İsmail MANGALTEPE
Giriş
Türklerin batıya göçleri Milattan Önceki devirlere kadar uzanmaktadır. Ancak belgelerle tespit edilebilen göçler milattan sonraki dönemlere aittir. IV. yüzyıldan itibaren Türkler Türkistan bölgesinden göç etmek durumunda kalmışlardır. Doğal afetler, nüfus artışı, otlak yetersizliği, siyasi anlaşmazlıklar, ağır dış baskılar ve cihan hâkimiyeti düşüncesi göçün nedenleri olarak sıralanabilir. Göç eden Türk kavimleri uzun bir dönem Hazar Denizi, Kafkaslar ve Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda hâkimiyet kurmuşlardır. Özellikle Hunların bölgeye gelmesiyle pek çok kavim yurtlarını terk etmek durumunda kalarak “Büyük Kavimler Göçüne” sebep olmuşlardır. IV.-VII. yüzyıllar arasında Karpatlar ve Tuna Havzasını da içine alan geniş coğrafyada Hunlar, Sabirler, Ogur toplulukları, Avarlar ve Bulgarlar büyük devletler kurmuşlardır. Türkler Doğu Avrupa topraklarındaki hâkimiyetlerini uzun süre devam ettirmişler ve bölgenin sosyo-kültürel yapısının değişmesinde önemli katkılarda bulunmuşlardır. Biz bu çalışmamızda, Doğu Avrupa ve Balkanlara göç eden Türklerin IV.-VIII. yüzyıllar arasında bölgedeki faaliyetleri ve bölgenin etnik yapısı üzerindeki etkilerini incelemeyi amaçlıyoruz.
Çalışmamızda metot olarak öncelikle Türklerin Göçleri üzerinde durulmuştur. Akabinde kronolojik olarak bölgeye gelen Türk topluluklarının kısa siyasi tarihleri, yerleşim bölgeleri ve askeri faaliyetleri izah edilmeye çalışılmıştır. Son olarak Balkan coğrafyasındaki Türklerin izlerinin kökenleriyle ilgili genel bir tartışma ve değerlendirme yapıldıktan sonra makalemiz sonuçlandırılmıştır.
Tarih ve mekân ilişkisi birbirinden ayrılamayacak iki önemli olgudur. Kavimlerin yaşadıkları coğrafyalar ve diğer çevre faktörleri, toplumun hayatını derinden etkilemekte ve büyük oranda da şekillenmesinde etkin rol oynamaktadır. Türkistan bozkırlarının uçsuz bucaksız düzlük arazilerinin, mekân – birey ilişkisinin ferdin hayatına müspet veya menfi yönde istikamet kazandırdığı gibi, Türk kavimlerinin siyasi, sosyal, iktisadi ve de askeri tarihi üzerindeki tesiri mutlak surette görülebilmektedir. Asya steplerinin zorlu hayat şartları bozkır insanında mücadele ruhunu, dayanıklılığı, fedakârlığı, dayanışmayı, gönüllülüğü, bir arada barış ve huzur içinde yaşamayı, stratejiyi, teşkilatlanmayı, temeli insan ve adalet olan devletler kurabilme yeteneğini kazandırmıştır.
⦁ Doğu Avrupa’ya Türk Göçlerinin Sebepleri
Yaygın kanaat Türklerin bıkmadan usanmadan sürekli göç eden, durağan hayatı sevmeyen ve hareketliliği bir yaşam biçimi olarak kabul eden bir kavim oldukları şeklindedir. Ancak her ne olursa olsun Türklerin de sonuçta tarih sahnesine çıktıkları, zamanla büyüyerek ve gelişerek güçlü bir toplum olarak siyasi arenada varlık gösterdikleri bir coğrafi mekânın olması gerekir. Nitekim vatan düşüncesi bu kadar güçlü olan milletin, bir toprak parçasını kutsal olarak görmemesi o mekânla duygusal bir bağ kurmaması düşünülemez. Yapılan son araştırmalar neticesinde tarihçiler Türklerin anavatanını Altay ve Sayan dağları çevresi, sanat tarihçileri Tanrı dağları ve çevresi, kültür tarihçileri İrtiş-Urallar arasını anayurt olarak kabul etmişlerdir. Sonuçta daha da somutlaştırmak gerekirse; Issık Göl, Aral Denizi, Baykal ve Balkaş Gölleri, Altay Dağları ile Tanrı Dağları ve son olarak Ötüken ormanlarının bulundukları coğrafyanın kesiştiği bölgeleri Türklerin anayurdu olarak kabul etmek gerekir.
Kavimler sebep olmaksızın sonunun nasıl biteceği belli olmayan bir göç hareketine kalkışmazlar. Zorlayıcı sebepler yüzünden Türk kavimleri anayurtlarını terk etmişlerdir. Anavatan Türkistan coğrafyasında yaşayan Türk kavimlerinin bir kısmı beş başlık altında toplayabileceğimiz nedenlerden dolayı farklı kıtalara göç etmek durumunda kalmışlardır.
Doğal Afetler: Anayurdun kuzey kesimlerini Tayga ormanları oluşturmaktadır. Devamında bozkır kuşağı ve sonrasında da kumlu bozkırlar ve çöl anayurdun fiziki görüntüsünü yansıtır. Karasal ve sert bir iklimin hâkim olduğu anayurtta yağışların yetersizliği tarım yapılmasını engellemektedir. Çevre ve iklim şartlarının hayvancılığa ve tarıma elverişsiz olması, kuraklık ve çekirge baskınları ve bunların kıtlıklara yol açması hayatı zorlaştırmaktadır. 627 yılında Gök Türk ülkesindeki yoğun kar yağışı koyun sürülerini ve atları telef etmiştir. Bununla beraber soğuklar ve salgın hayvan hastalıklarının kitleler halinde hayvan kırımlarına sebep olması ve bunların neticesinde de Türklerin ekonomik varlıklarını yitirmeleri, perişan olmaları ve güç durumda kalmaları bir müddet sonra göç etmelerine sebep olmuştur.
