair pek çok hikâye vardır ve bu hikâyelerin ilkleri XV. yy anlatılarına kadar uzanmaktadır. İlk döneme ait rivayetlerin de bu tarihlerden itibaren kurgulanmaya başlamış olabileceği düşünülse bile, herhalde bu ilişki ve hikâyelerin üzerine oturduğu gerçeklik temellerini göz ardı etmek mümkün görünmez. Mesela ilk dönemlere dair en eski kaynaklardan olan Âşıkpaşazâde’de Karacahisar’ın fethinden sonra Osman’ın devlet politikasına dair ilginç bir bölüm ayrılmıştır. Kardeşi Gündüz ile konuşmasında, Gündüz yağma akınlarına devam önerisinde bulunur. Buna karşı Osman Gazi, “bu nevahilerümüzü yakıp yıkacak, bu şehrümüz kim Karacahisar’dır, ma‘mûr olmaz. Olası budur kim, komşularımız ile müdârâ dostlukların idevüz.” diyerek kardeşinin isteğine onay vermez. Bu anlayışta şehirler yakıp-yıkılmak için değil mamur-bayındır kılınmak, düşman görünenler ise gönülleri alınıp, iyi geçinmek için vardır. Nitekim başka bir tarihçide de benzer bir anlayış ile ilgili şu satırlar göze çarpar: “Ve bil cümle bu gazîler leylen ve nehâren küffârla gâh ceng, gâh müdârâ iderlerdi.” Varna Muharebesi bitiminde Çek beylerinden biri esir edilip getirilmiştir: “Pâdişâh-ı İslâm tercüman getürdüp eyitti ki: ben sizinle adâvet etmedim, siz niçin bizim vilâyete geldünüz. Kâfir eyitti: Gözümüze bu hacâlet gözükürmüş, ammâ min-ba‘d beşbin yarar adamla pâdişahın seferine gelem ve on pâre hisâr virem ve gayri vilâyetime dahi haraccınuz gelsin.”

Buradaki adâvet etmeme prensibi ya da istimâlet ve müdârâ ile davranma siyaseti, asla hoşgörü değildir ve olamaz. Belki en yakın anlamı İlber Ortaylı’nın ifade ettiği bir tabir ile “Tesâmuh fi’s-sabr”dır. Müsâmaha, karşılıklı tesâmuh etmek demektir. Tesâmuh o medeniyeti kuran toplumun kendine benzemeyenlere karşı yaklaşımıdır. Hoşgörüden farkı, “hoş görmediğiniz” bir şeye de tesâmuh ve sabırla tahammül gösterip, idâreli davranabilmeniz yani kimseye “hod ve hor nazarla bakmamanız, kem söz söylememeniz”dir. Başka dinî anlayışların, felsefî görüşlerin mevcudiyetini birer realite olarak görmek, kimseyi dışlayıp ötekileştirmeden, herkesi kendi konumunda kabul etmek ve saygı duymaya çalışmaktır. Hak ve adalet kavramları içerisinde farklılıklara saygı göstermek, askerî değil, asgarî müştereklerde birleşebilmek ve birlikte yaşayabilmenin yollarını aramaktır. Bu tek taraflı bir atiyye olarak değil, iki taraflı fedakârlığa dayanır. Müsâmaha çoğu zaman ıztıraplı, sabır isteyen, adamı çileden çıkaran bir fiildir. Bu müessesenin tarihteki oluşumu, gelişimi de böyledir. Osmanlı gayr-i müslimleri bir azınlık, ekalliyet değil, devletin ya temel unsurlarından biri ya da vergisini verip itaat ettiği sürece kanun önünde eşit, idarecisine bir emanet gibi zimmetlenmiş zimmîlerdir. Belki sadece sorumlulukları bir mıh gibi idarecilerin uhdesine çakılmış, gönülleri hoş tutulacak kimselerdir. Bu sebeple İran Müslümanlarının, Karaman Türkmenlerinin, Mısır Memlûklularının üzerine birbiriyle ortak noktalarda buluşmuş her din ve milletten oluşmuş bu insanlar yürümüştü. “Öyle hiç kimse kimseyi hoş görmüyordu. Hoş görecek, görülecek bir durum da yoktu ortada. Beş bin yıldır bir yerde mütemeddin ve mütemekkin olan birtakım topluluklar, dinler, diller, birbirleriyle bir sembiyosis (ortak yaşama), karşılıklı alışveriş, değişim ve dayanışma içinde yaşıyorlardı. Bunların bu topraklarda varlığında, hoş görülecek bir olay söz konusu olamazdı.” Nitekim Osmanlıların neş’et ettiği uç boyları “dinlerin, ırkların ve kültürlerin birbiriyle kaynaşıp eridiği hakiki bir pota” hükmündeydi. Buralardan başlayıp içerilere doğru dalgalar halinde yayılan bir uzlaşı ve birlikte yaşama kültürü tarihçilerin bugüne kadar kabul ettiklerinden çok daha sıklıkla gerçekleşmişti. Bu yüzden Osmanlı şehirlerinde kurulan pazarlarda Müslümanların yanında gayr-i müslim kadınları dahi rahatlıkla alışverişlerini yaparlardı. Daha çok öncelerden belirli kaide ve kurallarla sistemleşmiş ahîlik kültürü sayesinde, hiç kimse onlara bir zarar veremez, hile ve aldatma af göremez ya da “aldatan bizden değildir” düstûruyla asla hoş karşılanmazdı. Eskişehir yöresinde Hamam mevkiinde kurulan bir pazarda Germiyanlı’nın birisi Bilecik Rumları’ndan bir bardak satın almış ancak parasını ödememişti. O kimse Osman Gâzi’ye gelerek şikâyette bulundu. Osman Gâzi adamı çağırtıp Rum’un hakkını alıverdiği gibi şiddetli de azarladı. Ardından pazarlarda tellallar gezdirip, kimsenin, Müslim ve gayr-i müslim kimseye zulmetmemesini, haksızlığa uğrayanların kendisine müracaat etmesini duyurdu. Kaynaklara göre Osman Gâzi, iyilik ve ihsanda Müslim, gayr-i müslim gözetmez, herkese yardımcı olmaya çalışırdı. İyilik gördüğü kimselere sonuna kadar vefa duyguları içinde bulunan bir liderlik sergilerdi. Fetihler devam ederken gâzilerden bir kısmı onu Bilecik üzerine yürümeye teşvik ettiklerinde, “Biz bu il’e garip geldik. Bunlar bizi hoşça tutup iyi komşuluk ettiler. Biz dahi onların hakkına riayet edip, mümkün olduğunca iyilik ederiz” diye cevap vermiş ve yine bir defasında Köprühisar tekfuru, Bilecik tekfurunun üzerine saldırdığında Osman Gâzi yoldaşlarıyla yetişip onu zor durumdan kurtarmıştı. O dönemde Hıristiyan komşularıyla birlikte gazaya çıkıp ganimeti paylaşanlar vardı. Nitekim Müslümanların gündelik hayatına dair dinî bilgiler içeren bir ilmihal, gazadan elde edilen ganimetin bölüşülmesine dair kurallardan bahsederken, hiçbir çekince duymadan, duruma katkı sağlamış olmaları halinde “kafirlere verilecek pay”dan bahseder. Bizans kronik yazarı Pachymeres, İznik havalisindeki Bizans askerlerinden bazılarının Türklere rehberlik ettiklerini yazmıştır.

Osmanlı Devleti, Fatih döneminde merkezî hüviyet kazanır kazanmaz, uçlardaki akıncı beylerine çeki düzen vermeye çalışmış, kendilerine tahsis edilen mülk ve vakıfların önemli kısmını mîrîleştirmiş, harbî olmayan kâfirlere karşı bu tür akınlar bile men edilmiştir. Bu siyaset sonraki dönemlerde de devam etmiş, II. Bayezid dönemindeki tedrîcî siyasetle devlet durulmuş, Yavuz’un zaman zaman sertlik içeren dirayeti Kânûnî’nin uzun saltanatı süresince belirli bir dengeye oturmuştur. Kânûnî’nin özellikle Macaristan’a karşı yürüttüğü siyaset geleneksel anlayışın bu dönemdeki rolünü ifade etme sadedinde önemlidir. Fransa ve Macarlarla istimâlet ve mudârâ siyaseti, sulh dönemlerinde İran, Avusturya kara hudutlarına tacizlerin menedilmesi ile Venedik ve imtiyazlı devletlerin gemilerine dokunulmaması prensibi, son dönemlere kadar devam etmiştir. Yine İran, Macar, Leh beyleri ile İsveç Kralı Demirbaş Şarl’ın misafir edilmeleri gibi daha pek çok örnek bu meyanda zikredilebilir.

Nitekim devlete ait bu örneklerin dışında, başka bir açıdan, bu siyaset ve hâkimiyetin yerleşmesinde rolleri inkâr edilemeyen pek çok insânî ilişki veya derviş dikkat çeker. Onlar sadece cemaatlerine yol göstermekle kalmamış, coğrafyanın genelindeki Hıristiyan ve Yahudiler kadar pagan Moğolların bazılarının kalplerini ve zihinlerini de kazanabilmişlerdir. Mevlânâ’nın cenaze alayına iştirak eden her din ve anlayıştan büyük bir kalabalık ve başlarında yürüyen azizlere, Balkanlarda herkesin ziyaret ettiği onlarca türbesi bulunan Sarı Saltuk’a ondan Gülbaba ve Kızı Deli Sultan’a kadar pek çok örnek sıralamak mümkündür. Babası Âşık Paşa’nın ölümünü anlatırken Elvan Çelebi “Ermenilerin, Musevilerin ve Hıristiyanların” ağlayıp “şeyhimiz nerede?” diye sormalarından daha iyi bir misal bulamamıştır. Tüm bu yaslı insanlar din değiştirmiş dönmeler miydi? Belki? Belki de Elvan Çelebi onların geçmişlerine dikkat çekmek amacıyla bunu açıkça belirtmemiştir. Fakat muhtemelen Âşık Paşa’nın tüm gayr-i müslimler üzerinde etkili olduğuna işaret etmek istemiştir. Hacı Bektaş bazı Hıristiyanlardan Aziz Haralambos olarak saygı görmüştür. Zaten Elvan Çelebi’nin kendisi de bir XVI. Yüzyıl Alman seyyahı tarafından -muhtemelen yerli Hıristiyanlardan duyduklarına dayanarak- Aziz George’un arkadaşı olarak teşhis edilmiştir. Gerçek olan şu ki, Müslim ve gayr-i müslimlerin bu şekilde ortak azizlere sahip olması, dervişâne şahsiyetlerle sınırlı olmayıp, kutsal savaşçıları yani gazileri bile kapsayabilmekteydi. Yenice Vardar’ın (Gianitsa) Rum sakinleri, bu yüzyıla kadar, şimdi anıtmezarının bulunduğu bu kasabadaki üssünden bölgeyi fetheden Gazi Baba’ya, yani Gazi Evrenos’a adak adamış ve bez bağlamışlar, Kosova civarında Aziz Hüdâvendigâr yani I. Murad’a ve Söğüt’te ise yerel Hıristiyanlar Ertuğrul Gazi’nin mezarına aynı hürmeti göstermişlerdir. Zaten Âşıkpaşazâde, aşireti ile bölgeye geldiğinde “Er Duğrul Gazi zamanında ceng ü cidal ve kıtal olmadı. Yaylaklarında yayladılar, kışlaklarında kışladılar.” derken, bölgeye onunla birlikte gelmiş olan Samsa Çavuş için “Ol vilâyetün (Mudurnu) kafirleri Samsa Çavuş ile aşinâ olmuşlar idi.” kaydını vurgular.

