Özer Güleç ile sözlü tarih görüşmesi

TAHTA BİR KALEDEN TAHTAKALE’YE

ÖZER GÜLEÇ
Folklor Araştırmacısı

1953 Keles-Belenviran Köyü’nde dünyaya geldim. İlkokulu, 1963-64 eğitim-öğretim yılında köyümde bitirdim. Devlet Parasız Yatılı Okulu Sınavı için Bursa’ya gidecektim. Hiç görmediğim şehrim için hayaller kuruyor, gideceğim günü sabırsızlıkla bekliyordum. Gün geldi, köyümden yaya olarak yola çıktık. Benimle beraber dört arkadaşım da sınavlar için yoldaydı. Babalarımız başımızda olmak üzere Keles’e geldik. Bekir Baydan Ağa’nın burunlu otobüsüne bindik. Sevinçten koltukta oturamıyordum. İlk kez Bursa’ya Bursa’yı görecektim. 3-4 saatlik bir yolculuktan sonra Bursa Ovası göründü. Yemyeşil, uçsuz bucaksız, düz bir derya… Bu kadar geniş bir yemyeşil düzlüğü hiç görmemiştim. Hayretler içinde otobüsün camına yapışmış gibiydim. Heyecandan ayağa kalkmış, kendi kendime mırıldanırken, babam kolumdan tutarak koltuğa oturttu. Bursa ve ovası hakkında bilgiler veriyordu. Yavaş yavaş Bursa evleri de kendilerini göstermeye başladı. Kireç Ocakları semtinden Bursa’ya giriş yaptık. Alacahırka ve Pınarbaşı’ndan aşağıya doğru indik. Satıcıların bağırdığı, at arabalarının ve motorlu araçların gelip geçtiği, lokanta-aşevi, kahvelerin sıra sıra dizilmiş olduğu kalabalık bir yere geldik. Yolculuğumuzun sona erdiğini, Bekir Ağa’nın “Geçmiş olsun! Tahtakale’ye geldik.” bağırışıyla anladım. Babamla beraber otobüsten inerken çevreme bakıyor; gözlerim, hayalimde canlandırdığım tahtadan bir kaleyi arıyordu. Yolculuğum boyunca bu kaleyi görmek için de ayrıca heyecanlanıyordum. Babama, kaleyi sorduğumda gülerek; “Oğlum, böyle bir kale yok. Bu mahallenin adı Tahtakale’dir.” deyince, boşa hayal kurduğumu anladım. Otobüsümüzün durduğu yer, Marmara Kahvesi’nin bitişiğiymiş. Aynı zamanda üst katı da otel olarak kullanılıyormuş. Karşımızda, dört duvarla çevrili olan yere, kimi insanlar sebze, meyve götürüyorlar; kimileri de filelerini doldurmuş olarak çıkıyorlardı. Merak edip sorduğumda; burasının Tahtakale Hali olduğunu söyledi babam. Hem yürüyor, hem de babamdan bilgi alıyordum. Beni bir kahveye soktu. Burada biraz dinlenecektik. Boş bir masaya oturduk. Herkes birbiriyle selamlaşıyor, hal hatır soruyordu. Demek ki, bu insanlar daha önceden tanışıyorlar diye düşünürken, masamıza babam yaşında, iyi giyimli, yakışıklı bir bey geldi. “Hoş geldin Hüseyin Ağa” diyerek tokalaştı ve masamıza oturdu. Hoş beşten sonra beni sordu babama. “İmtihan için oğlanı getirdim Arif” diye cevapladı. Bunun üzerine bana dönerek; “Evladım aferin sana! Oku adam ol. Yöremizin kurtuluşu sizlersiniz.” diyerek tavsiyelerde bulunuyordu. Kahveciyi yanına çağırıp kulağına bir şeyler söyledi ve izin isteyip masamızdan kalktı. Kim olduğunu sorduğumda, Kelesli Arif Akbey olduğunu, uzun yıllardan beri Tahtakale’de Marmara Kahvesi ve Oteli’ni işlettiğini söyledi babam. Bu arada masamıza su dolu iki şişe geldi. Susamış olacağım ki, şişeyi kaptığım gibi içmeye başladım. Ancak, içmemle çıkarmama bir oldu. Köyümde içtiğimiz suya benzemiyordu tadı. Babama sorduğumda “gazoz” olduğunu öğrendim. Benim bu halimi gören babam, hem gazozu, hem de Tahtakale semtini anlatmaya başladı. Anlattıklarına göre; dağ yöresinden gelen insanların önce Tahtakale’ye sebze, meyve ve tahıllarını satmaya geldiklerini; bu yüzden yöre insanının birbirini tanıdığını ve buradaki esnafın birçoğunun da dağdan olduğunu öğrendim. Ayrıca babam; hayvanlarıyla gelenlerin, mallarını sattıktan sonra geri döndüklerini; dönemeyenlerinse Aralık Han, Çağlayan Han (Pekmez Hanı), Rasim’in Hanı, Yoğurt Han gibi yerlerde hayvanlarıyla beraber konakladığını da anlattı. Ancak, Tahtakale’de konaklanacak otelleri de anlatmaktan geri kalmadı. Marmara Kahvesi’nin hemen karşısında Bahar Oteli ve Çağlayan Oteli, İnebey Hamamı’nın yanındaki Güney Oteli ve Ankara Oteli, Atatürk Caddesi’nden Tahtakale’ye girişin sağında Asya Oteli ve arka kısmında Sabah Oteli, Musa’nın Fırını’ndan Pınarbaşı’na doğru çıkışın solundaki Yağcının Oteli, Musa’nın Fırını’nın arka kısmında bulunan Orhaneli Oteli’nin kalınacak otellerin başlıcaları olduğunu söyledi.