Nüfus artışı ve otlak yetersizliği: Bozkırlarda insan sayısı ve gücüne olan ihtiyaç, nüfusun hızla artmasına sebep olmuştur. Nüfus artışı ile toprakların geçim bakımından yetersiz kalması, otlakların artan sürülere yetmemesi, bu yüzden boylar arasında silahlı çatışmalar meydana gelmesi, sonuçta da mücadeleyi kaybeden boyun kendisine yeni yurt ve otlak aramak üzer göç etmesi kaçınılmazdı.
Siyasi anlaşmazlıklar: Türk tarihinde sık sık görülen ülke içindeki kargaşanın ve kavgaların temelini siyasi anlaşmazlıklar oluşturmaktadır. Bir boyun diğer boya üstünlük sağlama hevesi, veraset hukukundan yoksunluk neticesinde kardeşler arasındaki taht kavgaları ve yönetim anlayışındaki farklılıklar ülkenin zayıf düşmesine hatta parçalanmasına kadar uzanıyordu. M.Ö. 58 yılında Hun Tanhusu Ho-han-yeh’in Çin’in hâkimiyetine girmek istemesine Çi-Çi ve taraftarları karşı çıkmışlar, bunu utanç vesilesi olarak görmüşlerdir. Giriştikleri mücadeleyi kaybeden Çi-Çi ve arkadaşları mecburen ülkeyi terk durumunda kalarak Batı Türkistan’da yeni devlet kurmuşlardır. Aynı şekilde 558 yılında Gök Türk hâkimiyetini tanımayan Avarlar 20.000 kişilik bir toplulukla Kafkaslara oradan da Doğu Avrupa’ya göç etmişlerdir. Sonuçta mücadeleyi kaybeden taraf egemenlik altına girmektense yerini terk edip, yeni yerlere göç etmeyi tercih ediyordu.
Ağır dış baskılar: Türklerin henüz yaşadıkları sahalarda güçlü siyasi devlet kuramamaları, komşu devletlerin baskılarına maruz kalmalarına sebep olmuştur. Bağımsızlıkları konusunda taviz vermeyen Türkler, esaret söz konusu olduğuna yurtlarını terk etmekten geri durmamışlardır. Kısaca Türkler, istiklallerini değil, yurtlarını feda ediyorlardı. Türk kavimleri bazen de birbirlerinin baskılarına maruz kalarak, yurtlarından göç etmişlerdir. Özellikle Doğu Avrupa ve Balkanlara doğru yapılan göçler bir Türk boyunun diğer Türk boyunu tehdit etmesi ve yerinden yurdundan çıkmaya zorlaması sonucu gerçekleşmiştir.
Cihan Hâkimiyeti Düşüncesi: Türkler dünya hâkimiyetinin kendilerine Tanrı tarafından bağışlandığını düşünüyorlardı. Hakanlar Tanrının kendilerini Kut ile yani siyasi hâkimiyet ile donatarak tahta çıkartmasını bir lütuf gibi görerek bunun karşılığında yeryüzünde adaleti, huzuru ve barışı sağlamaya yönelik teşebbüslerde bulunuyorlardı. Nitekim bu girişimlerin izlerini Abidelerde görmek mümkündür. Şöyle ki: “Üstte bir gök altta yağız yer yaratılmış; gök ile yer arasında insanoğlu yaratılmış. Bütün insanlığa ecdat Hakan olmuş…”. Hakan Tanrı’nın kendine verdiği bu vazifeyi düşünerek “…Bana göre faydalı gördüğüm bütün insanlığın yararına kabul ettiğim Türk töresini hâkim kılmak…” ifadesiyle cihan hâkimiyetine olan inancını yansıtmaktadır. Yine Oğuz Kağan Destanı’nda, Oğuz Kağan’ın hükümdar ilan edildikten sonra dile getirdiği “Güneş bayrağımız, gökyüzü otağımızdır” sözü bu amacın tezahürüdür.
Türklerin at sayesinde çok hızlı ve etkili bir biçimde fetih ve göç hareketlerinde bulunabilmeleri, yeni ülkeler fethetme arzusu ve bunun tabii sonucu olarak yeni vatanlar kurma düşüncesi, bütün dünyaya hâkim olma isteği, her yere Türk idaresi, adaleti ve barışının götürülmek istenmesi de göçlerin bir nedeni olarak görülmektedir.
Türk göçleri genellikle iki istikamette yani güneye ve batıya doğru cereyan etmiştir ve sayısı 13’tür. Güneye inen Türkler Kuzey Çin’de çeşitli adlar altında, Tabgaç Devleti (338-557) gibi, devletler kurmuşlardır. Batı’ya göç eden Türk kavimleri de başlıca iki kola ayrılarak yollarına devam etmişlerdir. Bunlardan bir kısmı Hazar Denizi’nin ve Karadeniz’in üstünden kuzey yolunu takip etmişlerdir. Bir kısmı ise Orta Avrupa ve Balkanlar’a doğru ilerleyerek burada güçlü devletler kurmuşlardır. Karadeniz kuzeyinden Doğu Avrupa’ya göç eden Türk kavimleri Hunlar, Sabirler, Ogur toplulukları, Avarlar, Peçenekler, Kumanlar-Kıpçaklar ve Oğuzlardır.
Yüzyıllardır batı’da “Türkleri anavatanları olan Orta Asya’ya göndermek” üzere plan ve projeler hazırlanmaktadır. Dünya medeniyetleri içerisinde köklü bir maziye sahip olan Türklerin göç ettikleri her coğrafyada kalıcı olmayı arzuladıkları, bunun için çabaladıkları, imar faaliyetlerinde bulundukları ve mukim topluluklarla kendi prensipleri doğrultusunda anlaşarak birlikte yaşadıkları kaynaklarda vurgulanmaktadır.
