1936 yılında Bulgaristan’da doğdum. 1938 yılında Bursa’ya geldik. Evimiz, Hocaalizade Mahallesi No: 12’deydi. Hocaalizade Mahallesi, Gökdere’nin doğusunda kalan mahalledir. Bu mahallede vaktiyle gayrimüslimler oturmuş. Gayrimüslimler, Gökdere Boğazı esen bir yer olduğu için orayı tercih etmişler. Bizim evimiz de bir Ermeni eviydi. Rumlar ve Ermeniler, Türklerden önce yerleşik düzene geçtikleri için şehirciliği daha önce öğrenmişler ve düzenli mahalleler kurmuşlardı. Rumların ve Ermenilerin yaptıkları çok güzel bahçeler vardı. Bahçelerde, beyaz taşlar diziliydi. Hatta bir manolya ağacı vardı. 1960 senesinden sonra kat mülkiyeti kanunu çıkınca, herkes evini müteahhitlere verdi. Bir tek ev kaldı. Atatürk İlkokulu’nun altındaki İsmail Bağcı’ya ait Ermeni evi! Bunun dışında Nasuh Paşa Hamamı’nın arka sokağındaki evler de o günkü güzelliğiyle durmakta!
Bizim evimizde tuvalet en alt katta; yatak odaları ise üst kattaydı. Evimizin banyosu yoktu. Daha sonra biz yapmıştık. Gayrimüslimlerde kaçgöç olmadığı için onlar kapı önünde, sokaklarda otururlarmış. Bu yüzden kapımızın önü malta taşıydı. Ama bizim kapımız hep kapalı dururdu. Daha sonra biz, o malta taşlarının üzerini çimento ile kapattık. Evimiz baştan sona ahşaptı. O tahtalar çok güzeldi. Hiç cilalanmadığı halde ilk günkü gibi korunmuştu.
Gayrimüslimlerin hepsi 1922 yılında gitmişlerdi.
Bizim sokakta dere kenarındaki evler, vapur gibi dereye kadar kat kat inerdi. Dere kenarı tarafında zenginler otururdu. Hatta Faik Yılmazipek de orada otururdu. Karşıda biraz daha fakirler vardı. Bir ev oda oda kiraya verilirdi. Zenginler ile fakirler arasında fark yoktu. Hepimiz aynı okula giderdik. Ben gittiğimde okulun adı 1.İlkokul’du. Cumhuriyetten önce Hocaalizade Okulu idi; sonra “Hoca” kelimesi yüzünden 1. İlkokul olarak değiştirildi. Mahallenin adı da “Kocaalizade” olmuştu.
Biz Bulgaristan’dan geldiğimizde babam İsmail Kızanlıklı tornacıydı. O zamanlar Bursa’da tornacılığın ne olduğu pek bilinmezdi; sadece 3-4 tornacı vardı. Okulda, öğretmen babamın mesleğini sorardı; tornacı deyince ne olduğunu anlamazdı.
Eskiden sadece komşularımızı tanımakla kalmaz; komşularımızın kedilerini, köpeklerini, tavuklarını bile bilirdik. Hatta “Fatma Hanımların tavuğu Zehra Hanımlara yumurtladı” derdik. Üst taraftaki komşularımız zannediyorum ki Yunanistan’dan gelmişlerdi ve fakir insanlardı. Faik Yılmazipek, Salim Ağa (Sütmanlar), Hüsnü Yazıcıların babası, Asiye Hanım ve Süreyya Hanım komşularımızdı.
Mahallemizde bakkal yoktu. Setbaşı Tıp Merkezi’nin olduğu bina tek apartmandı. Onun alt katında bir bakkal vardı. Başka apartman olmadığı için bakkalın ismi Apartman Altı’ydı. Eskiden caddede bakkal, terzi, berber vardı. Fakat kiralar yükselince evvela bakkallar; sonra da berberler ve terziler kayboldu. Yerlerine konfeksiyon ve bankalar geldi.
Dere kenarı, göl kenarı ve deniz kenarlarına ev yapılmazdı. Nedeni de halkın buralardan faydalanabilmeleriydi. Piccinato dere kenarlarını yeşil saha yapmıştı. Temenyeri’nden aşağıya kadar derenin iki tarafı da yeşillikti. Ama maalesef o plan uygulanamadı. Şimdi dere yalnız köprüden görünüyor.
Bizim tam karşımızda Mehmet Bulut oturuyordu. Turgut Bulut’un babası… Mehmet Amca’nın taksi yazıhanesi vardı. Biz bayramlarda ilk önce onlara gider, Mehmet Amca’nın elini öperdik. Hatta ilk bayramlaşma bayram namazının ardından camide başlardı. Sonra evde bayramlaşır, ardından da komşulara giderdik. Birde haber verip gitmek diye bir şey yoktu. Randevusuz gidilirdi, çat kapı! Televizyon da olmadığı için vakit geçirmek amacıyla komşulara çok gidip gelinirdi. Mısır patlatılır; kestane ikram edilir; tombala oynanırdı.
Evlerimizde elektrik vardı. Su da vardı; ama saat takılı değildi. Su soğusun diye herkes açık bırakırdı. Her mahallenin suyu farklıydı. Aşağılara doğru inildikçe su kötüleşirdi.
Ben 1942-44 yıllarında sünnet olmuştum. Eve o zaman radyo almışlardı. Radyonun bir toprak hattı, bir de damda anteni vardı. Ama yinede radyo parazitli çalardı. Ankara radyosunu dinleyemiyorduk. Bir de kollu gramofonumuz vardı. Babam Bulgaristan’dan geldiği için gurbetlik çekiyordu. Efkârlandığı zaman bana “hadi çal bakalım bir plak” derdi. Bir de her seferinde iğnesini değiştirmek gerekiyordu. Ben iğnesini değiştiririm, sonra kolunu çevir Allah çevir!
1957 yılında Gaziantep’te askerlik yaptım. Orada da hep Arap radyoları dinleniyordu. O tarihte oraya Bursa’dan direk telefon yoktu. Santrale arayacağımız telefonu yazdırır; 2-3 saat beklerdik. Ancak Gaziantep’ten Bursa’ya o telefon da yoktu. Biz annemlerle mektupla haberleşirdik. 1952’lerde mahallede iki kişide buzdolabı vardı. Eski mutfaklar o düzene göre yapılmadığı için buzdolapları misafir odasına konurdu. Gösteriş için derlerdi; ama aslında ilgisi yoktu. Babam, akşamları bir kadeh rakı içerdi. Ben buzdolabı olan komşumuza buz almaya giderdim. Türkiye’de ne olduysa 1960’tan sonra olmaya başladı.
Bizim sokakta bir tane otomobil vardı. Şu an İsmail Bağcı’ya ait olan evde Halise halam oturuyordu. Yenişehir’de çiftlikleri vardı. Eşinin adı Reşat Bey’di. Onların bir arabası vardı. Bir de yine Yenişehir’de çiftliği olan Sami Zara’nın otomobili bulunmaktaydı.
Ben evlenince evde kızkardeşim, annem ve anneannem kaldı. O yüzden İpekçilik Caddesi’nde ev tuttuk. Ondan sonra Altıparmak’ta oturduk. Hocaalizade’deki eski evimizi müteahhide verince yeni yapılan apartmana taşındık. Uzun yıllar o evde oturduk.
Sibel Gök tarafından 13.08.2010 tarihinde yapılan görüşme.