Uzunca bir yolculuktan sonra acıkmıştım. Kahveden çıkıp, Musa’nın Fırını’na doğru yürümeye başladık. Sağlı sollu lokantalar ve aşevleri vardı. Tabelasında Aşçı Ahmet yazılı aşevine girdik. Orhaneli-Göynükbelen Köyü’nden olan Ahmet Ağa babamı tanıdı. “Buyur, hoş geldin Hüseyin Ağa” diyerek, masaya oturttu. Bir güzel karnımızı doyurduk. Daha sonra çaylar geldi. Bir taraftan çaylarımızı içiyor; bir taraftan da babam, dağ yöresinden olan esnafın Tahtakale’deki işyerlerini anlatıyordu. Keles-Belenören Köyü’ndan bakkal Ahmet Çaral; han sahibi Rasim Ağa; kuru bakliyat, yumurta alıp satan Mehmet Haydarlıoğlu; muhasebeci Cemil Naci Yılmaz; Tahtakale Hali içinde barbunyacı Hüseyin Çakmak ve Keles-Kocakovacık köyünden manav Ali Osman-Kadir İmlan; Kemaliye Köyü’nden manav İbrahim Ağa saydığı isimlerden bazılarıydı. Ayrıca Soğukpınar’dan Aşçı Emin ve balcı Celal Bagım; Harmancıklı Karyağmaz Süthanesi’nin sahibi Ahmet Ağa ve camcı Necati Ağa; Keles-Deliller Köyü’nden manav Hacı Arif; Orhaneli’nden manav Ali Zengin; Orhaneli-Göynükbelen Köyü’nden Aşçı Ahmet; Orhaneli-Dağgüney Köyü’nden Yaşar Atalay ve manifaturacı Canip Ağa’da Tahtakale’deki dağlı esnaftandı. Orhaneli-Büyükorhan’dan bakkal İhsan Bey; Keles-Karaköy’den bakkal Hamdi Karadeniz; Keles-Delice Köyü’nden bakkal Mehmet Altın, Bursa-Elmaçukuru Köyü’nden Çağlayan Han sahibi İlyas Çağlayan; Bursa-Çongara (Yiğitali) Köyü’nden bakkal Halil Yıldız; Karaislah Köyü’nden aşevi sahibi Ömer Dayı; Gündüret (Çaybaşı) Köyü’nden Kömürcü Rüstem Dayı gibi esnafın da isimlerini saydı. Kim bilir, belki unuttukları da vardı?