XX. yüzyıl başlarından itibaren hızla mesafe kat eden arkeolojik çalışmalar, Türklerin göç yolları, göç ettikleri coğrafyalar ve yerleşim sahaları konusunda bizlere önemli ipuçları sunmaktadırlar. Güçlü siyasi devletler kuran Hunların, Avarların ve Bulgarların tarihi yerleşim sahalarını arkeoloji malzemeler sayesinde tespit edebiliyor, izini sürebiliyoruz. Türklerin göç ettikleri her coğrafyada kalıcı olmayı arzuladıkları, bunun için çabaladıkları, imar faaliyetlerine giriştikleri ve yerel topluluklarla kendi prensipleri doğrultusunda anlaşarak birlikte yaşadıkları bilinmektedir. Bilindiği üzere bir toprak parçasını yurt tutunabilmenin, orada devlet olabilmenin temel öğeleri vardır. Öncelikle işlenebilir verimli tarım arazileri, bu arazilerde tarım yaparak temel gıda gereksinimlerini karşılayacak ve devletin ihtiyaç duyduğu mali desteği vergi olarak verecek bir kitlenin olması gerekir. Tabii ki bütün bunları muhafaza edecek güçlü bir ordu da siyasi iradenin ayakta kalmasını sağlayacak temel faktörlerdendir. Tarihte kurulan yüz on yedi Türk Devleti, bozkırlı kavimlerin devlete, teşkilatlanmaya ve hukukun tesis edilmesine ne kadar çok önem verdiğinin bir göstergesidir.
Milattan önceki yüzyıllarda Kafkaslar, Doğu Avrupa ve Balkanlara gelen bazı Türk gruplarının olduğu belirtilmektedir. Yapılan çalışmalarda İtalya’da var olduğu bilinen Etrüsk grubunun içinde bir hayli Türk nüfusun olduğu düşünülmektedir. Hatta bizzat Etrüsklerin Türklüğü üzerinde durulmuş, ancak bu mesele henüz vuzuha kavuşturulamamıştır. Doğu Avrupa ve kısmen de Balkan coğrafyasında görülen İskitlerin Türk olup olmadığı konusu da henüz netleşmemiştir. Bazı müellifler arkeolojik veriler, dil ve sanat alanındaki benzerliklerden dolayı Türk olduklarını iddia etmektedirler. Diğer görüşteki ilim adamları ise İskitlerin Orta Asya ve bir bozkır kavmi olduğunu kabul etmekle beraber, ırki özellikler, davranış biçimleri ve devletin siyasi teşkilatlanma yapısındaki farklılıklar nedeniyle Türk olamayacağını belirtmektedirler. Böylece bölgeye ilk gelen Türk kökenli kavmin Hunlar olduğunu vurgulayabiliriz.
⦁ Balkanlar’da Hun Hâkimiyeti
Türk olduklarında hiçbir şüphe olmayan Hunlar, 375 yılından itibaren Avrupa Hunları ile Avrupa’nın siyasi coğrafyasında var olmuşlar ve hâkimiyetlerini hissettirerek, batıyı tehdit eder hale gelmişlerdir. Yaklaşık olarak 80-90 yıl bölgenin kudretli devleti olan Hunların, Bizans’ın hatta Batı’nın idareci ve aydın kesimi üzerindeki derin tesirlerinin yansıması günümüze kadar gelmiştir.
Hunlar IV. yüzyılda Volga kıyılarına geldiklerinde bölgede bir Germen kavmi olan Gotlar bulunuyordu. Don-Dnyeper nehirleri arasında Doğu Gotları (Ostrogot) ve onun batısında da Batı Gotları (Vizigotlar) bulunuyordu. Daha batıda Transilvanya ve Galiçya’da Gepidler, bugünkü Macaristan coğrafyasında ise Vandallar yerleşik bir hayat sürdürmekteydiler. Hunlar öncelikle Alanları sonrasında sırayla Doğu Got’larını ve Batı Got’larını mağlup ederek Karadeniz’in kuzeyini oluşturan geniş sahaların tek hâkimi olmayı başarmışlardır. Bu başarılar, Hunların batıya doğru hızla ilerlemelerine vesile olmuş ve asıl rakipleri olan Roma İmparatorluğuna ait Tuna’daki eyaletlere saldırmışlardır. Hunların önünden kaçan Gotlar Trakya ve Balkanlarda bir süre savrulmuşlar, topraklarını yağmaladıkları Bizans’ın düşmanlığını kazanmışlar ve 377 yılında bütün Trakya’yı tahrip etmişlerdir. 378 yılına gelindiğinde Hunların da katkı yaptığı Edirne muhasarası sonrasında Balkanlarda bir yıllığına Hun-Got-Alan üçlüsünün hâkimiyeti söz konusudur. 379’da Roma imparatoru seçilen I. Thedosios bir yıl boyunca bu kavimlerle mücadele ederek dağılmalarını sağlamıştır.
Bu olayların cereyan ettiği dönemde Hunların bir kısmı Panonya bölgesine yerleştirilmişlerdir. 400’lü yıllarda Hunlar Karpat havzasını ele geçirmek suretiyle varlıklarını Tuna ile Tisa Nehirleri arasında hissettirmişlerdir. Fakat bu dönemde Hun Devletinin merkezi hala Hazar Denizi dolaylarında bulunuyordu. Perslerle 420 yılındaki mücadelelerinde başarısız olan Hunlar, Bizans-Pers mücadelesinden istifade ederek Trakya’ya girdiler Orta Tuna ve Batı Karpatlarda hâkimiyet kurdular. 425 yılında Hun devlet merkezi Körös ve Maros ırmaklarının yer aldığı bölgede bulunuyordu. Bu tarihten sonra Attila’nın amcası Rua hakan olmuştur. 430 yılında ise Hunların büyük karargâhı Aşağı Tuna civarında konumlanmıştır.
433 yılında Rua’nın Aethius’a yaptığı yardımlar ve kurulan iyi ilişkilere karşılık olarak Aethius, Hunlara Panonya’nın Panonya Secunda olarak anılan kısmını vermiştir. Bu Hunlar açısından önemli bir diplomatik zafer idi. Çünkü burası göçebe olarak yaşayan Hunlara kalıcı bir ev olmuştur. Aynı zamanda kültürlerine ve yaşam tarzlarına da önemli etkilerde bulunan bir yer idi. Görüldüğü gibi geniş sahalara yayılan topluluklar sayesinde Hun Devleti’nin Batı kanadını oluşturan toprakların sınırları güneyde Tuna ırmağına, batıda ise Transilvanya’ya kadar ulaşmıştır. Hun Devleti en geniş sınırlarına Oktar (öl.434) ve Rua (öl.435) zamanında erişmiş, Attila ve kardeşi Bleda ise bu mirası devralmışlardır. Daha Uldın döneminde yani V. asrın ilk yıllarından itibaren genişleyen Hun sahasının ana merkezi bugünkü Ukrayna toprakları olarak gösterilmektedir.
