Hey Gidi Mollaarap Hey
Senide aldatmışlar. Benim elimdeki cillilerimi, oyuncaklarımı çaldıkları gibi senin de çalmışlar tüm güzelliklerini. Hani yeşilliklerin nerde, hani dağdan gelen suların, Arnavut kaldırımlı yolların, tek katlı bahçeli evlerin, içime havanı teneffüs ettiğim, gözümün gördüğü güzelliklerin nerde, hani sevecen, can ciğer insanların, biz bile yabancı kaldık içinde, seni de aldatmışlar, seni de ağlatmışlar, şimdi her şey nafile, boşuna feryatlarımız miras kaldı son nesle…
Gün sokakta şu anda oturduğumuz evde dünyaya geldim. Babam İnegöl ve Yenişehir’in köylerinde ormancılık yapmış, daha sonra Bursa merkezinde belediye imtihanlarını kazanmış ve ilk zabıta memurlarından biri olmuş. Babam çarşıda Salih Baba lakabı ile tanınan, hakka, hukuka önem veren, sert imajlı ancak çok yumuşak kalpli bir insandı. Annem ise evde Singer dikiş makinesi ile Kapalıçarşı’ya bornoz ve havlu dikerdi. O zamanlar yoksulluk vardı; kıt kanaat geçinilirdi. Babam yiyeceğimizi kısıtlamaz, dört çocuğunu doyurmak için elinden gelen çabayı gösterirdi.
Okula Balabanbey İlkokulu’nda başladım. Okula varmadan, şimdiki Çimen Sitelerinin olduğu yerler İsa Dayı (Akın Özhamaratlar)’nın bağıydı. Bağda büyük bir yüzme havuzu, envaı çeşit meyve sebze vardı. Bekçisi İbilli Dayı ve çok vahşi çoban köpekleriydi. İçeriye girmeye korkardık. Fakat yine de girer, sigara içer, meyve koparırdık. Bizden yaşça büyük Fedai Mustafa, Şeref, Dümbüllü İsmail’in bağın yola yakın yerine çalılardan yaptıkları bir çadırda gazete kâğıtlarının içinde kahve önlerinden Kınalı Şükrü ile topladığımız sigara izmaritlerinin tütünlerini biriktirirdik. Onlar okul dönüşü resim iş defterindeki pelür kâğıtla kocaman bir sigara yaparlar, beş altı kişi onu içerdik. İlkokul birinci sınıfta öğretmenim rahmetli Necmettin Kureyhan Bey bizi yakalamıştı. Maalesef hala ayrılamadığım dostumdur sigara.
Çocukluğum çok haşere geçti. Cebimde sapan, elimde kılıç şeklinde tahtadan sopa, yağ tenekesinin kapağı kalkan, Balabanbey Kalesi içinde komen ve kılıç kalkan oynardık. Her mevsimin, her ayın oyunu sırası ile idi. Balabanbey Kalesi’nin içi çocuk oyun sahası idi. Cilli, karamele, sakızlardan çıkan artist resimleri, çelik çomak, saklambaç, kovalamaca, uzuneşek, komen, birdirbir, güvercin takla, kuka, gazoz kapağı, çembelek çevirme, döndürek, kitap atışma, telden araba, altı köşe, sıçancık uçurtmalar ve okul sinemalarını takip ederdik. Her günümüz, her dakikamız sırası ile çok önem kazanır, hiç boş durmazdık. Şimdiki çocuklar hiç oyun bilmiyor. Öğlen uykusuna yatıp bilgisayar oynuyorlar, akşam da dokuzda yatıyorlar. Bizler çok şanslıymışız, hiç öğlen uykusuna yattığımı hatırlamıyorum. Gece on ikilere kadar sokakta saklambaç oynardık.
Babam sabah ezanında uyanır, tenekeli kahveye giderdi. Okula giderken 25 kuruş okul harçlığı alırdım. Cumartesi günü harçlığım bir lira idi. Hafta arası telden arabaları, Texas, Tom Miks kitaplarımı arkadaşlarıma satar, her hafta sonu mutlaka beş lirayı cebime koyardım. Sinemaların hepsine gider, hiçbir filmi kaçırmazdım. Hele Cüneyt Arkın, Kartal Tibet’in filmleri… Maskeli Beşleri sinemadan sonra kalenin bahçesinde tatbik ederdik. Paramız bittiği zaman cilli ya da kitap atışma oynardık. Kitap kapaklarının üzerini cilalar, kapağın altına balmumu sürerdik. Belli bir mesafeden kitabın üzerine yirmi beş kuruşu atar, para kitabın üzerinde durursa kitap bizim olurdu. Kitap fazla cilalı ise parayı tükürükle çaktırmadan ıslatırdık. Islak para cilalı kitap üzerinde daha kolay dururdu. Ya da paranın iki yüzüne ince balmumu sürerdik. En güzel kitap atışmayı Fafa lakabı ile Muzaffer yapardı. İstediği uzaklıktan parayı atar, kitabı kazanırdı.
