Tufan GÜNDÜZ
1878’de Berlin Antlaşmasıyla Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun idaresine bırakılması Boşnakların zihin dünyasını alt-üst etmişti. Çünkü Boşnaklar, Osmanlı Devletinin sınır bölgelerinde bulunuyor olmaları yüzünden kaybedilen topraklarda Osmanlıların başına gelenlere yakından tanık olmaktaydılar. Örneğin Macaristan’ın kaybedilmesinden sonra buralarda kalan binlerce Müslüman ya din değiştirmeye mecbur bırakılmışlar, direnenler ise katliama uğratılmışlardı. Bu kaçınılmaz bir korkuydu. Öte yandan Fatih Sultan Mehmet’in Bosna’yı fethinden ve Boşnakların Müslüman olmasından neredeyse 400 yıl sonra ilk defa Müslüman olmayan bir milletin idaresine giriyorlardı. Bu durumda hâkim millet sıfatından çıkıp tabi millet statüsüne geçiyorlardı. Avusturya idaresinin hemen ilk dönemlerinden itibaren Bosna’ya Hıristiyan göçmenlerin getirilmesi, idarecilerin hızla değiştirilerek, özellikle Katolik Hırvatlara yer verilmesi, vakıf ve arazi kanunlarının değiştirilerek Boşnakların ekonomik gücünün kırılması ve nihayet 1882’de çıkarılan askerlik kanunu ile Boşnakların da Avusturya ordusunda hizmete alınmaya çalışılması Boşnaklarda göç fikrini tetiklemişti. Bütün bunların yanı sıra Bosna-Hersek’te süregelmekte olan ekonomik buhranlar; işgalin de tetiklemesiyle ciddi bir boyut kazanmıştı.
Göç fikrinin doğmasının sebepleri sadece bunlar değildi. Bazı mutaassıp Müslümanlar Bosna-Hersek’in darü’l-harp olduğunu ileri sürerek “Türk” olarak yaşayabilecekleri yerin sadece Osmanlı ülkesi olduğu tezini savunuyorlardı. Her ne kadar Avusturya idaresinin cami tamirlerine katkı sağlamaya çalışması ve Bosnalı entellektüellerin basın yoluyla karşı propagandalar yapması vaki ise de orta ve düşük gelire sahip Boşnaklar için bu propagandaların ciddi bir etkisi olmamaktaydı.
Göçe mütemayil ancak bir türlü karar verememiş olanların hareketlenmesinin en önemli sebebi ise göç etmiş olan Boşnakların akrabalarına gönderdikleri mektuplardı. Onlar, akrabalarına gönderdikleri mektuplarda, kendi hayatlarına dair bilgi verirken son derece abartılı ifadelerle, Sultan ülkesinde çok rahat olduklarını, Sultanının kendilerine ev, tarla, çift öküzü ve tohumluk verdiğini, mutlu bir hayat kurduklarını anlatıyorlardı. Dahası gelmek isteyenleri de bir an önce göç etmeye teşvik ediyorlardı.
Bütün bu anlatılar, Boşnakların nazarında Osmanlı ülkesini bir hayal ülkesi haline getirmişti. Özellikle düşük gelirli çiftçi veya şehirliler için Osmanlı topraklarına ulaşmak yeni bir hayat anlamına geliyordu.
İlki 1879’da olmak üzere 1882, 1889-1902 ve 1908-1909 yıllarında Bosna-Hersek’ten Osmanlı topraklarına büyük göç hareketleri yaşandı. Osmanlı Devleti her ne kadar Boşnak göçlerine karşıysa da sınıra kadar gelenlerin geri döndürülmesini “Hilafetin ve Saltanatın şanına yakışmayacağı” gerekçesiyle uygun bulmadığından kerhen kabul ediyordu. Bu hususun gözle görülmeyen iki cephesi vardı: Birincisi, Aynı dönemlerde Girit’ten, Kafkaslardan ve Balkanlardan da Osmanlı Devleti’ne kuvvetli bir muhaceret hareketi vardı ve hükümet göçmen bütçesini bunlara göre ayarlamaktaydı. Bu yüzden Bosna-Hersek’ten gelen göçmenler için ayrıca bir masraf kalemi yoktu. 1879’dan itibaren mütemadiyen göç yaşanıyor olmasına rağmen, bütçeye masraf konulmaması göçmenlerin iaşe ve ibate hususunda perişanlığına sebebiyet vermekteydi. İkinci olarak her ne surette olursa olsun sınıra kadar ulaşmak, göçün önündeki engelleri kaldırmak anlamına geldiğinden göçmenler Osmanlılar tarafından durdurulmayacaklarına kesin olarak inanmaktaydılar.