438 yılında Vizigotlara karşı savaşan Gallia’lı Litorius’u destekleyen Hunlar bu ordu ile beraber Toulouse kentini kuşatmışlardır fakat alamadan ordu dağılmıştır. 441 yılında Attila, balkanlarda güneydoğu Avrupa’yı Trakya’ya kadar ele geçirmiş, devletin sınırlarını Ren ve Vistül Nehri’ne kadar genişletmiştir. 445 yılında Attila, kardeşi Bleda’nın ölümü üzerine tek başına hükümdar olmuştur. I. Balkan Seferi (441) sırasında Singidunum (Belgrad), Sirmium (Sermska Mitrovica), Panonya Secunda ve Naissus (Niş)’u hâkimiyetine almıştır. Attila’nın Panonia’yı aldıktan sonra Tuna bölgesinde kendine güçlü surları olan bir ikamet yaptırdığı ve bu yere Macarca’da Budavár ve Almanca’da da Etzelburg dendiği kaynaklarda geçmektedir. II. Balkan Seferinde (447) ise Ratiaria, günümüzdeki Bulgaristan sınırları içinde yapılan mücadeleler sonrasında Serdica (Sofya), Philippopolis (Filibe), Durostorum (Silistre), Marcianapolis (Preslav), Arcadiapolis (Lüleburgaz), Kallipolis (Gelibolu) ve Sestos (Akbas Limanı) şehirlerini ele geçirmiştir.
Attila çıktığı Roma Seferi (451) sırasında da önemli kale ve şehirleri hâkimiyeti altına almıştır. Bunlar arasında Aquileia Altinum kentlerini zikredebiliriz. Ayrıca Padua yahut Concordia gibi şehirleri de harabeye çevirmiştir. Akabinde Vicentia (Vicenza), Verona, Brexia (Brescia), Pergamo ve Mediolanum (Milona) üzerinden Ticinum (Pavia)’a kadar uzanmıştır. Hun ordusunun bu ilerleyişi Galya’yı korkutmuş, hatta İmparator Valentinianus çareyi Ravenna’daki sarayından kaçmakta bulmuştur. Fakat Po ve Mincio ırmaklarının kesiştiği yerde bulunan Attila belki de büyük bir zaferin ve gücün arifesinde kendisine gelen Romalı elçilerle görüşmüştür. Bu toplantı da elçiler, büyük bir başarı elde ederek Attila’nın geri dönmesini sağlamışlardır.
Attila’nın Galya bölgesindeki fetihlerinden sadece Paris ve Troyes kentleri etkilenmemiştir. Bir rivayete göre genç bir kızın duaları üzerine Paris kurtulmuştur. Galya bölgesinde güçlü bir kaleye sahip Metz kalesini kuşatan Attila, 7 Nisan 451 günü Ren Nehrini geçerek kenti fethetmiştir. Grégoire de Tours kroniğinde Metz’e gelen Hunların Panonya’yı terk ettikten sonra, Paskalya bayramından bir akşam önce Metz’e gelerek, şehri tahrip ettikleri ifade edilmektedir. Ordusuyla yürüyüşüne hız veren Attila Reims’e geldiğinde, burada yaşayanların korkudan evlerini terk ederek kaçtıklarını anlamış böylece hiçbir karşı koyma olmadan şehri zabt etmiştir. Akabinde güneybatıda Loire Irmağı kenarındaki Orleans’ı muhasara etmiş, fakat müstahkem bir kale ve stratejik öneme haiz bu şehri alamamıştır. 14 Nisan 451’de kuşatmayı kaldırarak Catalaunum ovasına doğru hareket ederek bir meydan muharebesi için zemin oluşturmaya çalışmıştır. Bu bölge Seine nehrinin kıyısında, Champagne ovasının yakınlarında ve Troyes kentine kısa bir mesafede bulunmaktadır. Burada yapılan savaşta ne Roma-Vizigot ittifakı ne de Attila’nın ordusu galip gelememiştir.
Attila 452 yılında İtalya’nın Venetia eyaletine taarruz ederek surlarla çevrili Aquileia şehrine ele geçirmiş ve yağmalamıştır. Sonrasında Altinum, Padova, Brescia, Pergamon ve Milano’ya kadar ilerlemiştir. Fakat Bizans, Hunların Macaristan ovasındaki merkezini tehdit etmeye başlayınca geri dönmek zorunda kalmıştır. Attila Sasanilere karşı büyük bir sefer hazırlığı yaptığı sırada, zifaf gecesinde çadırında, ağzından ve burnundan kan boşalması ile 453 yılı ilkbaharında hayatını kaybetmiştir. Attila’dan sonra devletin diğer yabancı unsurları isyan ederek Hun birliğinden ayrılmışlar ve Hun devleti ağır baskılar ve saldırılar sonrasında dağılmıştır. Attila’nın büyük oğlu Dengizik bu mücadelelerde katledilmiş, bunun üzerine geriye kalan Hun bakiyeleri Attila’nın küçük oğlu İrnek’in komutasında 80 yıl önce geldikleri bölgelere çekilmek zorunda kalmışlardır. Attila zamanında Bizans ile ticari münasebetler çok gelişmiş, Silezya’nın Morava vadisi ile Tuna havzasındaki Viminakion kenti önemli ticari merkezleri olmuştur. Rua’nın ölümünden sonra Hakan her ne kadar Bleda olsa da Hun devletini fiili olarak idare eden Attila’nın ordugâhı, günümüzde Romanya sınırları içinde yer alan Bükreş ile Ploesti arasındaki bu mevkide bulunuyordu. Ülkenin sınırları batıda Alp Dağlarına, kuzeyde Baltık Denizi’ne kadar uzanıyordu. 433-471 yıllarını kapsayan dönem Attila’nın hükümdarlığının ve Hun Devleti’nin en parlak çağıdır. Bu yıllar içinde devletin sınırları en geniş halini almıştır.