Sonraki dönemlerden Barbaros Hayreddin Paşa’nın hatıralarında benzeri çok fazla ifade ve örnek arasında bir hayli dikkat çekici olan davranış da şudur: Ünlü kaptan Ferando bir deniz savaşında yaralı olarak ele geçirilir. Barbaros bu cesur kafir için Cezayir’deki sarayının bir odasının tahsis edilmesini ve iyileşene kadar cerrahların ve hasta bakıcıların tüm gün ona hizmette bulunmalarını emreder. Ağabeyi Oruç Reis ise pek çok dili iyi konuştuğundan gittiği her yerde genç ve yaşlı kafirler onun etrafında toplanır ve onunla konuşurlarmış.

Bu coğrafya bu tür ilişkilere hiç yabancı değildir. Bu yüzden büyük seyyah İbn-i Battûta Aydınoğlu’nun Birgi’deki sarayında, Yahudi bir doktora, Müslüman âlimlerden daha çok saygı gösterildiğine şahit olur ve çok şaşırır. Osmanlı saray ve konakları ise, hem Müslüman âlimlerle diğerlerinin yaptığı çok sayıda tartışmaya hem de padişah ve devlet adamlarının hizmetinde iş gören sayısız denilebilecek kadar çok gayr-i müslime kapı açmıştır. Müslüman idarecilere şükran hisleri ile kaleme alınmış ifadeler veya bizzat ibâdethânelerin duvarlarına kazınmış, kutsal metinlerin girişlerinde yer almış süslü teşekkürler, hiçbir zaman bu coğrafyada garip karşılanmamıştır. Bizanslı bir teolog ve mistik olan Gregory Palamas 1354’de Osmanlılar elinde tutsaktı. Palamas biri Orhan Gazi’nin sarayında olmak üzere Osmanlı âlimleri ile iki dinî tartışmaya katıldı ve bu tartışmalardan birinden “birgün hepimizin ortak noktada buluştuğu günler gelecek” sözleriyle ayrıldı. Eğer Palamas 1390’larda Orhan Gazi’nin torununun sarayına gelmiş olsaydı, burada büyük ihtimalle bir Yahudi filozofla, Ellisaeus ve sonraları Rönesans’ın öncülerinden kabul edilecek olan öğrencisi Plethon’la tanışmış olabilirdi. Fatih ve ardıllarının huzûrundaki sayısız ilmî sohbetler ise ancak daha geniş ve özel bir makale konusu olabilir.

Evet, örnekler çoğaltılabilir ancak bu kadarı merâmı ifade için kâfi sayılabilir. Bu tür ve benzeri olaylardan anlaşıldığı üzere, merkezî idare her zaman ahlaki ve siyasî ilkeler yanında tarihi gereklilikler sebebiyle de, istimâlet üzere hareket etmeye özen göstermiştir. Bu zaruretler sebebiyledir ki, durumu dikkate alan Osmanlı uleması genelde, -zaman zaman bazı çekinceler öne sürse bile- Dârü’l-harb ile Dârü’l-islam arasında ebedî bir düşmanlık olduğu kaidesiyle hareket etmemiştir. Dolayısıyla Müslümanların olmayanlara karşı daimî ve fiilî bir savaş sürdürmesi gerektiği anlayışından daha çok, “sulh hükümlerin en hayırlısıdır” anlayışını bir gelenek olarak benimsemiştir. Aksine fiilî savaş durumu, kaynaklardan çıkarılan sağlam gerekçelere dayandırılmaya çalışılmış ve halkın emniyet, adalet, hürriyet ve huzurunun tehdit altında olduğu durumlarda bir zaruret olarak görülmüştür. Zaman zaman bu unsurlardan birinin diğeri ile çelişmiş ya da çatışmış olması, geleneksel anlayış içerisinde istisnai ya da ârızî bir durum olarak görülmüş ve kaideyi bozmamıştır. Böylelikle sistem farklı menfaat gurupları arasındaki dengeyi karmaşık müzâkerelerle, öncelikler üzerinde sağlanan bazı uzlaşmalar ya da benzer vasıtalar yoluyla, hiç değilse geçici olarak muhafaza etmiştir. Nüfusun belli kesimleri arasında, zaman zaman biri diğeri aleyhine sayılabilecek durumların ortaya çıkması ya da fiyaskoya meydan vermesine ise, “bireysel özgürlükler” ve “kamu düzeni” önceliğindeki ilkeleri çatıştırmadan, mevcut toplumsal değerlerle dengelemeye çalışmıştır. Şüphesiz bu durum gayr-i müslimler için olduğu kadar Müslümanlar için de geçerlidir. Bu tarihi gerçeklerin ve tecrübelerin değerini ifade etme sadedinde şu anekdot çok ilginçtir: Cengizli siyasi geleneğinin en üstün temsilcisi olduğunu iddia eden bir devletin vârisi olan Timur’un oğlu Şahruh, Çelebi Mehmed’i takdir etmişti. İçinde bulunduğu fetret dönemi şartları içinde, Şahruh’un bir tür vasalı durumunda olmasına rağmen Çelebi Mehmed hiç çekinmeden, Osmanlının benzersizliğine dair şu cümleleri ifade etmişti: Osmanlı sultanları başlangıçtan itibaren tecrübeyi rehber edindiler ve kesinlikle yönetimde ortaklığı reddettiler.

İstimâlet sistemi, Bitinya bölgesindeki Bizans tekfurları ve gayr-i müslim ahâlî ile iyi geçinme, onların kalbini kazanma şeklinde, daha kuruluş yıllarından itibaren bilinçli bir şekilde uygulanmıştı. “Aşâir-i Osmaniyye ki… serhadd-i Rûm-i Yunan’da sakin oldular… evlâd-ı kefere ve kadîmden o diyarda buldukları ecnâs-ı mütenevvi‘a ile ihtilât üzre geçindiler. Badehu Rûm illeri açıldı. Memâlik-i küffârdan nice yerler silk-i hükümetlerine dâhil oldı.” Hatta ortak bir düşmana karşı geldiklerinde, ya da sıkışıp dara düştüklerinde, iki taraf birbirine yardımcı olmaya gayret etmiş, el uzatmıştı. Yıldırım’ı Timur elinden kurtarmak için başvurulan çareye dikkat eder misiniz?: “Temür Bâyezid Hân’ı tutup habs idicek, ekâbir-i Rûm ittifâk idüp hünkârı, Temür’den satun almak niyetine… 90 bin filori kavl itdük.. Rûm’da nesne kalmadı. Hep yagmaya gitdi. Ammâ varayın Konstantiniyye tekfurundan istikrâz ideyin”.
Bilecik Tekfurunun Osman Gazi’nin canına kastetmeye yeltendiği düğün oyunundan Osman’ı haberdar eden de Harmankaya Tekfuru ve daha sonra da Osman Gazi’nin en iyi dostu-nökeri olacak Köse Mihal olmuştur. Köse Mihal, Mihaloğulları ya da Âl-i Mihal olarak yüzyıllarca devam edecek Akıncı beylerinin dedesidir. Bu siyaset o dönemlerden itibaren, Mihaloğulları gibi, Osmanlı askerî tarihinde önemli rol oynayan gayr-i müslim kökenli akıncı ailelerin kazanılmasını netice vermiştir. Ancak bu tür faydaların yanı sıra, devletin sağlam bir genişleme ve stratejik yerleşim siyasetinin temel unsuru olarak, çok daha fazla olumlu sonuçlar doğurmuştur. Böylece Osmanlı yönetimi ve halkları, Asya-i Osmânî, Avrupa-i Osmânî ve Afrika-i Osmânî gibi, oldukça büyük üç farklı coğrafyada dal budak salma imkânı bulabilmiştir. Hızlı gibi görülen bir genişlemenin aksine, ani’l-merkez bir güç ve anlayışı temsil ettiği için, son dönemlerinde bile milim milim daralmış ve tekrar ana çeperine geri dönmüştür. Ancak gerek kültürü, gerekse eski halklarının derin hafızasında yer eden müspet-menfî tesirleriyle, günümüze kadar yaşamaya devam etmiştir. Sadece bu sebeple bile, bir dönem oldukça popüler olan Osmanlı Barışı (Pax Ottomana) kelimesi, bu sistemin tam adı olarak tescil edilebilir. “Son olaylar ve araştırmalarla da artık anlaşılmıştır ki, bu ifade, abartma bir tabir değildir, yanlış da değildir. Tarihin önemli bir döneminde, özellikle sıkıntılı bir coğrafyada Osmanlı’nın kendisini ve sistemini ortaya koymasıdır. Bu manada Osmanlı, yenidünyanın şartlarına intibak eden ve ulus devletlere geçişi sağlayan son imparatorluk olmuştur. Yerel kültürleri bir daha dirilmemek üzere yok eden koloni imparatorluklarının aksine, küçük halkları ve onların yerel kültürleri ulus çağına taşımıştır”. O halde bu geniş coğrafyanın insanlarına “Osmanlı istimâletinin çocukları” demek, doğal ve yerinde bir söz sayılabilir. Bu yüzden, pek çokları gibi, Kudüs’teki İngiliz sömürge vali yardımcısı Harry Charles da, hatıratını kaleme alırken oldukça şaşkındır. “Etnografi çalışan bilim adamlarını çeşitlilik itibarıyla Musul kadar şaşırtan çok az şehir bulunur.” der ve ekler: “Devâsâ Musul ovasını baştanbaşa gezerseniz, aynı ırktan, aynı dili konuşan ve aynı Tanrı’ya inanan insanların oturduğu yan yana iki köy bulamazsınız.” Charles, 1920-24 yılları arasındaki gözlemlerine dayanarak, o dönemde Musul’da, Hıristiyan Nasturilerin, Yakubîlerin, Keldânilerin, Ermenilerin, Âsurîlerin, Yahudîlerin, Yezîdilerin, Şiîlerin, tarihleri Yahya Peygamber’e (a.s) dayanan Mandeanların, Müslüman olan Türkmenler, Çeçenler, Çerkesler, Kürtler ve Araplarla birlikte yan yana köy ve kasabalarda yaşadığından bahseder. Osmanlılar bu yöreyi üç asırdan fazla idare etmişlerdir. İttifakların dinî, etnik ve kabîlevî sınırları aşabildiği hatta aştığı bir anlayışı benimsedikleri için, burada böyle hatırı sayılır bir başarı sergilemişler, göçebe ve yerleşik topluluklar arasında bir arada yaşamayla ilgili tecrübeler geliştirebilmişlerdir. Muhtelif anlayışlar arasındaki uyumun tek şartı olan kendi etnisitesini, din ve kültürünü başkasının başına kakmadan kabul ettirmenin Osmanlı idaresindeki adı istimâlet sistemidir ve kabul edilirse bu uyum ve başarı, böyle gerçekleştirilebilmiştir.