Teyzemin oğlu Ramis ile evimizin bodrumunda Karagöz, Hacivat oynatırdık. Geniş odunların üzerine çocukları oturtup karşısına beyaz perde, arkası mum ışığında Karagöz-Hacivat oynatır, metni Türkçe kitabımızdan okurduk. İçeriye giriş yirmi beş kuruş idi. Ayrıca içeride gazoz ve bisküvi arası lokum satardık. Ayakkabılarım top oynamaktan param parça, ellerim cilli oynamaktan çamur içinde nasır tutar, çatlardı. Annem krem yerine limon sıkar, kabuğuyla bastırarak silerdi. Pantolonumun dizleri hep yama olurdu. Babam üzerime toz kondurmazdı.
Annem boy boy ayva şıpkalarını bağdan kopartır, bıçakla süsler, bahçedeki sundurma altına takardı. Amcam bize geldiğinde yukarısını işaret ederdim. Amcam kalkar hepsini kırardı, sevinirdim. Fakat amcam gittiğinde annem mantosunu giyer, doğru bağa gider yenilerini alırdı.
Bayramlarda mantar tabancası ile mantar patlatırdık. Bir keresinde üç kutu mantar biriktirdim. Gece cereyanlar yok, evde misafirlerimiz çoktu. Can sıkıntısından mum ışığı altında mantarların içindeki kırmızı barut kısmını da mavi yapayım dedim, mavi tükenmez kalem ile boyamaya başladım. Bir tanesini boyarken fazla bastırdım herhalde birden patlayınca üç kutu birden havai fişek gibi yüzümde patladı. Hastanede gözlerimi bantladılar, on gün öyle kaldı. Kör oldum diye günlerce sabırsızlanmıştım, gözlerimdeki bandajları aldıklarında ertesi gün iki tabanca birden almıştım. Bir yılbaşı gecesi radyoda Öztürk Serengil parodilerini dinliyoruz, ablamlara bende onun resmi olduğunu söyledim; sattığım Golden ve Meltem çiklet kutularında iki adet büyük artist resimleri çıkardı 25-30 adet artist resmini ablamlar almasın diye gömme dolabımızın en üstüne saklardım. Oradan almak için tırmandım, resimleri aldım, aşağı inerken yandaki iğnedenliğe kolumu çarptım. Dikiş iğnesi aşağıya düşüp kilime dikine saplanmış, ben üzerine atladım iğne ayağımda kırıldı, ameliyatla aldılar. Yine yatakta 15 gün kaldım. Efe Selahattin Amcanın sarı Skoda’sı meşhurdu. Arkasına çocuklarla takışmıştık, biraz ileride çocuklar atladı ben atlamadım, araba mahalleden uzaklaşmaya başlayınca hızlandı bende o sırada atladım ve kolumu kırdım. Akşam olunca Efe Selahattin Amca ile birlikte beni babamın arkadaşı Kırıkçı Kuşçu Hasan’a götürdüler. Kol alçıya alındı, yeri kaynadı. 3 ay sonra okulda merdivenlerin demirine oturup kayarken arkadaşım Selami itince düştüm; kolum yine aynı yerinden kırıldı. Yani çocukluğum çok haşarıydı. Komşularımız beni annemin gözünün önünden kaçırırdı. Tatar Hacer Hanım Teyzem beni Kerpiçhane meydanındaki Harman Yeri’ne götürürdü; orada akşamsefası bir başka olurdu. Yoldan geçen araçları sayardım. Hacer Hanım Teyze kendi torunu gibi severdi beni. Bende onun sözünü dinler, hiç yanından ayrılmaz, ondan Tatarca öğrenirdim. Çünkü onun dilini güçlükle anlıyordum.