Tahtakale’de ne kadar çok esnafımız var diye düşünürken; babamın, “Hadi gidelim oğlum” diye seslendiğini duydum. Kapıdan çıkarken; Tahtakale’nin neden bu kadar çok bilindiğini ve önemsendiğini şimdi daha iyi anlıyordum. Bursa’nın bu semti dağ yöresinde yaşayan insanların ekmek kapısı, pazarı, kısacası yaşam kaynağıymış demek ki… Bu duygularla taşlı kaldırımlardan yürürken; sırtında davulu ve cümbüşü olan, saçları dağınık, yırtık pırtık giysiler içinde gülücükler saçan bir bayan çıktı karşımıza. Çevredekiler gülerek laf atıyorlardı. O da hem gülüyor; hem de başını sağa sola sallıyordu. Ancak, davulunu çalmayı da ihmal etmiyordu. Esnaftan sigara, yiyecek ve para istiyordu. Kimse onu kırmıyor; istediğini veriyordu. Bize yaklaştığında kenara çekildik. “Bu kadına Deli Ayten derler oğlum. Sürekli davul çalarak dolaşır. İstediği yerine getirilmezse bağırır, çağırır, çevreye zarar verir. Bu yüzden herkes O’nu memnun etmek ister” diyerek, bilgiler veriyordu babam. Acıyarak bakıyordum arkasından. Davulun sesine satıcıların ve at arabalarının nal ve tekerlek sesleri de karışıyor; sanki bayram yerini andırıyordu. İnsan ve ses kalabalığı içinde Marmara Kahvesi’ne vardık. Köyden beraber geldiğimiz arkadaşlarım da oradaydılar. Selam verip oturduk. Biraz sonra çaylarımız geldi. Keyifle içerken, başımdan geçen “gazoz” olayını anlattım. Arkadaşlarım kahkahalarla güldü. Ancak, bir arkadaşımız da dondurma yerken aynı sıkıntıyı yaşamış. Ne yutabilmiş, ne de çıkarabilmiş.

Yaşadığımız bu olayları anlatırken, kapıdan iriyarı biri girdi içeri. Şapkasını yana eğmiş; sırtında çantası, elinde küçük tahtadan oturağı ile karşımızdaki boş yere doğru yürüdü. Önce yere oturağını, daha sonra da çantasını koyarak oturdu. Çantasının gözlerinden bez parçaları ve kutular çıkardı. Çantanın yanlarında asılı olan kıl fırçalarla beraber düzgünce yan tarafına koydu. Yavaş bir sesle “boyacııı!” diye bağırdı. Ne boyayacak diye merak etmeye başladım. Kahve içinden biri kalkıp, yanına vardı. Sandalyeyi çekip oturdu. Ayağını da çantanın üstünde ki demire koydu. Boyacı, fırçalarını sağlı sollu sürtüyordu. Demek ki bu kişi ayakkabı boyacısıydı. Biz köyde ayakkabılarımızı suyla temizlerken; şehirde bu işi ayakkabı boyacıları yapıyormuş. Bunu da öğrenmiş oldum. Artık akşam olmak üzereydi. Sabahleyin imtihana gireceğimiz için erken yatmamız gerekiyordu. İyi akşamlar dileklerimle arkadaşlarımdan ayrıldım. Babamla beraber dayımın Hisar içindeki evine gittik. Akşam yemeğinden sonra yattım. Sabahın ilk ışıklarıyla beraber uyandım. Biraz sonra kahvaltı için alt kata indik. Kalemimi, silgimi ve evraklarımı kontrol ettikten sonra evden çıkıp, sınav yerine doğru yürüdük. İki saat sınavda kaldık. Çıkışta babalarımızla buluşup, tekrar Tahtakale’ye geldik. Işığıgür yazıhanesinden dönüş biletlerimizi aldık. Hareket saatimize kadar Tahtakale çevresini gezdik. Köyümüzde olmayan han, hamam, otel, kasap, manav, dondurmacı, simitçi, yoğurtçu, börekçi, şurupçu, şekerci, ayakkabıcı, tamirci, halıcı, hamal, kokucu vb. gibi iş yapan insanları ve işyerlerini gördük. Bisikleti ilk kez gördüğümüzden adını da bilmiyorduk. Nasıl üzerine binilip, gidildiğini bir türlü çözemedik. Bu duygularla Bekir Ağa’nın otobüsüne doğru yürüdük. Kısa bir zaman sonra dönüş yolculuğumuz başlayacaktı. Otobüse girip, koltuklarımıza oturduk. Tüm yolcular yerlerini aldıktan sonra otobüsümüz Tahtakale’deki Marmara Kahvesi’nin yanından hareket ederken, son kez çevremize bakıyor; bir daha ne zaman geleceğimizi bilmeden el sallıyorduk. Köydeki arkadaşlarımıza anlatacak o kadar çok anımız ve gördüklerimiz vardı ki… Bunun heyecanını yaşarken, bir taraftan da babalarımızın alıverdiği simitleri yemekle meşguldük.

Tahtadan bir kale görebilme hayalleriyle geldiğim Tahtakale’den gerçek bilgiler ve yaşanmış güzel anılarla ayrılıyordum. Bu yüzden bizim için Bursa demek; Tahtakale demektir.

ARAMA YAP