Osmanlı istimâlet siyasetinin asıl dikkat çekici neticeleri tabii olarak Rumeli ve Balkan fetihleri ile birlikte ortaya çıkmıştır; ancak bu, âdeta dalgalar halinde dairesel genişlemiş ve yukarıdaki satırlarda da görüldüğü üzere, doğudan batıya, kuzeyden güneye coğrafyanın tamamına yayılmıştır. Daha 1360’lı yıllar gibi çok erken bir tarihte, Edirne’nin alınmasından sonra hızla gelişen Balkan yerleşmesi, hep bu eksen içerisinde gerçekleşmiştir. Fetihlerin, sadece kılıçla değil, yerli Hıristiyan halkların himâyesi, hakların iadesi, dinî serbestîye ve vergi muafiyeti tanınması gibi ısındırıcı istimâlet politikaları sonucu gerçekleştiği, artık çok açık olarak bilinmektedir. Bu yumuşak siyaset, istimâlet hükmü, istimâlet-nâme veya istimâlet kâğıdı gibi resmî yazılarla da belgelenmiş, böylece devletin tebaasına taahhüdü nesilden nesile aktarılarak resmiyet kazanmıştır. Bu taahhüdün başında ise, halkı düşman saldırılarına, din ve mezhep farklılıklarından doğan her tür baskıya karşı korumak gelmiştir. Zaman zaman kimlikler değişmiş olsa bile, bu heterojen yapı asla hor görülmemiş, insanlar, eskisine oranla daha güvenli bir hayat için koruma altına alınmış, insani haklara sahip olmuştur. Bu sistemle, değişik din ve milletten halklara, merkezle anlaşma ve müzâkere hakkı tanınmış, bir tür akitleşme ile dinî hürriyet verilmiş ve bu topluluklar böylece kültürel muhtâriyet ve idari işbirliği statüsü kazanmıştır. Bu yüzden gayr-i müslim teb‘a ile uzun yıllar çok büyük problemler ortaya çıkmamış, farklı iklim ve coğrafyalarda tutunabilme sebeplerinden biri olarak da bu uygulama gösterilmiştir.

Gerek erken gerekse sonraki dönemdeki Osmanlı kronikleri gazilerin bu konudaki başarılarına yer ayırmışlarsa da, dinî müsamahanın ve kâfir addedilenlerle yapılan bu işbirliklerinin altını da, önemle çizerler. Lehler, Macarlar, Rumlar arasında her zaman Osmanlı ile işbirliği yapmaya hazır fırkalar (özellikle Kantakuzenos 1341-1355) ortaya çıkmış, Osmanlılar gerek Leh, Macar, Eflak ve Rum beyleri ile gerekse Venedik ve Latinlere karşı Ceneviz deniz devletiyle ittifak halinde olmuşlardır. Macarların Prens Jorj’un teşviki ile Osmanlılarla uyuştuklarını haber alan İstanbul İmparatoru, Papa’ya elçi göndererek yardım istiyor, donanma gelip Çanakkale Boğazı’ndan geçişe mani olursa ancak bu ittifakların hakkından gelebileceğini izah ediyordu. Ki bu işbirliği bu coğrafyaya hiç yabancı değildir ve beylikler döneminden bile Anadolu Müslümanları ile gayr-i müslimler arasındaki işbirlikleri konusunda fazlasıyla ilginç örnekler bulunur. Hatta Aydınoğlu Gazi Umur Bey, Bizans İmparatoru ile ilişkisini o derece ilerletmiş, kardeş gibi olmuştur ki, kızını kendisine nikâhlamak isteyen imparatorun teklifini “Tekfur kardeşimdir. Onun kızı benim kızımdır; dinimiz böyle bir evliliğe izin vermez” diye geri çevirmiştir. Sonrasında güzel prenses Umur beyin ayaklarına kapanıp “Kulun, kölen olayım beni al” dediğinde bile, kılını kıpırdatmamıştır. O kadar ki, üzüntüsünü gizlemek için ellerini yüzüne kapamış, ama bir gazi olarak önemsediği kardeşlik ahlakı hukukundan asla taviz vermemiştir. Gazi ve nöker (kardeş) ilişkisi bir kere kuruldu mu, bu kardeş, kafirlerin hükümdarı dahi olsa, gazilerin yapamayacağı belirli şeyler vardır. Tabii bunun yanında doğal yollarla gerçekleşmiş evliliklerle ilgili sayısız işbirliği örnekleri de vardır. Mesela, Orhan Gazi ile Bilecik Tekfuru’nun kızı Holofira’nın (Nilüfer) 1299 yılı dolaylarındaki geleneksel düğünü Osmanlı kroniklerinde keyifle zikredilir. En azından Orhan Gazi’nin III. Andronikos’un kızı Asporça Hatun ve 1346 yılında da Kantakuzenos’un kızı Teodora’yla (Maria) olmak üzere iki evlilik daha yaptığını ve bunun bölgedeki Türkmenler ve Komnenoslar arasındaki 11 evlilikten ilki olduğunu biliyoruz. Nitekim Oğlu Murad, Bulgar Kralı Şişman’ın kızı Tamara ve V. John Paleologus’un kızı ile torunları Yıldırım Bayezid, Sırp Kralı Lazar’ın kızı Olivera Despina ile II. Murad da yine Sırp Kralı Jorj Brankoviç’in kızı Mara Despina ile evlenmişler ve Osmanlı ordularına ait safların önemli bir kısmını bu evliliklerle gerçekleşen ittifak askerleri doldurmuşlardır. Mora Despotu’nun kızı Helene’nin de kadınları arasında olduğunu bildiğimiz Fatih’ten itibaren ise tüm padişahlar, neredeyse tamamı gayr-i müslim kökenli cariyelerden oluşan saray hareminden eş seçmişlerdir. 1297 ile 1461 yılları arasında 44’ten fazla Bizanslı, Trabzonlu ve Sırp Prensesi, Moğol Kağanları ve İlhanlılar, Türk emirleri ve Türkmen beyleri ile evlendiler. Şüphesiz bunlar İslam dininin de onayladığı evliliklerdi ve daha çok üst düzey evlilikler ile ilgili tespit edilebilen verilerdi. Herhalde daha alt kesimlerden yapılan evliliklerin sayısının daha fazla olduğunu tahmin etmek abartı olmaz. Osmanlılar ile Bizans İmparatorluğu’ndaki Kantakuzenos hizbi arasında yukarıda örnek verilen işbirliği ise, Osmanlıların Balkanlara doğru genişlemelerinde bir dönüm noktası haline gelmiştir. Hele hele Cem Sultan döneminde derlenen Saltuknâme’nin başkahramanı Sarı Saltuk’un, Ayasofya daha Bizans hâkimiyetinde iken kürsüye çıkıp, Hıristiyan Ortodoks cemaate duygulu bir şekilde İncil okuması ve onları gözyaşlarına boğabilmesi bugün bile hayretle karşılanabilecek örneklerdendir.

O halde açıkça görülüyor ki, Osmanlılar diğer inancın üyelerine karşı uzlaşmacı ve samimi davranışlar sergileme konusunda rahattılar ve bu tavır, onların mühtediler kazanma arzusuna da engel olmadı. Aksine bu arzu ve anlayış, hiçbir zaman “ötekilerle” alışverişte dışlayıcılığı benimsemedi ve onlar hala kendi taraflarının üstünlüğüne inanıyorlardı. Zaten mümkün olduğu her zaman, insanların kalplerini ve zihinlerini kazanmak için uzlaşmacı olmak daha müslümanca ve aynı zamanda zekice bir davranış olarak değerlendirilmemiş midir? Yüzyıllar boyunca “öteki inanç” iklimi ve ikilemiyle ve farklı kesimlerle bir arada yaşamayı başarmış insanlardan bu anlayış dışında başka bir tavır beklenebilir mi? Osmanlılar istimâlet anlayışının meydana getireceği büyük “sinerji”nin farkındaydılar ve sınırların devamlı olarak yeniden çizilmekte olduğunun da fevkalade bilincindeydiler. O halde neden Osmanlıların insanları cezp etme imkânı varken onlarda nefret uyandırmak isteyebileceklerini düşünelim ki? Bu beraberliklerde sadece ortak bir menfaat veya etrafında şekillenen “o ana” dair kaygıları, ya da gelecek hesaplarını görmek ve göstermek, iddia sahibini yanlış sonuçlara götürebilir.

2-İstimâlet Balkanlar İçin Ne Anlam İfade Ediyordu?
Balkanlar günümüzde olduğu gibi Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde de gerek dil gerekse din yönünden çok karışık bir manzara arz ediyordu. En kalabalık din grubunu Hıristiyan Ortodokslar oluşturuyor, Rumlar, Slav kökenliler, Sırplar, Bulgarlar, Romenler, Makedonyalılar ve Karadağlılar Ortodoks kilisesine bağlı olup, sayıları önemli bir yekûnu buluyordu. Ancak, Balkan Hıristiyanları, dil, din ve milliyet tarihi bakımından birbirinden ayrılmayacak bir biçimde iç içe girmiş, özellikle XIV. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa ve Balkanları etkileyen büyük veba salgını ile halk iyice yıpranmış, nüfus azalmıştı. İnsanlar, siyasi yapıdaki karışıklıklar dolayısıyla feodal beylerle krallar arasındaki çekişmelerin ortasında kalmış, çeşitli belirsizlikler içine düşmüşlerdi. Bütün bu sıkıntıların üzerine, Papalıkla Macar Krallarının Katoliklik propagandası eklenmiş, Ortodoks halk mezhep değiştirmeleri yönündeki baskıdan iyice bunalmıştı. Eskiden beri Batı kilisesi ile anlaşamayan Doğu kilisesi, siyasi iktidarının yanı sıra artık dinî iktidarını da kaybetmeye başlamış, iki kilise arasında düşmanlık artmıştı. İtalyan şairi ve hümanist Pétrarque (1304-1380) Papa V. Urban’a (1362-1380) yazdığı bir mektupta, “Türkler yani Osmanlılar sadece düşmandırlar, Rafızî Rumlar ise düşmandan daha beterdir. Osmanlılar bize karşı o kadar kin beslemezler, çünkü bizden o kadar korkmazlar. Hâlbuki Rumlar bütün ruhları ile bizden korkar ve nefret ederler” diyordu. Bu fikrin siyasi temsilcisi olarak Katolik Macar Kralı, siyâsî ve dinî olarak Balkanlar’da yayılmak istiyor, Papalık-Venedik-Macar ittifakı ve Sırp, Bulgar ve Bizans’ın despot yönetimleri ile kendi papaz ve feodalleri arasında sıkışan halk, yarımadanın kuzeydoğusundaki boş ve tehlikeden uzak yerlere göç ediyordu. Böyle bir ortamda, daha ilk dönemlerinden itibaren nispeten merkezîleşmiş bir devlet, ancak güvenliği sağlayabilirdi. Osmanlılar, -başlangıçta kendileri de bu belirsizlik ve kargaşaya katkıda bulunmuş olsalar bile-, iktidarlarını tesis ettikten sonra, kısa sürede belli bir istikrar ve düzen kurabilmiş, bıkkın yığınlara ümit ve kabul edilebilir bir geçim kaynağı sunabilmişlerdi. Aynı zamanda bu devletin diğerlerine nispetle, uyguladığı yeni ve farklı sistem, belki bugününden bıkmış bu ümitsiz yığınların geleceklerini de garanti altına alabilirdi. Osmanlılar, “toprak ve reâyâ sultanındır” prensibini ilan ederek, yerli feodallere karşı toprağı ve köylü emeğini koruyor, devlet veya Tımar rejiminin garantisi altına sokuyor, yerel feodaller yerine merkezî rejimi ihyâ ederek, “re‘âya fukarâsını zî-kudret ekâbire ezdirmiyor”lardı. Tüm bu belirsizliklerin ve asgari geçim vaadi bile veremeyen kaosun ardından, Osmanlı idaresinin sistematik ve tutarlı doğası, ılımlı ve uzlaşmacı siyâseti, bu topluluklara nefes aldırabilirdi. Böylece Osmanlılara itaatin “katlanılabilir seviyelerini kabul etmek” herhalde bu insanlara daha doğal ve makul bir tercih olarak görünmüştü. Jorga’nın dediği gibi, aç gözlü efendileri ve dinî baskılar yüzünden, uzun yıllar acı çekmiş Balkan köylüleri, mâlî külfeti azalttığı ve dinî serbestiyet sağladığı için de, Osmanlı idaresini tercih etmiş olabilirlerdi. Değişim ve dönüşüm geçirdiği iddia edilebilecek dönemlerde bile bu anlayış, hiçbir zaman Hıristiyan komşulara zorla din değiştirtmek veya onlarla işbirliğini reddetmek ya da kendine tâbi gayr-i müslimlerle silahlı çatışmaya girmek gibi boyutlara ulaşmamış, temel ve geleneksel duruşunu asla bozmamıştı.