Bosna-Hersek’ten göç etmek isteyen bir Boşnak, Avusturya hükümetinin, göç arzusunda olanlar için getirdiği, arazilerinin tamamını satmış olmak, askerlik hizmetini yerine getirmiş olmak, borç veya alacak bırakmamış olmak, pasaport almak gibi yükümlülükleri yerine getirmesi gerekiyordu. Bütün bunlar tamamlandıktan sonra yolculuğa çıkan göçmen için birinci durak yeri Belgrat idi. Burada toplanan göçmenler trenler önce Üsküp’e ulaştırılıyor, buradan yine trenle Selanik’e geçiriliyordu. Bundan sonra gemiyle Anadolu’ya taşınıyorlardı. Bu zahmetli yolculuğun en önemli kısmı ise Anadolu idi. Çünkü ulaşım imkânlarının sınırlı olması sebebiyle göçmenlerin önemli bir bölümü Marmara bölgesine serpiştirilmişti. Keza, Sivrihisar’dan Ankara’ya kadar tren yolunun mevcut olması sebebiyle önemli sayıda bir göçmen kitlesi de bu güzergâhın etrafına iskân edilmekteydiler.
Hükümetin Boşnakların iskânı hususunda Anadolu’da Bosna iklimine benzer mahallerin seçilmesini ısrarla tembih etmesine rağmen iskân meselesine buna hemen hemen hiç riayet edilememişti. Çünkü göçler hem plansız, hem de sevk ve iskân konusunda bütçe imkânlarının dışındaydı. Bu yüzden ulaşım imkânlarının elverdiği ölçüde hazine arazilerinin bulunduğu, tarla açmaya müsait mevkiler rast gele seçilmekte ve Boşnaklar “Hayal Ülkesinde” anavatanlarındaki iklime hiç de benzemeyen alanlara dağıtılmaktaydılar. İskânın tamamlanabilmesi için gerekli olan evlerin inşası, her aileye ekonomik faaliyete geçmeleri için tarla, çift öküzü, tohumluk buğday ve mısır verilmesi ise yine bütçe imkânları doğrultusunda mümkün olabilmekteydi. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki, iskân çalışmalarının belli bir plan doğrultusunda yapılamıyor olması yüzünden göçmenlerin hızlı bir şekilde kendi kendilerine yeter hale getirilmesi mümkün olmuyordu. Özellikle sonbahar aylarında veya kışa doğru gerçekleşen yerleştirmeler yüzünden göçmenler ellerindeki tohumluk buğdayı -ve hatta öküzleri- yemek zorunda kalıyorlardı. Onlara dağıtılan toprakların ise yüzyıllardır işlenmemiş araziler olması sebebiyle ekilebilir hale getirmek ayrı bir meşakkat getirdiğinden göçmenlerin bir bölümü iskân mahallinden ya başka iş bulacağı bir yere veya başka bölgelere iskân olmuş olan akrabalarının yanına kaçıyorlardı. Göçmenler arasında özellikle dedikoduya dayalı haberler o kadar hızlı yayılıyordu ki, sıkıntı halindeki her göçmen bir başka mahaldeki tanıdığı veya akrabasının daha iyi şartlarda yaşadığını sanıyor ve hemen onun yanına gitmeye çalışıyordu. Oysa bu yer değiştirmeler hükümetin kıt bütçe imkânlarıyla gerçekleştirdiği iskân faaliyetlerinin heba olması anlamına geliyordu.