Hunların bölgeye hâkim olmaya başlamaları ile beraber diğer toplulukların ve bağlı kavimlerin Panonya’ya yerleşmeleri ivme kazanmıştır. Öncelikle Tisa’nın sağ sahiline sonrasında da Banat’a yerleşmişlerdir. Hunların tarihi ile ilgili kaynakların ve yapılan çalışmaların yetersizliği nedeniyle Attila’nın başındaki Hun Devletinin başkentinin neresi olduğu tam olarak tespit edilememektedir. Yukarıda da kısmen değinildiği gibi, müelliflerin ortak görüşü merkezin Macaristan sınırları içerisinde yer alan Tisa ile Körös Nehirleri arasında yer alan sahada konumlandırılması gerektiğidir. Arkeolojik veriler ışığında Rua, Bleda veya Attila’nın karargâhının Orta Tisa bölgesinde, Körös Irmağı’nın doğu kıyısının güneyi ile Maros’un kuzeyinde bulunması gerektiği iddia edilmiştir. Ancak şurası kesindir ki Hunların ana karargâh merkezi Orta Tuna bölgesindedir. Bu dönemde Tuna’nın batısında yer alan Panonya da Ostrogotlar, Tuna’nın doğusunda ise Gepidler bulunmaktaydı. İmparatorluğun batı kanadında yer alan Thüring ve Saksonlar ile Frank olarak bilinen Alaman, Burgund ve Ripuarlar Hun hâkimiyetine alınmış, böylece devletin siyasi hâkimiyet alanı Ren Nehrine kadar uzanmıştır. 454-464 tarihleri arasında Hun ordusunun bugünkü Bükreş-Ploieşti arasında kalan sahalarda ve Buzau Nehri boyunca yerleştiği bilinmektedir.
Hunların Avrupa kıtası içindeki ilk yurtları muhtemelen Özü Nehri boylarında yer almaktadır. Hunların Doğu Avrupa’da yerleştikleri ilk bölge M.S. 270 yılından beri Vizigotların yaşadıkları günümüzdeki Romanya, Moldavya ve Erdel (Transilvanya) olmuştur. Bu bölgenin bu tarihten sonra yüzyıllar boyunca farklı Türk topluluklarına ev sahipliği yaptığı görülmektedir. Bölgenin Türkleşmesinde ve de bu izlerin devam etmesinde Karpatlar-Transilvanya-Tuna havzasının önemli etken olduğu vurgulanabilir. Çünkü bu bölgeler öncelikle göç yolları üzerinde bulunmaktadırlar. Ayrıca verimli ve geniş ovalarla süslenmiş sahalar ile geniş ve uzun ırmakları bulunmaktadır. Bu özellikleri nedeniyle Türk kavimlerinin ilgisine mazhar olmuş, bir beşik gibi yüzyıllarca Türklerin bölgede, Avrupa ile Kafkaslar arasında mekik dokumasına sebep olmuştur.
⦁ Doğu Avrupa’da Sabarlar
Hunlardan sonra Doğu Avrupa’nın Kafkaslara kadar uzanan sınırında Sabar isimli bir başka Türk kavmi etkili olmaya başlamıştır. Kaynaklarda ilk kez 461-465 yılları arasında Priskos’un kayıtlarında geçen Sabarlar, 503 yılında Karadeniz kuzeyi ve Kafkaslardaki Bulgar gruplarını hâkimiyetlerine alarak güçlenmişlerdir. Sabarlar hükümdarları Balak (ölm. 520 civ.) idaresinde 515 yılı sonlarına doğru Kuban Irmağı boyunca yerleşince hem Bizans’ın hem de Sasanilerin dikkatini çekmiştir. Önemle vurgulamak gerekirse Bizans tarihçilerinin verdikleri bilgilere göre Sabarlara ait savaş malzemelerinin yüksek teknikle hazırlanmış olması ve tesiri batıda oldukça ilgi uyandırmış, böyle bir kavmin ittifakını kaçınılmaz görmüşlerdir. Nitekim Sabarlar bu durumdan istifade ederek, menfaatlerine uygun olacak şekilde kimi zaman Bizans ile kimi zaman da Sasanilerle ittifak kurmuştur. 528 yılına gelindiğinde Bizans imparatoru Justinianus (527-565) çeşitli hediyeler vererek, 100 bin kişilik bir orduya hükmeden Sabarların kadın hükümdarı ve Balak’ın dul eşi Boarık ile Sasanilere karşı anlaşmıştır. Bu tarihten sonra Sabarların giriştikleri mücadelelerde ağır kayıplar verdikleri ve zamanla askeri güç olmaktan çıktıkları görülmektedir. 557 yılında doğudan batıya doğru ilerleyen Avar orduları tarafından Sabarlara ağır bir darbe indirilmiş, yaşadıkları bölgeler de Gök Türk hâkimiyetine geçmiştir. Güney Rusya’daki Sabarlar da Bizans tarafından 576 yılında yıkılmıştır.
⦁ Doğu Avrupa ve Balkanlarda Avarlar Hakanlığı Dönemi
Doğu Avrupa ve Balkanlara yerleşmiş bir başka Türk kavmi olan Avarlarla ilgili ilk malumatlara, 461-465 olayları münasebetiyle Priskos’un eserinde, 550 yılında da Zakharias Rethor’un kaynağında rastlamaktayız. Avarlar VI. yüzyılın ortasına gelindiğinde Asya’dan batıya doğru göç ederek Yayık (Ural) Nehrini geçmişlerdir. 552 yılında Gök Türklerin Juan-Juanları mağlup etmesi üzerine onlardan kaçarak, Bizans’a komşu olmuşlardır. Gök Türk hâkimiyetini tanımayan 20.000 kişilik bir Avar grubu batıya doğru hareket ederek Azak-Kuzey Kafkasya bölgesine gelmişlerdir. Kadim Türk düşünce yapısına uygun bir şekilde, yaşadıkları coğrafyada devlet kurmak ve barışı tesis etmek üzere teşkilatlanmışlardır.