Yukarıda zikredilen dinî sebeplere bakılırsa, Osmanlıların Balkanlar’da görünmesi ile birlikte bile bu baskılar azalmış, toprakları Osmanlı’ya karşı savunma ve halkı rahatlatma ihtiyacına dönüşmüştü. Çünkü istimâlet siyâseti, halkın yanı sıra Ortodoks kilisesine karşı da koruyucu bir politika güdüyor, kilisenin bütün ayrıcalıklarını, hiyerarşisini aynen tanıyordu. Sadece kilise değil, manastır, keşiş, papaz, piskopos ve metropolitlerin ayrıcalıklarını da, Hıristiyan devletler döneminde nasılsa o biçimde bırakıyor, asla dinlerini yok etmeye yönelik saldırgan bir davranış içine girmiyordu. Gerçekten de, kendilerine ciddî imtiyazlar tanınan bu kilise ve din adamları, dinî ve sosyal hayatı derinden etkileyecek bir tarzda ve eskisinden daha rahat şartlar altında faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Ortodoks Hıristiyanlığı kısa sürede maddî ve manevî açıdan gelişmeye başlamış, devlette temsil hakkı edindikleri, kilise hiyerarşisinin korunup desteklendiği imtiyazlı bir statü kazanmışlardır. Hatta her biri için çeşitli imtiyaz ve muâfiyet anlaşmaları belirlenen Foça ve Sakız Adası’nın hakimleri, Enez ve Midilli Adası’ndaki Gattilusiolar ve Kutsal Aynaros’da (Athos Dağı) otonom bir biçimde yaşayan her mezhepten ruhban ve keşişler ile bazı imtiyazlı eyâlet ve şehirler, İstanbul’da yeniden tesis edilen Rum Patrikliği’ni bile zaman zaman dinlemez hale gelmişlerdi. Osmanlı istimâletinin temel prensibi, her toplumun inanç ve değerlerine, örf ve âdetlerine saygı duymak olduğu için, ehl-i kitap saydığı bu zümrelerin din serbestîleri konusunda, -en az kendileri kadar- dikkatli davrandığı söylenebilir. Neticede Osmanlı halklarının tâbi bulunduğu Millet Sistemi bir kompartıman sistemi gbi idi ve istimâlet anlayışı, bu insanlara kendi dinî kompartımanlarının üyesi olarak en alttan en üste yükselme imkanı vermekteydi. Milletbaşı ruhânî lider olarak devlet katında temsil hakkı bulmuş, hatta Bulgar ve Sırplar bizzat kendi bağımsız kiliselerini kurmuş, Eflak ve Boğdan Kiliseleri gibi Bizans hiyerarşisinden kopmuş olmanın sevincini yaşamışlardı. Bu meyanda, Osmanlı anlayışının Arnavutlar’ı Bizans dışında Sırp Kilisesi’nin de baskısından kurtardığına, asimilasyonlarını engellendiğine ve varlıklarını tehdit eden Slav üstünlüğünü kırdığına işaret etmek gerekir.

Yukarıda sayılan ve daha sayılabilecek benzeri birçok sebeple, ağır yüklerden kurtulan Balkan köylüleri, Osmanlı akınlarına ciddi tepki göstermedikleri gibi, hatta zaman zaman onları kurtarıcı gibi de görüyordu. Yeni sistemle üzerlerindeki “ba’zı maddeler ref’ ba’zı hususlar tahfîf olındı”. Ünlü Balkan tarihçisi Hollandalı Machiel Kiel, yine Balkan tarihçiliğinin piri Constantin Jireček’e dayanarak, Osmanlı fethinden sonra bölgenin huzûra kavuştuğunu belirtmektedir. Bu durum birkaç fasıla ile ve göreceli olarak da olsa, XIX. yüzyıl başlarına kadar devam etmiştir. Bugün Balkan devletlerinin çoğunda devlet payitahtları, Osmanlı döneminde gelişmiş şehirlerdir. Aslında bu, Osmanlı askerî, mâlî idaresi için de gerekliydi. Tımar sistemi her şeyden önce, üretim yapacak insan gücüne bağlı bir özellik gösteriyordu. İstimâletin doğası gereği pratik, paragmatik ve esnek bir anlayıştı bu. Devlet, uyruklarının iyiliklerinin “mûcib-i devâm-ı devlet ve bâis-i nizâm-ı memleket” olduğunu biliyordu. Osmanlı verimli Rumeli toprakları için insan gücü açığını, Anadolu ve başka yerlerden gerçekleştirdiği gönüllü ve zorunlu sürgünlerle kapatmaya çalıştı. Böylece hâlî, boş kalan bölgelerde kalabalık şehirler yükselmeye, kasabalar oluşmaya, köyler yayılmaya ve ıssız, harap, işlenmemiş topraklar, Osmanlı tabiri ile şenlenmeye başladı. Osmanlı’nın, egemenlik iddiası dışında, bu milletler için istediği, ortak bir din, dil, kültür iddiası olmamıştı. Buralara yerleşmeye, farklı kavim ve kabilelerle kaynaşmaya gidiyorlardı. Onların dini “İnsanların ancak tanışmak ve kaynaşmak için kavim ve kabileler halinde yaratıldığını söylüyor”, “dört kitabın manasını çözen, yetmiş iki dil bilen” kanaat önderleri ise, önemli olanın gönül yapmak olduğunu öğütlüyordu. Pek çoğunun zorla buralara sürülmeleri, hedefin yağmadan ziyade bu topraklarda tavattun etme, yani yeni yeri vatan ittihaz etme olduğunu gösteriyordu. Ayrıca her bir köşeyi imar etme, çil çil kubbeler halinde bayındırlık eserleri ile dört bir yanı donatma ve nihayet bu toprakları terk etmemek için gösterdikleri 300 yıllık muhteşem direnç de bunu ispat ediyordu.

Balkanlarda şehirleşmenin temel faktörünü Jireček şöyle anlatır: “Osmanlı imparatorluk rejiminde, küçük Balkan devletleri arasındaki sınırlar kalkmış, dolaşım ve ticaret kolaylaşmış, belirli bir düzen oluşmuştur.” Bu siyasetin sonuçlarını da Jireček şöyle açıklamaktadır: Rumeli’de Tımarlı sipahilerin çoğu eski Bulgar, Sırp, Arnavut veya Rum asil ailelerden gelmektedir ve eski Sırp devletinden birçok müessese kalmıştır. Gerçekten de halk yeni fatihlerle sistemde büyük ve artçı şoklar yaşamamıştır. Nitekim “Bizans, Slav ve Osmanlı siyâsî nizâmları bir tek bütün içinde kaynaşmış ve (Balkanlarda suhûletle) Osmanlı birliğine karışmıştır” diyen Jorga haklıdır. O’nun bu bölge ve halkın yeni dönem yaşayışı hakkındaki yorumları Jireček ile benzerlikler taşır: Balkanlar’da her şey yerli yerince devam etmişti. Tıpkı Bizans’ın şanlı günleri gibi herkes sevinç içerisinde idi. Tüm imtiyazlarına rağmen, köylülere ve diğer nüfusa oldukça acı çektiren Leh ve Macar feodal gelenekleri, küçük Slav ülkelerden oluşan sistemin getirdiği huzursuzluklar, uyruklarını hiçbir karşılık vermeden sürekli sömüren son Bizans tekfurlarının ağır baskıları ve sadece kendi menfaatini düşünen İmparator Frederik’in Almanya’da çıkarttığı karışıklıklarla kıyaslandığında Osmanlı ülkeler manzumesi, huzûrlu ve ferah bir karşıtlık sergiliyordu. Hiç kimse dini ve kökeni sebebiyle korkmak, endişe etmek zorunda değildi; alışkanlıklara, geleneklere dokunulmuyordu. Fethedilen toprakların yerlileri sürülüp yerlerine Müslümanlar getirilmiyor ve sömürgecilik yapılmıyordu. Mesela Mora’da, daha ilk zamanlardan kalan küçük Müslüman azınlık dışında, buraya göçmen olarak kimse gelmediği gibi, her şey yüzyıldır, hatta binyıldır nasılsa aynen öyle devam ediyordu. Hiçbir köylünün elinden toprağı, hiçbir vatandaşın elinden dükkânı veya tezgahı ve hiçbir rahibin elinden kilisesi alınmamıştı. Yeni idare tekfurların talep ettiklerinden çok daha az harac alıyor, topraklarından geçen orduya yardım eden, yatacak yer sağlayan, yol ve köprü gibi hizmetlerde çalışan veya sultanın ulaklarına at temin eden barışçıl tüm Hıristiyanları koruyup gözetiyordu. Yılda dört kez Osmanlı memurları Müslüman olmayan teb‘ayı dolaşıyor, zavallı insanların baskıya maruz kalmasını engellemek için, fakir raiyyeti sömürmeye kalkanları en ağır ceza ile cezalandırıyordu. Yeniçeri olarak çalışan bir Sırp’ın gözlemlerine göre “Bir köylüden bir tavuk bile çalındığında çalanın hayatı tehlikeye girebiliyordu.” Halkın hoşnutsuzluk gösterecek sebepleri kalmadığından, komşu Hıristiyan güçlerin Osmanlı teb‘ası arasında düşmanlıkları körüklemeleri ve bir isyan çıkarmaları çok zordu veya nadiren görülebilirdi.