Başlı başına bir hayat riski olan göç fiili, hayal ülkesine yolculuk coşkusuyla başlayıp derin hayal kırıklıkları, hastalıklar, ölümler, pişmanlıklar, yeni vatana tutunmalar ve geri dönüşler arasın sıkışıp kalıyordu. Daha Bosna-Hersek topraklarından çıkış yapmasından itibaren gerçek anlamda sıkıntı ve zorlukların içine düşen Boşnakların bir kısmı pişmanlık gösterip Belgrat’tan geri dönmekteydi. Keza yolculuk boyunca hastalanıp, yakınlarını kaybedip, ya da sayılacak pek çok sebepten geri dönenler vardı. Şüphesiz en kalabalık geri dönüşler Hayal Ülkesine geldikten sonra yaşanmaktaydı. Yukarıda belirtildiği üzere Osmanlı Devleti göçmenlerin yer değiştirmesini, dahası, Bosna’ya geri dönmelerini engellemek için basit zaptiye tedbirleri almaktaydı. Hükümet teorik olarak göç karmaşasına mani olmak niyetindeydi. Ne var ki, mevcut durum zaten başlı başına bir karmaşa olduğundan zahiri bir durum ortaya çıkmıştı. Geri dönüşler imkanlar ölçüsünde engelleniyordu, ama, göç etmeyi zihnine yerleştirmiş ve bunu gerçekleştirmiş olan bir Boşnak için, Bosna-Hersek’e geri dönüş daha büyük bir risk taşımıyordu.
Geri dönmeye çalışan Boşnaklar, evvel emirde Üsküp’e ulaşmaya çalışıyorlardı. Osmanlı zaptiyesine yakalanmamak için gündüzleri dinlenip geceleri yolculuk yapmaktaydılar. Bunların çoğunluğu yolculukları boyunca ya dilenmekte yahut son paralarını da dönüş yolunda harcamaktaydı. Gündelik işlerle uğraşıp yolculuğuna devam edenler de vardı elbette. Ama şüphe yok ki, en büyük dram, geri dönüş yolculuğuna dayanamayacak durumda olan bebek veya küçük çocukların durumuydu. Yol boyunca tesadüf ettikleri yerli Türk aileler yolculuk şartlarına ve hastalığa yenik düşeceği belli olan çocukları hiç olmazsa kendilerine evlatlık vermeleri için ebeveynleri ikna etmeye çalışıyorlardı. Hatta bazıları çocuklarına karşılık küçük meblağlar bile elde edebiliyorlardı. Neticede Üsküp’e ulaşan göçmenler burada Avusturya konsolosuna müracaat edip ondan yol parası ve pasaport temin ediyorlar, trenle Belgrat’a döndükten sonra bu defa Belgrat’taki Avusturya konsolosuna gidiyorlar ve Bosna’ya geçiş için tren bileti alıyorlardı.
Geri dönenlerin Osmanlı ülkesi hakkında anlattıkları zaman zaman Bosna-Hersek basınında yer almaktaydı. Örneğin daha önce Petrofçe kasabasında yaşarken Anadolu’ya göç ederek Karesi Sancağında Biga’ya bağlı Kalafat köyüne iskân olmuş olan Mustafa adlı bir Boşnak 1884 yılında ülkesine döndükten sonra Türkler ve Türkiye hakkında anlattıkları Saraybosna gazetesinde yer almış, bu haber Zagrep’te yayınlanan gazetelerde 18 Mayıs 1884 yılında yeniden haber yapılmıştı. Mustafa’nın anlattıklarına göre; “Anadolu’nun iklimi dolayısıyla muhacirlerin burada yaşamaları imkansızdı. Lisana aşina olmadıkları için yerli ahali ile kaynaşamıyorlardı ve devamlı surette yabancı gibi görülüyorlardı. Buğday ve darı çok pahalıydı. Bütün Boşnak kadınlar geri dönmek istiyor ve kocalarını ikna etmeye çalışıyorlardı. Yerli ahali yani Türkler, Bosna Müslümanları gibi dine riayet etmemekte, namaz kılmamakta, hatta Cuma namazına bile gitmemekte, ramazanda oruç tutmamakta; Boşnaklar dine riayet ettikleri için onlar ile alay etmekteydiler. Üstelik Kalafat köyünde cami bulunmamaktaydı. Kalafat köyünde Ermeniler de yaşadığı halde kadınlar başmaksız olarak açıkça ve serbest dolaşmaktaydılar.” Bu habere uzunca bir tekzip hazırlayan “Bir Boşnak”, Mustafa’nın anlattıklarının yanlış olduğunu, problemlerin göçmenlerin durumundan kaynaklandığını savunmuştu. Ne var ki, bu tekzip gazetelere gönderilmemişti.