Hakkı Ağa’nın kavakları altı tel örgüyle çevrilir, Harmanyeri Camii yararına Kırkpınar güreşleri yapılırdı. 1968-1970 yıllarında hatırladığım kadarıyla burada Kel Aliço Manisalı, Reşit Karabacak gibi ünlü isimler güreşmişti. Talimhane’de kıran kırana maçlar olur, turnuvalar düzenlenirdi. Cumartesi-Pazar günleri stadyum gibi iğne atsan yere düşmezdi. Simitçisi, gazozcusu, mısırcısı ile panayır gibi olurdu.
Hünkâr Köşkü civarı mesire yerleri idi. İlkbahar ile birlikte her ağacın altında aileler piknik yapardı. Salıncaklar kurulur, kişi yeter deyinceye kadar sallanırdı. Para kazanabilmek için çaktırmadan evden bir sürahi ile maşrapa alır, su satardık. Bitince mahalle çeşmelerini akıtıp soğutur, tekrar satardık.
Hıdrellez zamanı akşamdan hasır ve samanları yakar, üzerinden atlardık. Kadınlar, kızlar dilekler tutar, kiremitlerden ev ve araba şekilleri yaparlardı. Hıdrellez haftasının Pazarı dede günüydü. Kaplıkaya dede yeriydi. Pazar sabahı ezanlarda kalkar, hava aydınlanmadan Kaplıkaya’ya yer tutmaya giderdim. Saat 9.00 suları annemler, teyzemler, dayımlar gelirdi. Büyük çınarlar altında pikniğimiz akşam hava kararıncaya kadar sürerdi. Sonraki haftalarda komşumuz Hayri Abi’nin kamyonuna bütün mahalle doluşur, dağ ya da denize giderdik.
Okumayı sevmedim, küçük yaşta kadın terzisi oldum. Daha sonra Bursa Hâkimiyet Gazetesi’nde işe girdim, hayatımın en güzel yılları orada geçti. Arkadaşlıklar kardeşlikten öte idi. Bir aile gibiydi. 1979 senesinde Erzincan’a askere gittiğim gün babamı kaybetmişim; 2 ay sonra çalıştığım gazetenin sayfalarında babamın vefat ilanını gördüm. Dünya başıma yıkılmıştı, zor geçen günlerimde terhis oldum. Askerden sonra yine gazeteye devam ettim, bir süre reklam ajansı ve matbaacılıkla uğraştım; teknolojiye yetişemedim ve mesleklerimi bıraktım. Emekli olduktan sonra mahallemden ayrılmadım.
HEY GİDİ MOLAARAP HEY
Kimleri yaşatmışsın koynunda, ölülerini bile saklıyorsun Sarıkaya’da. Benimde yerim hazır orada, dedim ya ölsem de ayrılmam senden…
Sağlık memuruydu. Mahallenin doktoru gibiydi, girmediği ev, tanımadığı insan yoktu. Elinde siyah çantası, içindeki iğne malzemeleri, tansiyon aleti ile herkesin hastalığına çare olmaya çalışır, sağlık öğütlerinde bulunurdu. Hoş sohbet, kibar, giyimine özen gösteren bir beyefendiydi. Çantasından çıkardığı ispirto ocağında iğnelerini kaynatır, cam ampulüne ufak testere bıçağını sürter, parmağıyla patlatır, içindeki ilacı şırıngasına çeker, diğer elinde ufak alkollü pamuk ile iğnesini hissettirmeden yapar, “hadi geçmiş olsun” derdi. Yaptığı her hareketini zevkle seyrederdim, bir taraftan da korkardım. Son zamanlarında evinin penceresinden sevdiklerine hep el salladı, helallik istedi. Allah gani gani rahmet eylesin…
(Taksirat) Mustafa Yavşaner
Tenekeli Tahsin Abi’nin kahvesinin önünde oturur, akşama kadar balta, tahra, testere biler, hayvan alır satardı; bil hassa eşek. Bir gün satamadığı dili olmayan eşeğini alıcıya “Benim eşeğim çok sessiz, ağzı var dili yok” diyerek satmış. 2 gün sonra eşeği alan Taksirat’a “Bu eşeğin dili yok, para mı geri istiyorum” dediğinde adama, “Ben sana söyledim ağzı var dili yok diye” demiş. Taksirat çok uzun boylu idi, eşeğin üstüne bindiğinde ayakları yere değerdi. Heykel önünde gezerken hayretle onu seyrederlerdi. Çok muzip bir adamdı fakat kızdığında herkes yanından kaçardı.