Macar tarihçi Lajos Fekete ise, Türk idaresindeki Macaristan’da iktisadî hayatı anlatırken, Osmanlı idarecilerinin herkese iş ve kazanç serbestliği tanıdığını, din ve dil farkı gözetmeden halkın iyi muamele ve himaye gördüğünü belirtmiştir. Osmanlıların Macaristan’a gelmesiyle çarşı ve pazarlarda mal bolluğunun başladığına da işaret eden Fekete, gıda maddesi üretenlerle giyim ve ev eşyası hazırlayan zanaatkârların arttığını bildirmektedir. Ayrıca domuz eti satan Hıristiyan kasapla koyun ve sığır eti satan Türk kasabın, meyhane ile boza ve şıra satan dükkânların yan yana olduğuna dikkat çekmektedir. Osmanlıların yerli halkı müslüman olmaya zorlamadıklarını, o devirde başka hiçbir devlette görülemeyecek derecede yüksek bir anlayış ile, başka dinden olanları aralarında görmeye ses çıkarmadıklarını, birlikte yaşamayı hoş gördüklerini de ilâve etmektedir. Fekete’nin belirttiği gibi, mesela Voynuklar son dönemlere kadar Istabl-ı Amire’ye bağlı özel statülü Hıristiyan seyisler olarak Bulgaristan’da varlıklarını sürdürmüşlerdir. XV. yüzyılın sonlarına doğru ünlü tarihçi İdris-i Bitlisi onlardan Osmanlı ordusunun önemli bir bölümünü oluşturan Hıristiyan askerler olarak söz eder. Reâyâ ve askerî sınıf arasında özel bir konuma sahip zümrelerden olan bir tür haberci, casusluk ve keşif hizmeti gören Martoloslar ile Bulgar-Voynuk ve Cerehorlar (ücretli Hıristiyan askerler) ya da hisar ve derbendlerdeki vergiden muaf muhafızlar gibi askerî sınıfından olmayan Hıristiyan askerler uzun ve ayrı bir konu olduğu için değinip geçiyoruz.

Başta Halil İnalcık’ın çalışmaları olmak üzere, son zamanlarda arşiv belgelerine dayalı olarak yapılmış modern araştırmalar da açıkça göstermektedir ki, Jireček’in, Jorga’nın, Fekete’nin yukarıda zikredilen görüşlerinde herhangi bir abartı yoktur. İnalcık, özellikle tımar ve tahrir defterlerine dayalı bu çalışmalar sayesinde, Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki yayılışı hakkında bazı eski görüşlerin temelinden değiştiğini söylemektedir: Artık ciddi hiçbir tarihçi, Osmanlı hâkimiyetinin yerli halkı, idareci ve askeri sınıfları, asilleri, ya kılıçtan geçirmek yahut zorla İslamiyet’e sokmak suretiyle ortadan kaldırdığını ve onların yerine imtiyazlı feodal bir hâkim sınıf olarak Müslüman Türklerin gelip yerleştiğini iddia etmiyor. Aksine devletin din hususunda müsâmahakar siyâseti, gayr-i müslim reayanın dinî işleriyle kendisini alakadar görmediği, Hıristiyan teb‘asına, devşirme sistemi sayesinde idare sınıfına girme imkanları verildiği tekrarlanıyor, hatta Voynuk, Martalos, Cerahor gibi uzun asırlar varlığını korumuş Hıristiyan askeri gruplar yanında zaman zaman doğrudan doğruya teb‘adan askerî hizmetler için istifade edildiği.. zikrediliyor.
İnalcık Hoca, özellikle II. Murad ve Fatih dönemine ait tımar ve tahrir defterleri üzerinde yaptığı araştırmalardan çıkan sonuçları, “Stefan Duşan’dan Osmanlı İmparatorluğu”na isimli çığır açıcı makalesinde değerlendirmiş ve bunları dönemin kronikleri ile karşılaştırarak doğrulatmıştır. Özellikle Hıristiyan tımarlarını ve görevlileri belgelerden tek tek ayıklayarak tablolarla göstermiş, özetle şu sonuçlara ulaşmıştır: Balkanlarda Osmanlı yayılışı tamamıyla muhafazakâr, stratejik ve dengeli bir karakter taşımış, sistematik ve belirli safhalardan geçerek gerçekleşmiş, asla ânî bir fetih ve yerleşme söz konusu olmamıştır. Eski Rum, Sırp ve Arnavut gibi milletlere ait asil sınıflar ve askeri zümreler yerlerinde bırakılarak, mühim bir kısmı Hıristiyan Tımar erleri olarak Osmanlı tımar sistemine dâhil edilmiş, bazı mükâfatlarla teşvik edilmesine rağmen kesinlikle yıkıcı ve ciddi bir İslamlaştırma politikası güdülmemiştir. Mesela, Arnavutluk’taki Akçahisar’ın ahâlisi, İskender bey istilâsından önce hisar muhafızlıkları sebebiyle vergi muafiyetinden yararlanmışlardır. Ülkelerinin haraç-güzârlığı sırasında Osmanlı ordusunun yardımcı kuvvetleri olarak edindikleri deneyimler, Hıristiyan askerî grupların Osmanlı askerî sınıfı ile kaynaşmasını şüphesiz kolaylaştırmıştır. Konumlarının ve topraklarının güçlü Osmanlı idaresi tarafından teminat altına alındığını gören bu Hıristiyan askerlerin çoğunluğu değişikliğe karşı çıkmamış olmalılar. Bu bakımdan, birçok Hıristiyan garnizonun, kalelerini direnmeden teslim edip Osmanlı saflarına geçmiş olması şaşırtıcı değildir. Osmanlıların ılımlı politikası ve vaad ettikleri tımarlar çoğuna çekici gelmiştir. Bu durum Osmanlı hâkimiyetinin Balkanlardaki görece hızlı ve emin yayılışını izah eden olgulardandır. XV. yüzyıl Osmanlı tahrirleri sadece vilayetlerin yönetimindeki birçok Osmanlı beyinin değil, Osmanlı ordusundaki kayda değer sayıdaki tımarlının da Osmanlı öncesi yerel asker ve aristokrat sınıfının çocukları ve torunları olduğunu gösterir. XV. yüzyılda kimi bölgelerdeki tımarlıların yaklaşık yarısının Hıristiyan olması daha şaşırtıcıdır. 1468’de Sırbistan’nın Braneçeva vilayetindeki toplam 125 tımarlıdan 62’si, 1431’de Arnavutluk’taki toplam 355 tımarlıdan 60’ı ve1455’te Tırhala livasındaki toplam 182 tımarlıdan 36’sı Hıristiyandı. Bu oranlar fetihten sonraki ilk yıllarda şüphesiz daha fazlaydı. İnalcık’ın bu tür bir tımara misal olarak gösterdiği kayıt şöyledir: “Mezkûr Mehmed hissesi sancak beyi mevkûftur deyu arzettiği sebebden İvradko nâm kâfire ki aslında sipâhî imiş ve hem hüdavendigar yoluna doğruluk gösterdiğiyçün verildi, fî sene 883.” Tüm bu Hıristiyan tımarlıların aslen önceki Balkan devletlerinin askerî ve zâdegân sınıfından olduğu belirtilmelidir. Aynı dönemde ve 16. yüzyıla kadar, Bosna, Sırbistan, Makedonya, Arnavutluk, Teselya ve Bulgaristan’daki çok sayıda Hıristiyan Voynuk da asker statüsü ile Osmanlı ordusuna dahil edilmiştir. Mesela, Braniçeva vilayetinde 217 voynuk 503 yamak ve 61 legatör (Voynuk başı), Tırhala’da 103 voynuk ve 203 yamak vardı. Bunlar, Stefan Duşan (1333-1355) İmparatorluğu’nda küçük mülkleri ile (baştına) küçük asiller sınıfını oluşturan Sırp kökenli ‘voynici’lerdi. Osmanlı Devleti’ndeki durumlarını gösteren şu belge en eski ve en ilginçlerinden biridir: “Voynuk: Nikolo, veled-i Duşik; Yamaklar: Gin ve Milan ve Dimitri; bu mezkûrlar kadîmî sipâhîoğulları olduğu sebepten ellerindeki mülklerine, bağlarına ve tarlarına voynuk yazıldılar. El-vâki fî evâil-i Muharrem sene 858 der Edirne.”

Hıristiyan tımarlıların ve voynukların, sultanın emirleri ile Osmanlı Devleti’nde de, genelde eski toplumsal statüleri ile orantılı mevkiler elde etmeleri dikkate değerdir. Osmanlılar bu insanların toprak mülkiyeti haklarını tımar ya da baştina olarak büyük ölçüde korumuşlardır. Böylece, büyük aileler (senyörler, voyvodalar) mal varlıklarının büyük bir kısmını büyük Osmanlı tımar sahipleri olarak korudular ve Müslüman olduktan sonra bey unvânını alıp en yüksek idari görevlere gelme hakkına sahip oldular. İnalcık, 1448 tarihli bir defterde subaşılık rütbesine ulaşan Georgi İstepan adındaki bir Hıristiyan rastlamıştır. Hiç Hıristiyan sancak beyi olmamasına rağmen, II. Murad döneminde (1421-1451) Arnavutluk valiliği yapan Yakup ve Hamza beyler gibi İslam’ı kabul etmiş büyük yerel Hıristiyan ailelerden gelme birçok sancak beyi görmek mümkündür. Hamza ve Yakup beyler, sırasıyla ünlü Arnavut hanedanları olan Kastriota ve Muzaki’lerin soylarındandılar. Hıristiyan tımar sahipleri ve Müslümanlaşmış torunları genellikle kendilerine tevarüs eden topraklarda kalmışlardır. Devlet, onların askerî sınıfına kabul edilmelerinin zorunlu ön şartı olarak ihtidalarını istemediği gibi böyle bir ihtidayı dolaylı yöntemlerle de gerçekleştirmeye çalışmamıştır. Nitekim, II. Bayezid döneminde (1481-1512) bile bu Hıristiyan askerlere tımar tevcih edildiğini görüyoruz. Ünlü Slav-Arnavut senyörü Pavlo Kurtic’in soyundan gelen Arnavutluk’taki Kurtik Mustafa gibi bazı tımar sahibi isimlere sonraki yüzyıllarda bile rastlamak mümkündür.

Evet, Osmanlı Devleti’nde yerleşik Müslüman ve Hıristiyan teb‘a arasında kaide ve hukuk olarak ayırım yapılmamış ve uygulamada da din farkı gözetilmemiştir. Gerek zarûretlerin tesiri altında, gerekse yeni fethedilen yerlerde halkın alışkanlık ve hislerine aykırı anî değişimlere de gidilmemiş, ilk olarak halkın üzerindeki angarya niteliğindeki ağır mükellefiyetler kaldırılıp, mevcut nizâm üzerine de sadece hâkimiyetlerinin örtüsünü atıvermekle iktifa etmişlerdir. Osmanlı kanun ve nizâmlarının zorla tatbiki gibi bir şeye rastlanmamış, yeni nizâm tedrici bir şekilde her şeye zamanla kendi kalıbını vermişti. En büyük ve en geniş yenilik olan tımar sistemi sayesinde, yeni zamanla topraklara hâkimiyet mayası da çalınmıştır.