Avarlar bu hedeflerini çok kısa bir sürede gerçekleştirmişlerdir. Bizans imparatorluğu ile komşu olmak ve muhtemelen de güçlü bir devletin sınırında yer almak suretiyle gücüne güç katmak istemişlerdir. Bu amaçla Alan Kralı Sarosius’un yardımıyla imparator Justinianus I ile irtibata geçerek yerleşim sahası talep etmişlerdir(558). Önceleri bu istek geri çevrilse de zamanla Bizans, küçük toplulukların sınır ihlalleri nedeniyle Avarlarla anlaşmak zorunda kalmıştır. Karşılığında da buraların güvenliğini sağlamakla görevlendirilmişlerdir. Avarlar bu dönemde Kutrigur, Utrigur ve diğer Ogur bakiyeleri olan mukim Türk topluluklarını bünyelerine katmışlar, öte yandan Moğol, Alan ve Slav gruplarından da pek çok insan devlet içinde istihdam edilmiştir.
560 yılından itibaren Avarlar uzun mücadeleler sonrasında bölgenin ekonomik ve askeri güçleri olan iki büyük devletin, yani doğuda Bizans batıda Frank imparatorluklarının, arasında kalan sahalara yerleşmişlerdir. Bu bölge dönemin şartları düşünüldüğünde Avarlara büyük bir devlet veya imparatorluk olma fırsatını verecektir. 562 yılında Avarlar Justinianus’a tekrar elçiler göndererek anayurt yapmak için yer bakmak istediler. İmparator Avarları Herulların yaşadıkları ve İkinci Panonya olarak adlandırılan bölgeye yerleştirmek istiyordu. Fakat Avarlar bunu kabul etmediler ve Küçük İskitya bölgesine yerleşmek istiyorlardı. Ancak burası Bizans’ın Trakya bölgesini tehlikeye atabilir, buraların istilasını hızlandırabilirdi. Aslında burada Avarların niyeti Tuna Nehri’ni geçerek Bizans ülkesine büyük bir orduyla saldırmaktı. Genç komutan Justinus’un uyarmasıyla Justinianus, Avar elçilerinin alıkonulmasını emrederek bu taktiği bozmuş, Avarların kendilerine saldırmasını engellemiştir.
Bayan Kağan 565 yılında Frank kralı Sigibert’e karşı kazandığı savaşla rüştünü ispatlamıştır. 568 yılına gelindiğinde yeni imparator Justinus (565-578) ödenen vergiyi geciktirince Orta Karpatlar Avarların işgaline uğramıştır. Böylece 568 yılında Orta Tuna bölgesinin Avarlar tarafından fethi tamamlanmış olur. Akabinde de Gepidler’i hâkimiyetine almış, yine aynı yıl Gepidler’e karşı ittifak oldukları Langobardlar’ın İtalya’ya göç etmelerine sebep olmuşlardır. Yine bu dönemde Sirmium ilk kez kuşatılmış, fakat kağanın Bonos ile yaptığı konuşma sonrasında Avarlar herhangi bir şey elde edemeden bölgeden ayrılmışlardır (568).
Avar hâkimiyetinin sağlandığı arazilerin verimliliği, doğu batı ekseninde ve kuzey güney istikametindeki ticaret yolları üzerinde yer alması ve kuzeydoğudan gelebilecek muhtemel Gök Türk saldırısı, Avarları büyük düşünmeye sevk etmiştir. Avar kağanı Bayan, devlet merkezini Tuna ve Tisa ırmakları arasına, ileride girişeceği fetihlerde stratejik önemi büyük olacak bir bölgeye geçirmiştir. 571 yılında Bizans ile yaptıkları anlaşma gereğince Tuna’nın güney kısımları Avarlara bırakılmıştır. Böylece bugünkü Macaristan-Sırbistan topraklarının büyük kısmında hâkimiyetlerini tesis etmişlerdir. Nitekim son dönemlerde 15.000’den fazla Avar mezarının bu Orta Avrupa’da tespit edilmesi bu düşünceyi desteklemektedir. Avar yerleşim bölgeleri ve kültürünün tespiti için özellikle Macaristan’daki arkeolojik çalışmalar önem arz etmektedir. 570-582 yılları arasında Tuna havzasında bazı kentlerin sık sık el değiştirdiği görülmektedir. Uzun mücadeleler sonrasında Avarlar 582’lerde hayati öneme haiz Singidinum (Belgrad) ve geç Avar dönemine ait bulguların büyük bir kısmının bulunduğu Sirmium (Sremska-Mitrovica/Sırbistan) kentini ele geçirerek IX. yüzyıla kadar yaşayacakları Panonya’yı yurt edinmişlerdir. Sirmium bölgesi, Avarlar için stratejik öneme haiz bir bölgeydi. Çevresi korunaklı ve güvenli idi. Avarların Bizans üzerine yapacakları akınlarda üs olarak kullanılabilecekleri ve askeri faaliyetlerini rahatça yürütülebilecekleri bir merkez idi. Böylece Sava, Tuna, Drava ve Vuka bataklığı ile korunan bu devasa kale tamamen Avarların eline geçti. 584 yılında Singidinum, Viminacium (Kostolac/Sırbistan) ve Augusta (Stara Zagora/Bulgaristan) şehirlerini zapt etmişlerdir. Balkanlar’ın yeni efendisi Kağan, artık bundan böyle burada ikamet edecektir. 586 yılı sonbaharında Kağan ve ordusu Balkanlarda İskit ve Mysia (Moesia) bölgesinde önemli yerleşim merkezleri olan Rateria (Arcar/Bulgaristan), Bononia (Vidin), Aquis (Gamizrad/Sırbistan), Drostolon (Silistre), Zaldapa (Laznica yakınlarında bir kent Romanya-Bulgaristan sınır), Panassa (Panyus n-Nehri yakınlarında muhtemelen Kamcija), Marcianopolis (Devnya/Bulgaristan) ve Tropaion (Droston-Köstence arası/Romanya) kentlerini ele geçirmişlerdir. Avarlar 586 yılında Selanik’i kuşatarak, Slavlar ile birlikte Makedonya ve çevresi ile Selanik’i ele geçirdiler. 588 yılına gelindiğinde Avarlar Drizipera (Trakya-Büyük Karıştıran yakınlarında bir kale) geçerek Perinthus (Marmara Ereğlisi)’a kadar gelmiştir. Bir süre sonra yıllık yüklü miktarda vergi karşılığında geri çekilmiştir. Bayan Han zamanında hakanlığın hudutları Dnyeper nehrinden Elbe ırmağına, Kuzey denizi sahillerinden Adriyatik kıyılarına kadar uzanıyordu. 617 yılında Balkanlar’dan güneye doğru süzülen Avar-Slav birlikleri önlerine gelen bütün şehirleri yağmalamışlar, özellikle de Teselya, Epire, Trakya ve Selanik büyük tehditle karşı karşıya kalmıştır. Avarlar, Slavlarla birlikte Dalmaçya’ya ve Yunanistan’ın ortalarına kadar ilerlemişlerdir. Bu birleşik Avar-Slav birlikleri, binlerce esirle beraber elde ettikleri ganimetleri götürüp Avar hakanına takdim etmişlerdir.