Mustafa’nın anlattıklarına benzer bir haber 1 Temmuz 1892 tarihinde Saraybosna’da yayınlanan Vatan gazetesinde de yer bulmuş, Vakuf ve Dobrevo köylerinden göç eden aileler büyük sıkıntı içinde olduğu, onlar için yapılan evlerin Çingene çadırlarına benzediği ifadelerine yer verilmişti. Basında yer alan bu tür haberlerin çokluğuna dikkat çekmek istiyorum. Bunlar elbette, göçün engellenmesine yönelik propaganda haberleri olarak da değerlendirilebilir. Ancak, söylemek de yarar var ki, özellikle göç karşıtlığını açıkça gösteren Vatan gazetesi bile bir süre sonra göç ve göçmenlerle ilgili haber yapmayı bırakmıştır.
Avusturya idaresi geri dönenleri ülkeye kabul etmekle beraber onların gidip gördükleri yerler hakkında bilgiler edinmek suretiyle, bir nevi istihbarat aracı olarak görüyordu. Bu maksatla Bosna-Hersek mahalli hükümeti, kotarlarda kurduğu ofislerde geri dönenlerin ifadelerini alıyor, niçin gittiği, kendisini kimlerin teşvik ettiği, nerelere gittiği, Osmanlı hükümeti ile siyasi bir bağı olup olmadığını sorguluyor ve tutanak haline getiriyordu. Bu tutanaklardan yaklaşık 300 adedi Bosna-Hersek Milli Arşivi’nde ABH.SIT fonunda bulunmaktadır. Tutanaklara göre göçmenlerin esas sorunu işsizlik idi. Temelde Osmanlı ülkesinin genelinde yaşanan işsizlik buhranı, hayal ülkesinde yeni bir hayat kurmaya gelen Boşnaklar için tam bir felaket idi. Çünkü hükümetin verdiği tayinat hem az hem düzensiz, hem de bir süre sonra bütünüyle kesilmekteydi. Göç ederken yanında getirmeyi başardığı küçük miktardaki paralar ise zor şartlar altında tükenmekteydi. Göçmenlerin tamamına yakını ise belirli bir mesleği olmayan, vasıfsız kişilerdi. Hatta denilebilir ki, pek çoğu kendilerine verilen tarlaları ziraate açmaktan aciz kalıyor ya da ziraati bilmediğinden başaramıyordu. Bu yüzden gündelik işlerde çok düşük ücretlerle çalışmak durumunda kalıyorlardı.
İş bulamama ve yerli halk ile uyum sağlayamamanın önündeki en büyük engel dil sorunu idi. Türkçeyi bilenler ya tercüman olarak istihdam ediliyorlar ya da eğitim durumlarına göre çeşitli memuriyetlere tayin ediliyorlardı. Meslek sahipleri ise küçük sermayeler verilmek suretiyle şehir ve kasabalara serpiştiriliyordu. Ancak hem vasıfsız hem de dil bilmeyenler başlı başına bir güçlüğün içine düşüyorlardı. Banjaluka’dan Abdülmecid Afgan, “Milletimiz en fazla dil bilmemekten sıkıntı çekiyor, bu yüzden yerliler onları hiç sevmiyor” diye ifade vermişti.
Bu sevgi meselesi pek çok Boşnak tarafından dile getirilmişti. İzaciv’den Bego Zolic “Türkiye’de bizden nefret ediyorlar, Bize küfrediyorlar ve biz artık tahammül edemiyoruz” diye ifade vermişti. Zvornik’ten Hasan Çekiç: “ Türkiye’de para çok zor kazanılıyor, hayat çok zor ve hava kötü. Bizi Türk olmadığımız için rahat bırakmıyorlar” demişti. Sanski Most’tan Hasan Daiç İnsanlar Boşnaklara sıcak bakmıyor” ; Kozarac’tan Derviş Softiç ise “Bizden nefret ediyorlar” demişti. Banjaluka’dan Alija Habiboviç yerlilerin kendilerini aşağıladığından yakınmıştı. Kladanj’dan Muharrem Semerdziç “Gittiğime pişmanım, orada muhacirlerden nefret ediyorlar, iş vermiyorlar; çok acı olan bir gerçek şu ki, Yerliler göçmenlerin çocuklarını istiyor. Bizimkiler de geçinemedikleri için çocuklarını onlara veriyor. Orada gelecek yok, her kes dönmek istiyor, açlık sınırında yaşıyorlar ve hastalıktan ölüyorlar” diye yakınmıştı. Bosanski Gradişka’dan Süleyman Mesiç ise ifadesinde, bir süre değişik yerlerde çalıştığını belirttikten sonra “Çalışmak istiyordum ama iş vermiyorlardı. Bize Çingene diyorlar ve hiç sevmiyorlardı. Haymana’da fırında çalıştım, ama fazla dayanamayıp geri döndüm” diye söylemişti.