İstimâlet sisteminin tabii sonuçlarından biri olarak zikredilmesi gereken husus da şudur: Osmanlılarda her kesim ve seviyeden insan üst düzey devlet adamı olabilmiştir. Şüphesiz bu ilk dönemlerde göreceli bir dinî geçişle ama millî ve kültürel aidiyetlerini koruyarak gerçekleşirken son dönemlerde dinî âidiyetlerini koruyarak da vazife yapabilmişlerdir. Venedik Doç’u Andrea Gritti’nin oğlu Alvise Gritti bu konuda iyi bir misal olabilir. O, Sadrazam Pargalı İbrahim Paşa ve Kanûni’nin özel elçisi, casusu ve tabii iş adamı olarak, hem parasına para katmış, hem de Orta Avrupa’da Leh ve Macar Kralı Zapolya ile birlikte “Eğri piskoposu ve Zapolya’nın baş haznedârı ve valisi” sıfatıyla birçok siyâsî ve diplomatik iş çevirmiştir. Bu durum benzeri pek çok örneği gibi Osmanlılar nezdinde hiç bir rahatsızlık oluşturmamış, sadrazam emrindeki dönemin Osmanlı kançılaryası bu ilişkiyi bizzat yönetmiştir. Nitekim misalleri artıracak olursak, Rum tüccarlar padişah emrinde başta Boğdan ve Rusya olmak üzere üç denizde ticaret yapmakta, Frenkler tıpkı Bizans dönemindeki gibi konsolosları himâyesinde özgürce yaşamaktadır. Venedikliler kendi mahallelerinde müzikli ve gürültülü bayram şenlikleri düzenleyebilmekte, Ragusalılar daha ilk dönemlerden beri sahip oldukları ayrıcalıkların tadını çıkarmakta, Latin Klisesi tıpkı eskisi gibi ayin ve ibadetlerine devam etmekte hatta orgların sesini duymak isteyen Müslümanlar, kiliseyi rahatlıkla ziyaret edebilmektedir. Bizzat Kânûnî Aya Françesko Kilisesi’nde huzûrunda âyin düzenletip, tebessüm ile dinlemiştir. Bu arada “sipâhilerin kendilerine gül vermeyi sevdiği” Rumlar, denizde ve karada kendilerini geliştiriyor, Müslümanlar birçok kez Rum uyanıklığı, bilgi ve zekasının gerektiği işlerde kendilerine müracaat ediyordu. Bir Rum isterse kendi papazının önünde değil, rahatlıkla kadı makamında hatta bizzat Divan-ı Hümâyun’da dava gördürebiliyor, Müslüman tanıkların dinlenmesini istemeden hüküm bile çıkartabiliyordu. İsteyen istediği zaman muhtara, rahiplere hatta metropolite başvurabiliyordu. Yahudiler de imtiyazlarla korunan özel bir konumda idiler. Önceleri sayıları çok az iken, 1400’lü yılların sonundan itibaren engizisyondan kaçarak veya İspanya’dan kovularak sığındıkları Osmanlı topraklarında, nüfusları ile birlikte nüfuzlarını da artırmışlardı. Daha çok tefecilik, ordu kasaplığı ve ticaretle uğraşanları olduğu gibi, tabip olarak saraya ve padişahların gönlüne girmeyi başaranları da çıkıyordu. Güvenli ve imtiyazlı ortam, Avrupa’daki dindaş ve akrabalarının aksine, ticarette her geçen gün daha da gelişmelerine yardım ediyordu. Büyük okulları ve yine imtiyazlı ibâdethâneleri vardı. Ermeniler ise, Osmanlı-İran savaşlarının da etkisi ile, XVII. yüzyıldan itibaren, Hind içlerinden Avrupa içlerine kadar ticaret yolları üzerinde yayılacak ve XVIII. yüzyıldan itibaren, devlet içerisinde de her açıdan gelişecekleri bir altın çağ yaşayacaklardır.

Farklı ülke, soy ve dinlerden gelen sultana tâbi Hıristiyan asıllı yeni Müslüman gençler, devletin yönetim ve savunmasında, üst düzey görev alabiliyordu. Alt kademelerde ise sadece stratejik kale ve şehirlerde komutan değişir, günlük hayattaki tek değişiklik bu olarak, her şey yerli yerince devam ederdi. Nitekim bu ılımlı siyaset etkisini kısa sürede gösterecek, Hıristiyan asıllarını hiçbir zaman unutmayan ve inkâr etmeyen bu devşirme kökenli paşalar, rahatlıkla devlet hiyerarşisinin tepesine kadar yükselebilecekti. Altın sırmalı kavukların altında, kendi dillerini kullanmaktan çekinmeyen adamlardan bazıları Rum’du, Bulgar’dı, Sırp’tı. Özellikle devleti yeni bir vecheye büründüren Fâtih Sultan Mehmed, bu siyaseti de etkili kullanmış, Rum soylularına mensup gençleri sarayına almış, pekçoğu idarede önemli mevkilere geçmiştir. Rum Mehmed’den başka Paleologlar’dan Has Murad Paşa ve kardeşi Mesih Paşa bunların en tanınmışlarıdır. Ayrıca bazıları Bizans soylu sınıfından olmak üzere, bir kısım Hıristiyan Rumlar’ın da önemli malî işlere atandığı bilinmektedir. 1464-1472 yıllarında Rum bilginlerine Fâtih’in sarayında özel bir ilgi gösterildiği anlaşılmaktadır. Georgios Trapezuntios, Roma’dan İstanbul’a bu sıralarda döndüğü gibi, Kritovoulos da Fatih’e ithaf ettiği eserini bu tarihlerde yazmıştır. Meşhur Trabzonlu âlim Amirutzes (Amirukis, Emirce) aynı devirde Fâtih’in yakınlarında yer almıştı. Fâtih’in divanından Batı’ya gönderilen siyasî yazılar ve antlaşmalar Latince, Sırpça ve Rumca yazılıyor, bunları yazdırmak için bu milletlerden kâtipler kullanılıyordu. Nihayet Fâtih, geniş anlayışı dahilinde bütün Ortodokslar’ı tekrar patriğin idaresi altına koymuş, Rumlar’ı birleştirmiş, İtalyanlar’ın sömürüsünden kurtarıp ekonomik bakımdan yükselmelerini sağlamıştı.
Rum Mihail ile Sırp annenin oğlu, çocukluğu Sırbistan’da geçmiş, Mora Arhontu Manuel’in eşinin kendisine süt anneliği yaptığı Mahmud Paşa, saraydaki en yiğit ve en alim adam olarak hürmet görüyor, azledildikten sonra bile padişah onun tavsiyelerine başvuruyordu. Mahmud Paşa, İstanbul’u imar edenlerden biri olarak herkes tarafından sevilip sayılıyor, devletin kaderinde 15 yıl zorlu görevler üstleniyordu. Muhtemelen Türkçe’yi şiveli konuştuğu için Atina’nın Rum yöneticisi Chalkokondylas, günün birinde gerçekleşebilir ümidiyle, onun veya haleflerinden birinin Rum İmparatoru olabileceği hayalini kuruyordu. Fatih döneminden itibaren özellikle Bosna, Hersek ve Arnavutluk’tan devşirilenler el üstünde tutuluyordu. Amfipalisli bir papazın oğlu Mustafa Paşa, kardeşleri papaz hatta Sırp patriği olan köylü Sokullu Mehmet Paşa, Pargalı bir balıkçının oğlu Frenk İbrahim Paşa, Hersek Dukası Kossariç’in oğlu Hersekzâde Ahmed Paşa, Slav asıllı Semiz Ali Paşa, İşkodra Dukası Norman Jean’ın torunu Dukaginzâde Ahmed Paşa, Hırvat Rüstem Paşa, Kanijeli Macar Siyavuş Paşa, İtalyan Cıgala-zâde Sinan Paşa, Malatya köylülerinden Ermeni Süleyman Paşa ile Maraş köylülerinden Ermeni Halil Paşa, Arnavut Lütfi Paşa ve nihayet Arnavut Köprülü sülalesi. gibi yüzlerce paşa, sadâret makamına çıkabildikleri ve Osmanlı hanedanı ile akrabalık bağı kurma şerefine erişebildikleri bir dönemde, bazı Türk ve Müslüman asıllı paşalar, padişah ile akrabalık şerefini kaybettiği gibi vezirlikten, hatta canından bile oluyordu. (Çandarlı Halil, Pîrî Mehmed Paşa, Nevşehirli İbrahim Paşa vb.)

Yine zengin bir adam olan Selanik sancakbeyi İshak bey, ziyaretçilerine gururla, kunduracı olan babasının kendi elleri ile yaptığı ayakkabıyı gösterebiliyor, Mandrominos’un oğlu Mehmed Bey, Sancak Beyi olarak Ankara’da, Zenevisi hanedanından Hamza Bey Mora’da, 1501 yılında Konstantin Chimara’da, Sırp Kökenli Karaca Bey Myra’da hüküm sürüyor, Macar Urban ile Bulgar asilzâdesi Kapudan-ı Derya Baltaoğlu Süleyman Bey İstanbul Fethi’nde görev yapıyor, Eğribozlu Dimitrios Sophianos Fatih’in en iyi ve becerikli elçilerinden biri olarak yeni payitaht ile gidip geldiği yerler arasında mekik dokuyordu. Zaman zaman çeşitli tenkitlere uğrayan devşirme sistemi, özellikle gayr-i müslim Osmanlı halklarına idarede bir tür temsîliyet ve âidiyet hakkı veriyor, her kesimden insanlar mahallelerinden, köylerinden, dinlerinden devletin üst kademelerine çıkan insanları da görünce devletlerinin adaleti hakkında endişeye kapılmıyorlardı. Demek ki, isteyen, çalışan herkes her mevki ve derecede emek ve hizmetinin karşılığını alabiliyordu.

Fatih’in konu ile ilgili bazı önemli çalışmaları İstanbul için de gerçekleştirdiği bilinmektedir. Fetih öncesi, nüfûsun bir kısmı şehri terk etmiş ve kaçmış, geri kalanlar da ordu tarafından esir alınmıştı; Fâtih, çok sayıda Rum’un, sâhiplerine fidyelerini ödemeleri şartıyla serbest bırakıldıklarını irâde etti. Fidye parasını kazanmalarına imkân sağlamak için, tanzim etmiş olduğu geniş inşaatlarda çalışmalarına müsaade etti. Fakirlere para dağıtmayı, halkın gönlünün kazanılmasının bir yolu olarak gördüğü için sık sık şehri gezmeye çıktı. Kezâ, şehirden kaçınış olanların verilen mühlet içinde geri dönmeleri hâlinde, evlerinin barklarının kendileri için tâmir edileceğini bildirdi. Batı’ya kaçtıktan sonra orada barınamayan ve sefalete düşen bazı Rum büyükleri, bu davet ve yumuşak siyâset sayesinde tekrar İstanbul’a dönmüşlerdir. Yine 1454 yazı sonunda, Sırbistan esirleri arasından seçilen dört bin âile, İstanbul etrafındaki köylere yerleştirildi. Müteâkip Sırbistan seferlerinde (1455, 1456, 1458, 1459) Fâtih, mühim bir miktar Sırbistan esirini İstanbul’a sürdü. Aynı şekilde 1458 ve 1460 Mora seferleri sırasında esir alınan nüfûsun bir kısmı, Zenta, Kefalonya ve Santa Mavra (Aya Mavra) adalarından getirilen esirler, İstanbul civârındaki kır bölgede yerleştirilmişti. 1454 yılı civârında İsaac Safrati, Almanya ve Macaristan’da (Alman ve Macarların kendi) dinlerine girmeye zorladıkları Yahûdîlere hitâben yayınlanan bir mektupta onlara, Osmanlı’ya gelmek için buradaki şartların çok müsâit olduğunu söylemekteydi. Bu mesaj, Almanya ve İtalya’dan çok sayıda Yahûdînin göç etmesini sağladı. 1460 yılı, nüfus meselesi ve bütün ticârî muâmelelerde alınacak fevkalâde tedbirlerle damgalanmıştı. Hem Rumeli’ne hem de Anadolu’ya, fetihten önce şehri terk eden İstanbul’un eski sâkinlerinin geri dönüp tekrar burada yerleşmelerini bildiren fermanlar gönderilmiştir. Kritovoulos’a göre, Edirne, Filibe, Gelibolu, Bursa ve diğer Osmanlı şehirlerinde, İstanbul’u terk eden zengin ve müreffeh pek çok Rum bilgin ve sanatkâr vardı. Bunlara evler veyâ arsalar temin edildi ve hepsinin İstanbul’a dönmeleri buyuruldu. Aynı târihte Fâtih, aktif bir ticâret merkezi olarak gelişmiş bulunan Eski ve Yeni Foça’nın Rum halkını İstanbul’a gelmeye ve burada yerleşmeye mecbur tutmuştu. Nitekim İstanbul içindeki Hıristiyanlar, daha çok aşağıdaki yerlerden getirilerek iskân edilmişti: Eski ve Yeni Foça (1460); Argos (1463); Amasra (1459); Trabzon (1460); Mora (1458’de 4.000 kişi); Taşoz ve Samotraki adaları [1459-60); Midilli [1462); Eğriboz (1473); Kefe ve Mengüp 1475). Kezâ, Anadolu seferleri esnasında Müslüman ve Hıristiyan nüfuslar arasından da “sürgünler” seçilmişti. Bilhassa 1468 ve 1471 yılları arasında Konya, Lârende, Aksaray ve Ereğli’den çok sayıda Müslüman ve Hıristiyan nakledilmişti. Fâtih, şehrin gelişmesini teşvik etmek için zenginleri, usta sanat erbâbını veyâ aristokrasiye mensup olanları İstanbul’a yerleştirmeyi daha uygun bulmuştu. Kefe’li bütün İtalyan âileleri, köleleriyle birlikte, İstanbul’a nakledilmiş ve Kefeli adlı mahalleye yerleştirilmişti. 1478’de Kadı Muhyiddin tarafından yapılan nüfus sayımına göre şehrin nüfusunun neredeyse yarıya yakını gayr-i müslimlerden oluşmaktaydı:

3-Osmanlı Devleti İstimaleti Son Döneme Kadar Uyguladı
Evet yukarıda da birkaç vesile ile zikredildiği gibi Osmanlılar, istimâlet siyâsetini sadece Balkan ve Rumeli’ye has bir siyâset olarak değerlendirmeyip, gelenekselleşmiş bir yönetim tarzı olarak uygulamışlardır. İstimâlet Anadolu Beylikleri’ne, Kürt, Arap, Türkmen, vb. emir ve beylerine, gayr-i müslimlere, bugünkü Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da emir, seyyid, şerif ve memlûk soylu yerleşik hanedanlara da bazen aynen bazen daha geniş ölçüde tatbik etmişlerdir. Durum sadece fetihler ve ilhaklar sırasında değil idarî yapılar oturduktan sonra da devam ettirilmiştir. Gerçekten de ilhak olunan beyliklerde, amme hizmeti götüren her türlü unsurlar sadece beratları Osmanlı Padişahı adına değiştirilerek yerlerinde bırakılmışlardır. Pek çok yörenin Osmanlı öncesi idari sınırlarını da korumuş, yeni topraklarda vergilendirme ile ilgili tüm yerel uygulamalar, oranlardaki farklılığa özellikle dikkat edilerek, tahrir eminleri vasıtası ile rapor ettirilmiştir. Bu sebeple emin bir ülkenin fetihten sonraki ilk tahririni yaparken bölge ahalisinden de yardım görürdü. İnalcık Dimo, Yorgi ve Mankole oğlu Zağanuz gibi Hıristiyan ya da dönmelerin 1431 Arnavutluk defterinin hazırlanmasında katip olarak çalıştıklarını tespit etmiştir. Bölgelerdeki yerleşik uygulamalar, çoğunlukla da sultanın aynen onayından sonra defterin ilk sayfasına, sancağın mâlî kanunnâmesi olarak kaydedilmiştir. Öte yandan hukuklarına riayet edilen eski vakıf ve mülkler, işe yarayacak kurum, isim, tamlama ve terimler de yine yeni sisteme değiştirilmeksizin aktarılmıştır. Hatta o kadar ki, beylikler devrinden kalma olduğu anlaşılan bir takım idâri tabirler, onların tımar sistemini yansıtan terimler aynen Osmanlı sisteminde uzun yıllar kullanılmıştır. Nitekim basit birkaç örnek vermek lazım gelirse, “divan”, “bölük”, “tir”, hatta “vilâyet ve zeâmet” terimleri, nahiye ve onun alt birimleri şeklinde veya askeri birliği gösterir tarzda, Osmanlı defterlerindeki yerlerini almışlardır. Bizzat yerli hanedanların mensupları, bir kargaşa çıkarmayacakları bölgelerde mühim vazifelere, sancak beyliklerine naklolunmuşlardır. Özellikle Kuzey ve Orta Anadolu’da daha sık görülen Mülk Tımarlar, Divânî-Mâlikâne sistemi, eski nizâmla uyuşmanın bir neticesidir. Anadolu’da da tıpkı Rumeli’de olduğu gibi Hıristiyan Tımar sahipleri mevcuttur. Sadece Bayburd’da 63 tane hırıstiyan sipahizâde ve Kütahya’da dirlik tasarruf eden zimmîler olduğunu, İnalcık, arşiv belgeleri ile göstermiştir. Mesela yine Kayseri ve Konya tapu tahrir defterlerine göre “Uzun Hasan ile yapılan savaşlarda gösterdikleri sadâkat” sebebiyle bu şehirlerin ahalisi vergiden muaf tutulmuş, Osmanlılar bu tür iltimas ve istimâlet metotları sayesinde bu tür önemli şehirleri ellerinde tutabilmişlerdir.

XVI. yy’dan itibaren zaman zaman görülen esneklik yırtılmasına yönelik davranışların, siyasi benlik kavgalarını perdelemek için kullanılan rekabetçi Şii-Sünni ihtilafı ya da Avrupa ile girişilen ve haklı olduğu kadar acımasız cereyan eden mücadeleler zemininde hayat bulduğu unutulmamalıdır. Nihayet bu durumun sosyo-kültürel olarak kurumlaşmış istimâlet anlayışına temelden zarar vermediği ortadadır. Nitekim bu yerleşik ve resmiyet kazanmış uygulamanın devletin son dönemlerine kadar devam ettiğini gösteren birçok belgenin bulunduğu bilinmektedir. Mesela yine İnalcık’ın Karaman Beyliği’nin ilhakından sonra düzenlenen Karaman Vilayeti Defterleri’nden çıkardığı tespitlerine göre, yerli aristokrasinin büyük bir bölümü daha önceki toprak hakları bakî kalmak kaydıyla konumlarını sürdürmüşlerdir. H. 929 tarihli (M. 1519) defterde, “Bir zamanlar babaları Karaman a’yânından olan tımar sahipleri…” başlığı altında Karaman’ın eski ailelerinden bahsedilmiştir. Bu insanlar bu vilayetlerdeki tımar sahiplerinin çoğunu oluşturuyor, ayrıca büyük asilzâdelere bey ünvânıyla daha geniş tımarlar ya da zeâmetler, çocuklarına da vilâyetin değişik bölgelerinde geniş tımarlar veriliyordu. Başlıca aileler Turgud, Köğez, Teke, Bozdoğan, Samagar, Yapa, Eğdir, Emeleddin, Bulgar, Adalı Bey, Uçarı, Yasavul Musa, Bozkır vd. idi. Bu bölgedeki aşiretlerin reisleri çoğunlukla bu ailelerdendi. Osmanlı fethinden önce kısmen yerleşik olan bu aşiretlerin Osmanlılara karşı Karamanoğulları ordusunun ana gücünü oluşturduğu bilinmektedir. Yapalu aşiretindeki birçok grubun vergileri Yapa soyundan gelenlere tımar olarak tevcih edildi. Benzer şekilde Bektaşlı aşiretindekilerin vergileri Bektaş’ın soyundan gelenlerin tımarı olmuştur. Yani, reislere aşiretlerinin vergileri tımar olarak verilmiştir. Başka bir deyişle var olan durum tımar sisteminin kendine özgü bir çeşidi olarak tasdik edilmişti. Bu yöntem bölgede Osmanlı hakimiyetini sağlamanın tek yolu olarak görülüyordu. Çünkü yerel aristokrasi aşiretlerle güçlü bağlara sahipti ve Osmanlı yönetimi Karaman aşiret aristokrasisinin isyankâr tavrını bile sürgüne gönderme ya da baskıyla değil, sistemini şartlara uydurarak ve kendi lehine işleyen zaman sayesinde tedricen alt etmeyi başarmıştı. Yerel tımar sahiplerinin soyundan gelenlere komşu ülkelerde daha cazip yeni fethedilen topraklarda yeni tımarlar tevcih edildiği de olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman’ın ilk yıllarında tamamen ilhak edilmiş Dulkadriye Vilayetindeki kökeni belirsiz 41 tımarlıya karşılık 73 yerli, Karaman’dan 35, İçil’den 6 tımarlıya rastlanmaktadır. Bunların bir kısmının daha sonraki devirlerde bir Osmanlı sancakbeyi olarak da istihdam edilmeleri dikkati çeker. Mesela İsfendiyaroğulları’na mensup bazı kimselerin Osmanlı idari teşkilatında gerek vezir, gerekse beylerbeyi ve sancakbeyi olarak görev yaptıkları, Saruhan, Aydın, Menteşe, Hamid, Germiyan ve Tekeili beylerinin ahfadının mülk ve tımar sahibi olarak varlıklarını sürdürdükleri, yine, Ramazanoğulları’nın Adana ve civarında, Çobanoğulları, Candaroğulları, Karesi, Dulkadirli ve Akkoyunlu ümerasının idareci ve tımar sahibi olarak Anadolu ve Rumeli’de görev aldıkları bilinmektedir. Nitekim Menteşe, Aydın, Saruhan, Karesi, Bursa, Biga, Bergama, Kütahya gibi eski beylik adları ve merkezlerine hanedana mensup şehzadelerin sancakbeyi olarak tayini de hanedan ile eski beyliklerin halklarını yakınlaştırmada, tepkileri dengelemede önemli rol oynamış, bütünleşme sürecinde Osmanlıların meşruiyeti ve tanınması sağlanmış idi. Aynı şekilde Doğu’da Osmanlılar’a bağlılık gösteren emir ve bey ailelerinin ve önde gelen zümrelerin statüleri önemini korumuş, sistem bu beylerin kendi beyliklerinde hakim olmalarını uzun süre temin etmiş ve belirli şartlarda bir takım mali mükellefiyetler, asker talep etme dışında onların müstakil yapılarına dokunulmamıştır. Çaldıran Zaferi’ni takiben 1516 yılında, Yavuz Sultan Selim, kendisine bugünkü Doğu ve Güney Doğu bölgelerinin ilhakını tavsiye eden meşhur alim ve tarihçi İdris-i Bitlisî başkanlığındaki 30 kadar Kürt, Türkmen ve Arap emir ve beylerinin mektuplarına verdiği cevapta, öncelikle bölgenin Osmanlı ile birleşmesinin kendisini memnun ettiğini belirtiyor ve bu birleşmenin suhûlet ve istimâlet üzere yapılmasını istiyordu. Yavuz mektupta, Diyarbakır Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa’ya üzeri tuğralı beyaz hükm-i şerifler gönderdiğini belirtiyor, hepsinin eski vazifelerinde ibkâ edildiğini ve kendilerine dilediklerince izzet ve ikramda bulunulacağını, bunun için hükümlerin boş kısımlarının ve verilecek beratların, beylerin arzusu ve isteği üzerine diledikleri gibi doldurulabileceğini, bunun kendi emri gibi kabul göreceğini ifade ediyordu. Yavuz mektubunda konu ile ilgili özellikle şu satırları vurguluyor, beğlere akıllarından ve kalplerinden geçirdiklerinden daha çok ikram ve izzet gösterileceğini şöyle satırlara döküyordu: “Ve bu hüküm ve beratlardan gayrı istimâletnâmeler gönderilmek lâzım olan beğler içün dahi nişanlu beyaz kağıdlar irsâl olundu. Anlar dahi her beğe ne vechile istimâletnâme gönderilmek münasib ise inşâ olunub in‘amlar ile bile irsâl oluna.. Ve ol beğlerin hakkında dahi avâtıf-ı aliyye-i husrevânem mülâhaza ettüklerinden ziyadedir”. Yavuz bu şekilde devletin üst yapı itibarıyla bey aileleri yanında ileri gelen zümrelerden hem idareci hem de askeri komutan olarak istifade ediyor, bu da karşılıklı tesirin bir başka yanını oluşturuyordu.