Avar tarihinin en önemli dönüm noktası 626 yılında Sasanilerle ittifak ederek İstanbul’u kuşatmalarıdır. Bizansı dehşete düşüren bu olayda imparator Kartaca’ya kaçmayı düşünmüş, halk kiliselere sığınarak günlerce dua etmiş, ilahiler bestelemişlerdir. Fakat kara harekâtında başarılı olan Avar ordusunun, denizden yeterince desteklenememesi, Slavlardan oluşan donanmanın etkisiz kalması mağlubiyeti hazırlamıştır. Bu hadisenin neticesinde Avar Devleti gücünü yitirmiş, bağlı kabileler ayrılmışlar, Bulgarlar ise ayrı bir devlet kurmak üzere harekete geçmişlerdir. Buna rağmen 805 yılına kadar varlığını devam ettirebilen Avarlar, Frank kralı Büyük Karl’ın acımasız din savaşlarından nasibini almışlar, ülke ve başkent tamamen zapt edilmiştir. Dağılan Avar gruplarının bir kısmı, Büyük Bulgarya, bir kısmı Doğu Macaristan bir kısmı ise Balkanlara doğru yayılmıştır. Bu durum zamanla bu topluluğun diğer baskın gruplar içinde erimesine, Türklüklerini kaybetmelerine ve Hıristiyanlaşmalarına sebep olmuştur.
Avar etkisi ve kültürü yüzyıllardır Balkan ülkelerinde yaşamaktadır. Hırvatistan’da en büyük askeri unvan olan “Ban”, “Boyar” ve “Yugruş”, Yunanistan’da “Navarino” (Avarino), Arnavutluk’ta “Antivari” şehirlerinin isimleri Avar izleri taşımaktadır. Bununla beraber Avarlar beraber oldukları farklı etnik grupların siyasi ve idari manada olduğu gibi, sanat, ekonomi, askeri alanlarda da tekâmüllerine katkıda bulunmuşlardır. Özellikle üzenginin batıya getirilmesi askeri alanda bir çığır açmıştır. Bunun yanında Slav ve Germen gruplarının yerleşik hayata geçerek teşkilatlanmalarını sağlamış, Orta ve Doğu Avrupa’nın etnik haritasını daha VI-VII. asırda çizmişlerdir. Nitekim Suriyeli Johannes 584’de şöyle bir tespitte bulunur: “Eskiden ormanlardan dışarı çıkmaya cesaret edemezken, Avarlar sayesinde savaşa alışan ve altın, gümüş, at sürüsü sahibi olan Slavlar…”.
Doğu Avrupa’da etkili bir başka Türk kavmi de Bulgarlardır. 635 dolaylarında Kubrat tarafından kurulan devletin asli unsurlarını Ogur toplulukları oluşturmaktadır. Attila’nın ölümünden sonra başlayan çatışmalarda ikinci oğlu Dengizik katledilmişti. Bunun üzerine küçük kardeşi İrnek komutasındaki bir grup Hun Orta Avrupa’dan ayrılarak Karadeniz kıyılarında diğer Türk boyları ile birleşmişlerdir. Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda Saragur, Bittigur, Ultıngur, Kutrigur, Onugur, Utigur adı ile boylar halinde yaşayan ve genel olarak “Ogur” diye adlandırılan buradaki Türkler, bu karışımdan sonra “Bulgar” olarak tesmiye edilmişlerdir. Batıdaki Ogurlar, doğudaki Oğuzların kardeşleridir, Türkçedeki Z sesinin Ogur lehçesinde R’ye dönüşmesi bu farkın ortaya çıkmasına neden olmuştur.
⦁ Balkanlarda Diğer Türk Unsurları
Ogurların Orta Asya’da Çin hâkimiyetinin yoğunlaştığı II. asırdan itibaren Hun bakiyeleri ile birlik oldukları ve yine bunlarla beraber batıya doğru göç ettikleri düşünülmektedir. Nitekim Attila döneminde Saragurların aktif rolleri ve 460-70’li yıllarda Avrupa Hun ordusunun dağılması ile birlikte Attila’nın küçük oğlu İrnek’in etrafında toplanarak Bulgar devletini kurdukları görülmektedir. VI. yüzyılda Avar hâkimiyetine giren Bulgarlar, Avarların başarısız İstanbul Kuşatması (626) üzerine 630 yılında kimin kağan olacağı tartışması başlatmışlardır. Bulgarlar, sayısal çoğunluk ve siyasi etkinlik olarak kendilerini daha güçlü görmelerinden dolayı olsa gerek, hakanın kendilerinden olması gerektiğini iddia ederek 9.000 kişilik bir orduyla Avarlara savaş açmışlardır. Fakat Bulgar beyi ve ordusu mağlup edilmiş ve Panonya’dan kovulmuşlar, Bavyera bölgesine kaçarak Frank Kralı Dagobert’ten sığınma talebinde bulunmuşlardır. Önce kabul eden ancak sonra fikrini değiştiren Dagobert’in Bulgarların öldürülmelerini emretmesi üzerine buradan da uzaklaşmışlardır. Bulgar beyleri mücadelelerinden vazgeçmemişler Karpatlar ve Kafkaslar bölgesindeki diğer Ogur boylarını da bir araya getirerek 635 yılında Maeotis Gölü (Azak Denizi) civarında Büyük Bulgar (Magnia Bulgaria) devletini kurmuşlardır. Kubrat tarafından kurulan devlet, 665 yılında Han’ın ölümü ve Hazar baskısıyla parçalanmıştır. Sonrasında Asparuh isimli bir hakan idaresinde yeni bir devlet kurmuşlardır.