Hüso Kovaceviç ise diğer göçmenler ile rekabete değinmiş ve “Orada geleceğimiz yoktur. Çünkü burada çok fazla Çerkez var ve Boşnaklarla sürekli kavga ediyorlar. Ölen öldüren oluyor, kimse ilgilenmiyor. Bize Çingeneler gibi muamele ediyorlar. Bizden nefret ediyorlar” diye ifade vermişti. Bihaç’tan Muha Midziç’in naklettiğine göre Türklerin hayat şartları da Boşnaklardan daha iyi değildi.
Göçmenlerin en fazla yakındıkları konulardan biri de iskân oldukları mahallerdeki ev ve iklim şartlarının Boşnakların bünyesine uygun olmayışıydı. Hambarin’den Hasan Mediç, kendilerine Bosna’da iken anlatılanlar ile karşılaştıkları tablonun gerçeği yansıtmadığını acı bir şekilde görmüştü: “1901 yılında Ankara’ya gittim. Gitmemin sebebi o dönemde Müslümanlar arasında Türkiye’de yaşamanın kolay olduğu ve Türk yönetiminin Müslümanları sevdiği yolunda konuşmalar olmasıydı. İstediğimiz her şey veriliyormuş. Gidince gördüm ki, hepsi yalan. Hava iyi değil. Dil bilmiyoruz. Toprak vermiyorlar. Annem ve kız kardeşim orada vefat etti. Ankara’da bize topraktan bir ev verdiler. Bu ev bizim en pis tuvaletimizden daha kötüydü.”
Ev meselesine Lukavac’tan Mehmet Kibriç de değinmişti: “Selanik’ten İstanbul’a vardık. Burada isimlerimizi yazdılar. Bizi İzmit’e gönderdiler. Eskişehir’e ve Sivrihisar’ın Çaypazarı köyüne gittik. Burada bize topraktan bir ev verdiler. Yağmur yağınca tavan akıyordu. Açlıktan ve iklimden dolayı hastalandık. Çaypazarı’nda günlük 20 para veriliyordu. Açlıktan ölmemek için direndik. İş bulamadık, çünkü Türkler kendi adamlarını çalıştırıyorlardı. Bize küfredip Boşnak gâvuru diyorlardı. Dönmeye karar verdik. Kaymakam kalmamızı söyledi, ama biz yola çıktık.” Prjedor’dan Alija Haliseviç de kendilerine verilen evlerin ahırdan daha kötü olduğunu bildirmişti. Hambarin’den Djulaga Padjen de iskân evlerini hiç beğenmemişti: “Haymana kasabasında bize 6 metrekare taştan ev verdiler. Sıcakta dökülüyor, yağmurda akıyordu. Ever girince dik duramıyordum. Evlerin hepsi böyle. Planlar İstanbul’a gönderildi ama hepsi böyle denildi. Bosna’da domuzların tutulduğu yer daha güzeldi. Eşimi ve çocuklarımı orada bırakarak kaçtım.”