Zaman zaman tüccardan fazla gümrük vergisi alındığına, halka zulmedildiğine dair şikâyetler gibi veya cizye tahsili hakkındaki arzlar üzerine çıkan fermanlar gibi belgeler bu konuda dikkat çekici birer örnektir. Devlet bu şikâyetler üzerine müfettişler tayin ederek takibat başlatır, varsa zulmü önlerdi. Konu ile ilgili pek çok örnek arasından farklı olanları şöyle sıralanabilir.

“Andan halkına istimâlet idüp, amân virdi.”; Kubâd-oğlu’nun nihayetsiz asker ile Niksar üzerine düşüp vilâyeti harâb eylediğini öğrenen Çelebi Mehmed Rûm serverleri ve bahâdırlarıyla gice ve gündüz dimeyip Kubâd-oğlu üzerine gider. Canik kavminin kimini kırıp kimini esir ederken yolu Filtil adlı muhkem bir kaleye uğrar. “Sultan eyitdi ki: “Bilürem, bu kal‘aya ikdâm-ı tâmm-birle ceng idüp… kal‘a halkı bana mukavemet itmeyüp, elbette feth olunur. Velîkin bu kal‘a bana gerekdür, ceng ile alınıcak, ba‘zı yiri yıkılmak lazım olur. Buna çâre oldur ki, birkaç gün tahammül olunup ceng olunmıya… Kal‘a dizdârına bir mektûb yazup, dürlü dürlü istimâletler idüp…” Ancak azim ceng olur, nihayet kale halkı “amân el-amân yâ sultân-ı cihân” diyüp gelüp, kal‘ayı teslim itdiler. Sultan bunları be-gâyet hoş görüp, re’îslerine hil‘at virüp, günâhların afv idüp, her birine istimâlet idüp, dil-hoşlık itdi. Bunlar dahi cân u gönülden sultâna kul olup..” ; “Sultân ol vilâyetleri devr idüp, her bir kimesneye istimâlet idüp, gelüp yine Bursa’ya yetişdi.”; “Ve tavâif-i Macar’ın eşca‘ı olmak üzere iştihâr bulan Bakân-oğlu ve Zirin-oğlu… izhâr-ı ubûdiyet göstermeleriyle… gelen elçilerine dil-hâhları üzere istimâlet virülüp, itminân-ı kalb ile avdet itdirdiler.”; “Selîm Giray Hân… Rikâb-ı humâyûna da‘vet ve ‘zîm ikrâm ü istimâlet ile Hânlık tevcîh ve Kırım cânibine azîmet itdirildi.”; “Aydın sükkânından “Osmanoğlu Nasuh” nâm kimesne mukaddemâ şekâvet üzere tâgî vü bâgî olup… niçe şakâvet ü fazâhati zâhir olup…” pişmanlığını beyan ile afv niyaz itmekle “re‘âyâ fukarâsı üzerlerinden ta‘addîsi ve ebnâ-i sebîl üzerinden şakâvet ve tecâvüzü bu tarîk ile def olunmak içün… kalem-i afv keşîde ve istimâlet virilmiş idi.” Daha sonra gün-be-gün Devlet-i Aliyyeye hizmeti zâhir oldu.”; “Cümleye istimâlet ve hâtırların cem‘ ü te’lîf içün ve yek-dil ü yek-cihet olup, cümlesi bend-i vâhide üzere müttefikü’l-kalb olmağa..”; “Ancak Pâdişâh-ı sâ’ibü’t-tedbîr… şûriş ü ıztırâbları def‘inde serkârda olanlarına vakt ü hâle göre istimâlet ile hareket olunmağı re’y-i münâsib fehm buyurmalarıyle..”; “Boğdan re‘âyâsı gelüp Edirne’de… voyvodaları Dukakin-oğlu’nun ‘azlini ve def‘i zulm ü hayfını iltimâs eylediklerinde, mesûllerine müsâ‘ade va‘diyle zahmlarına merhem-i istimâlet virilmiş idi..”; “Ba‘de’l-istişâre Yeğen Osman Paşa’ya hasbe’l-iktizâ şimdilik istimâlet gösterilmek her cihetle enseb görülmeğin, cezâ-i cürmüne kalem-i afv keşîde ve … istimâleti müş‘ir kağıdlar tahrîr ü irsâl olundu.”;“Serdâr-ı Ekrem tedâbir-i hakîmâne ve harekât-ı âkılâne ile.. tensîk ü tanzîm-i vilâyet ve istimâlet ü tergîb u raiyyetde bezl-i makderet ve vâli-i vilâyete istikrâr vermekle sa‘yleri meşkûr ve efkâr-ı cemîleleri mebrûr olup, zabt-ı tavâif-i askeriye sıyânet-i a‘râz u emvâl ve zirâ‘at-ı ra‘iyyet ve sâkinân-ı vilâyet olanları kemâl-i ümmîd ü istimâlet ile müreffehü’l-bâl ve âsûde-hâl buyurup.. bir fakîrin bir habbesine itâle-i dest-i ta‘addî vü tecâvüz olunmayup, kemâl-i iffet ü adâlet ile avdetleri vaki‘ olmağın.. ”; “..kimine istimâlet virüp, herc ü merc-i âlem iken hayli i‘tidâl üzere hareket ve beytü’l-mâl-ı müslimîni sıyânet..”;“.. Şebeş ve Lugoş ve Modava ve Fethülislâm ve İrşeve ve Yeni Palanka ve Gorgofça ve İhram ve Güğercinlik ve ol havâlîde olan re‘âyâ kadîmî yerlerine iskân etdirilüp cemî‘ tekâlifden mu‘âf ve üç seneye değin harâc alınmamak üzere istimâlet-nâmeler gönderildi.”; “Menzil-i Parakin: Ol havâlîde dağlarda ve becenelerde sâkin olan re‘âyâ tâifesi tekâlifden mu‘âf ve ibtidâsına senede öşür dahi alınmayup ve haydudluk edenler fî-mâ-a‘d ra‘iyyet kabûl edüp, şakâvetden ferâgat ederler ise, gelüp palankalar etrâfında tavattun eyleyüp ednâ cizyesiyle zirâ‘at eyledikleri mahsûlâtın a‘şârını vermek üzere istimâlet kağıdları gönderildi.”; “her birini istimâlet tarîkı üzre dâire-i itâ‘at u ınkıyâda celb ü da‘vet içün mahsûs rakamlar tahrîr ve .. irsâl ü tesyîr olunmak husûsu istisvâb u istihsân olunmakdan nâşî.”; “cerâyim-i güzeştesinin afvını mutazammın istimâlet..”; “ahâlîsine istimâlet irâetiyle teshîr içün tesyîr itmekle..”; “istimâlet.. ile te’mîn ü tatmîn kılınmak lâzıme-i vakt ü hâl belki netîce-i mukeddeme-i âmâl olmağın”; “havâlî-i merkūmede zabt-ı ser-rişte-i nizâm u siyâset ve tertîb-i mukaddemât-ı te’lîf ü istimâlet ider bir vezîr-i sütûde-tedbîrin vucûdu muktezâ-yı vakt ü hâlden olmağla..”

XIX. yüzyılda Doğu Anadolu’dan Rusya’ya göç ettirilen Ermeniler’le Bulgaristan’dan zorla Rusya’ya göçürülen Bulgarlar’ın perişan durumları üzerine II. Mahmud’un istimâletnâme yayımlaması da son dönemlere ait dikkat çekici bir örnektir.

Sonuç
Evet nihayet olarak, Osmanlılar istimâlet siyâseti ile büyük kazançlar sağlamış, halkı kendisine daha sıkı bağlamış, hatta birçok unsur bu hâkimiyetin yerleşmesine fiilen yardım etmiştir denilebilir. Ancak bunu “emr-i bi’l ma‘rûf ve nehy-i ani’l-münker” vazifelerini daha iyi yapabilmek ve böylece “celb-i menâfi‘ ve def‘-i mazarrat” gereğini yerine getirmek için bilinçli ve gönüllü olarak yerine getirmişlerdir. Geldikleri muhit ve gelenekselleştirdikleri bu siyâset, Osmanlıların üç büyük coğrafyada onlarca halk ve üç büyük dine karşı durumunu kolaylaştırmış, devletin sadece bir hakim konumunda kalmasını sağlamış ve maddî-manevî hâkimiyetlerinin yayılıp kökleşmesine yardım etmiştir. İnalcık, “Osmanlı devletinin parlak tâli‘inin baştan beri izlenen bu siyâsete dayalı olduğunu” belirtir. Ancak, gerek Osmanoğullarının gerekse diğer beyliklerin civarlarındaki Hıristiyan nüfus ile hatta askerî-siyasî güç sahibi tekfurlarla ya da Bizans imparatoruyla komşuluk ilişkileri sürdürmüş olmaları, çeşitli anlaşmalarla zaman zaman ortak hareket etmeleri, ticarî alışveriş ve kültürel etkileşim ilişkilerine girmeleri gaza fikrinin yokluğuna delâlet etmez. Uç beylerinin ve savaşçıların gazayı “kâfirlerle sürekli ve kıyasıya kutsal savaş” şeklinde anlamadıklarından, bu kavramı devirlerinin tarihî ve sosyolojik şartları içinde hayata geçirdiklerinden, şüphe edilemez. Komşuluk ve dostluk, gerek öz anlamlarında gerekse taktik olarak bu ortamda müslümanlarla hıristiyanlar arasındaki ilişkilere önemli çapta yansımıştır. Nitekim bu meyanda, geniş zihniyetli idare geleneğini destekleyen ulemânın nüfûz ve faaliyetleri ile sınır boylarındaki (uçlar) alçak gönüllü gazî ve tasavvuf erlerinin bu işe katkıları çok önemlidir. Bu katkılar, ehl-i zimmet hakkındaki müsâmaha ve himâye prensiplerinin oluşturduğu hukuk ile fiilen buluşmuş ve devletin uzlaşmacı, birleştirici, müsâmahakâr ve bir o kadar da realist geleneği sürdürmesini netice vermiştir.

BİBLİYOGRAFYA
ARAMA YAP