Bilinen tarihleri çerçevesinde Ogur Türkleri tarafından kurulan en uzun ömürlü siyasi yapı Asparuh (679-702) tarafından temeli atılan Tuna Bulgar Devletidir. Bizans ile Avarlar gibi dönemin iki büyük siyasi gücünün arasında Dobruca’nın güney kesiminde kurulmuş olması önemlidir. Zira bu devletlere karşı tutunabilmek, siyasi askeri yönden bunlarla mücadeleyi göze alabilmek devrin şartları düşünüldüğünde oldukça zordur. Bizans ile siyasi münasebetlerin yanı sıra, Tervel (702-718) hakanın desteğini alan Justinianus II’nin tahta çıkmasında da etkili olmuşlardır. IX. yüzyıla gelindiğinde Doğu Avrupa sahasında dağınık bir siyasi düzen içerisinde varlığını sürdüren Avarlar, Büyük Karl idaresindeki Frank orduna karşı ağır bir mağlubiyet alarak tarih sahnesinden silinmiştir. Bu dağılmanın ardından Hun, Avar, Ogur ve diğer Türk boylarının bakiyeleri Tuna Bulgar Devleti himayesine girmişlerdir. Bu dönemde devletin başına siyasi ve askeri dehaya sahip ve karizmatik kişiliği olan Krum Han (803-814) tahta çıkmıştır. Kudretli bir hükümdardan çekinen Bizans imparatoru Nikephoros I, başkent Pereyaslav (Preslav, Şumnu’nun kuzey batısı, Çatalar köyü yanı)’ı kuşatarak talan etmiştir. Fakat Krum Han ile giriştiği savaşı kaybeden Nikephoros I’in ordusu ağır bir hezimete uğramış hem de canını bu muharebede yitirmiştir.
Krum Han Balkanlar ve Trakya üzerinden geçen ticari yolların kontrolünü 809’da Sardica (Sofya), Niş ve Belgrad havalisini işgal ederek sağlamış ve büyük maddi kazanımlar elde etmiştir. Daha sonra 813 yılında da Filibe ve Edirne’yi kuşatarak, İstanbul’u almaya ant içmiştir. Ancak çarpışmalar devam ederken Krum Han, tıpkı Attila gibi, ağzından ve burnundan kan gelmek suretiyle hayatını kaybetmiştir (814). Bu talihsiz olay üzerine oğlu Omurtag Han (814-831) idareyi ele alarak, Bizans ile derhal bir ticaret anlaşması imzalamak zorunda kalmıştır. Kurum Han vefat ettiğinde sınırları kuzey Karpatlardan Rodoplara ve Tisza Nehrinden Dinyester’e uzanan güçlü bir Bulgar Devleti bırakmıştır. Tuna Bulgar Devleti Omurtag Han zamanında, Bizans’tan elde ettiği ticari ayrıcalıklar, kurulan tuz işletmeleri ve geçiş güzergâhlarından alınan vergiler sayesinde en parlak ve refah seviyesine ulaşmıştır. Buna paralel olarak Krum Han’ın Atlı kabartmasının yer aldığı Madara Kitabesi dönemin ihtişamını bize yansıtmaktadır. Omurtag Han döneminde kesif Hıristiyanlık propagandası etkisini göstermiş, başlayan Slavlaşma süreci Malamır (831-836), Presiyan (836-852) ve Boris Han (852-889)’ın hükümdarlıklarında da devam etmiştir. Neticede Boris Han’ın Ortodoksluğu 864 yılında resmen kabul etmesiyle maalesef Bulgar Türklerinin Hıristiyanlaştırılması tamamlanmıştır.
Sonuç
⦁ Orta Asya’dan Doğu Avrupa ve Balkanlara doğal afetler, ekonomik, siyasi ve askeri sebeplerden dolayı göç eden kavimler Hunlar, Ogur boyları, Sabirler, Avarlar ve Bulgarlardır.(IV-VII. yy)
⦁ Türk topluluklarının göç ile başlayan, büyük fetih hareketlerinin akabinde de yurt yapılan bölgelerdeki tutum ve davranışlarını istilacı, zulme dayalı bir politika veya yağma hareketi olarak anmak veya yorumlamak tarihi gerçeklerle bağdaşmamaktadır.
⦁ Türkler iktisadi hayat şartlarını oluşturan at, sığır ve koyunların ihtiyacı olan geniş, sulanabilen ve otu bol olan arazilerin alınmasında inat ettikleri önemli bir vakadır. Orta Asya’da yetişen ve hayvanların en çok tükettiği otların Doğu Avrupa-Balkanlar ve Anadolu’da bulunması, uygun hareket tarzı geliştirdiklerini göstermektedir.
⦁ Balkanlara yerleşen Türkler uzun ömürlü devletler kurmak suretiyle Doğu Avrupa, Balkanlar ve Trakya’yı yurt-vatan edinmişlerdir.
⦁ Doğudan batıya 5-6 bin kilometrelik bir alanın arkeolojik veriler sayesinde Türk yerleşim sahası olarak saptandığını söyleyebiliriz. Volga Nehrinden başlayarak Dinyeper, Dinyester, Karpat havzası, Tuna Havzası, Balkanlar ve kısmen Batı Avrupa’nın belirli bölgelerine kadar Türk kavimlerine ait kalıntılar bulunabilmektedir. Nitekim Hunlara ait Alp Dağlarına doğru açılan onlarca kazı alanı ve Viyana’nın güneyinde Hun yerleşim sahaları tespit edilmiştir.
⦁ Arkeolojik veriler incelendiğinde Türkistan’da ulaşılan buluntularla benzerlik gösterdiği hatta çoğu zaman aynı olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu durum farklı Türk boyları arasındaki birlikteliğin soyda olduğu gibi sanatta, kültürde, teşkilatlanmada ve diğer alanlarda da, farklı coğrafyalarda devlet kurmalarına rağmen, devam ettiğini ve canlılığını muhafaza ettiğini ispatlamaktadır.
⦁ IV-VIII. yüzyıllar arasındaki mezar grupları, bu mezarların içinden çıkan kemikler, eşyalar, takılar, askeri malzemeler Doğu Avrupa ve Balkanlardaki Türk kültür ve medeniyetinin şahitleri konumundadırlar.