Anadolu iklimini en yalın haliyle açıklayan ise Bihaç’tan Mustafa Cehiç idi: “100 saat gitseniz ağaç yok. Bu yüzden insanlar gübreyi odun olarak kullanıyor. Boşnaklar topraktan kökler çıkararak yiyor. Çünkü başlangıçta devletten aldığımız yardımlar sona erdi. Ankara’da hava güzel değil. Giden herkes, küçük çocuklar bile hastalanıyor. Genel olarak hava çok kötü ve bizim insanımız o havalara alışamıyor. Orada insanımızın çektiği çileyi görünce dönmeye karar verdim. Hiçbir malım olmasa da burada hamal olurum daha iyi. Çünkü hamallar burada daha iyi yaşar. Buradaki hizmetçilerimiz oradaki ağalardan daha iyi yaşıyor.” Bosanski Gradişka’dan Ale Majesteroviç “bir görelim” diye geldiği Anadolu’da pek çok yeri dolaşmış, dülgerlik mesleğini bildiği için özellikle muhacirlerin ev inşaatlarında çalışmıştı. İfadesinde “ Ankara’dakilerin durumu çok kötü, acınacak durumdalar. Oraya götürdükleri paraları harcadılar. Yarı aç yarı tok yaşıyorlar. Onlar için son bir teselli ölmektir.” Dedikten sonra bir sözü de kendilerini göçe teşvik edenlere getirip: “Bütün göçmenlerin acısı için bizim ileri gelen Müslümanlara teşekkür edebiliriz. Çünkü onlar göçü teşvik edip, para yardımında bulunuyorlar, bizim geride bıraktığımız mallarımızı alıyorlardı. Bunlardan biri de Obravac’tan Şerif Grazdaniç’tir. Bu adam pek çok kişiyi kandırdı. Karımı da yüz Forint verip Asya’ya gitmesi için teşvik ediyordu. Ben bunu duyunca mektupla yasak koydum. Onun amacı bizi gönderip evi ve arsamı almaktı.” Burada ilave etmek gerekir ki bahsi geçen Şerif Grozdaniç’ten şikayetçi olan başkaları da vardı. Bosanski Gradişka’dan Raşit Zişkoviç “Şerif Grozdaniç insanların göç etmeleri için para veriyor ve her şekilde yardım ediyordu. Dönünce onunla karşılaştım. Bana sen Türk değil, Hırvatsın dedi. Çünkü orada Türk topraklarında kalamamış ve Türk olamamıştım” diye ifade vermişti.
Öte yandan dönenler arasında Osmanlı idaresini ve Türkleri kötüleyen hiçbir ifadeye yer vermeyenler de vardı. Mesela Kozarac’tan Husko Coliç “Osmanlı idaresinden memnunum. Bana ve aileme iyi davrandılar. Ben orda kalırdım ama memleket özlemi ve geçim sıkıntısı yüzünden döndüm” demişti. Trebinje’den Avdo Kabil: “Ben orada bulunduğum sürede tanıştığım Boşnakların hepsi halinden memnundu. Amcam bana iş bulacaktı ama ben hastalandığım için geri dönmek zorunda kaldım” diye ifade vermişti. Ripçeli Alija Mesiç’in ifadesi de buna yakındı: “ Ankara’da bizim muhacirlerden çok var. Ev ve tarla vermişler. Çalışmak isteyen rahatça yaşayabilir. Ev inşaatında çalıştım. Muhacirlerin hayatı aldıkları tayine bağlı. İçlerinde çok zor yaşayanlar var. Çocuklarım burada kalmamış olsaydı dönmeyecektim. İzin verilirse yine göç ederim. Türkiye’de bize çok toprak veriyorlar.” Kanicani’den Yusuf Mujagiç ile Derviş Elkaz söz birliği etmişçesine “Türk idarecilerinden ne iyi ne kötü muamele gördüm” demişlerdi. Kozarac’tan Hasan Mujanoviç ise “Osmanlı idaresini ne överim ne de kötülerim. Bizden ne istediklerini zaten hiç anlamadım. Bosnaya geri döndüm çünkü kalbim çekiyordu. Zaten anladım ki, Bosna ve Boşnakların düzeni dünyanın hiçbir yerinde yok” demişti.
Netice olarak şunu bildirmek gerekiyor ki, neredeyse standart hale gelmiş olan bu tür ifadelerin nedenini anlamak zor görünmüyor. Çünkü ifadeyi alan mahalli hükümetin geri dönenleri vatandaşlığa yeniden kabul edip etmeme konusunda geniş salahiyeti bulunmaktaydı. Bu yüzden geri dönüşlerini tescil ettirmek isteyenler ifadelerinin sonunda derin pişmanlıklarını ve ceza verilmemesi yolundaki taleplerini dile getirmekteydiler. Mesela Bihaç-Golubici’den İbrahim Harasliç ifadesinin sonunda “Lütfen bana ceza vermeyin, herkese oraya gitmemelerini anlatacağım” diye istekte bulunmuştu. Derin hayal kırıklığını ise ne güzel şekilde Bosanski Novi’den Ömer İbradziç dile getirmişti: “Türkiye’de kalbimi kaybettiğimi düşünüyorum. Burada iken sanki iki kalbim var.”