( Pala Bıyık ) Hacı Muyo
Pantolonu şayak, üstünde aba yelek, omuzlarında palto, elinde tespihi, aşağı doğru inen gür bıyıkları ile tam bir Osmanlı heybetiyle gezerdi. Yufka yürekli, gariban babası idi ancak çok ciddiydi. Dağda et-mangal işletirdi.
( Şam Tatlıcı ) Şaban Amca
“Şam tatlıya çoooooook” diye bağırır, çocukları etrafına toplardı. Başında simitçiler gibi taşıdığı Şam tatlı tablasını sehpa üzerine koyarken çocuklar sıraya girerdi. Sıraya girmeyen çocuk olduğunda Şaban Amca onun parası olmadığını anlar, o çocuk para vermiş gibi rencide etmeden tatlısını verir, göz kırpardı. Mahallede çok nesil Şam tatlısını ve dondurmasını yemiştir.
Deli Demo
Kimseye zararı yoktu. Yollardan kibrit çöplerini toplar, bütün Bursa’yı gezerdi. Askerdim, Yalova yolunda çöp toplarken araba çarptığını duydum. Evinde bir kışlık kibrit çöpü bulunmuştu.
Zizo
Okul önünde pişmiş şeker, karamele satar, ufuk makinesi içinde slayt gösterisi yaptırırdı. Konuşmasını güçlükle anlardık.
(Bakkal Ömer Ağa) Ömer Taner
Yugoslav muhaciri olan Ömer Ağa Yugoslavya’da hâkimmiş. Ömer Ağa’nın bakkalında aklınıza gelen her şey satılırdı. Hele hele çocuklara hitap eden oyuncaklar çok dikkat çekiciydi. Tüp gaz ve dükkân önünde bulunan yatık vaziyette 2 adet varil içinde gazyağı satardı. Biz bu variller üzerinde oturur, sohbet ederdik. Ömer Ağa hiç kızmaz, gaz yağını alacağı zaman bizden kalkmamız için müsaade isterdi. Şimdi esnaflığın gereğini daha iyi anlıyorum. O yaşlı adam biz ufak çocukları dahi hiç kırmazdı.
For For İsmail
Ayakkabı tamiri ve imalatını yapan İsmail Amca ayakkabıda çivi yerine kibrit kullanır, ayakkabı sayasını da elde dikerdi. Yaptığı ayakkabı senelerce giyilirdi. Parçalanmış ayakkabıları tamire verdiğinizde bir gün verir, o gün ayakkabıyı teslim ettiğinde ise ayakkabının mağazadan çıkmış gibi yepyeni görünmesi insanları hayrete düşürürdü.
Mollaarap Fırını
Murat Bulur ve çocukları Ferit, Mecit, Yusuf ve Esat taş fırında, odun ateşinde ekmek yapar ve pişen ekmeği bakkallara beygirlerle küfeler içinde veya at arabaları ile dağıtırlardı. Ramazanlarda fırında pide kuyruğuna girer, topa zor yetişirdik.
(Karcı) Hakkı Ağa
Uludağ’dan eşeklerle kar taşıyıp Kayhan’da satarmış. Mahallenin ilk yerlisi olduğundan Mollaarap’ta çok sayıda arazisi varmış.
Bursa’nın ilk elektrikçilerinden Tatar Sıtkı (Ali Açıkel Arşivi)
1970’lerde Emniyet, Park Bahçeler, Zabıta, Belediye Otobüs İşletmesi, Merinos, Tekel, D.S.İ. gibi yerlerin elbiselerini dikermiş.
Hurdacı Ali (arkası dönük ), Süleyman Babür, Fötr İbrahim Sert, Peştamallı Muammer, Mudanyalı İsmail Pala Bıyık Hacı Muyo’nun Kahvesi’nde (Ali Açıkel Arşivi)
Uludağ’da Faruk Üre, Peştamallı Muammer, Babaanne Güner, (Ali Açıkel Arşivi)
Efe Selahattin, Pejo Cemal, Peştamallı Muammer, Haybeden Hüseyin, Kara Bahattin (arkada) (Ali Açıkel Arşivi)
Ayaktakiler: Peştamallı Muammer, Boşnak Nail, Nail Yenice, Muhittin Andıran
Oturanlar: Karasörcü Aziz, Marangoz Orhan, 29 Ekim1964 (Ali Açıkel Arşivi)
Talimhane’de Şakir’in kahvesinin önünde, soldan sağa Peştamallı Muammer, Terzi Cako, Kazım Aydın, Arnavut, Şort Yılmaz, Avcı Turgut, Haybeden Hüseyin, 1973 (Ali Açıkel Arşivi)