1919 Bulgaristan doğumluyum. Bulgaristan’da Tuna kenarında oturuyorduk. Tuna bize 500 m mesafedeydi. İlk önce, babamın abisi ve ablası Türkiye’ye göç ettiler. Bulgarlar 14 yaşına kadar çıkabilirseniz pasaport veriyorlardı. Eğer 14 yaşına girdiyseniz pasaport alabilmeniz için askerliğinizi yapmanız gerekiyordu. Ben 14 yaşımı doldurmuştum ve mecburen bekledik. Askerliğimi orada yaptıktan sonra 1942 yılında Bursa’ya göç ettik ve ilk olarak Kayhan Mahallesi’ne yerleştik. İlkokulu Bulgaristan’da Türk okulunda okudum. Yeterli öğrenci olursa rüştiye adıyla ortaokul da açıyorlardı ancak benim dönemimde Türk ortaokulu açılmadı ve mecburen Bulgar ortaokuluna gittim. Lise son sınıftayken Türkiye’ye gelmeye teşebbüs ettik. Çünkü babamın abisi ve ablası buradaydı ve onun Türkiye’ye gelmesi için tek engel benim askerliğimdi. Fakat birileri bizi ihbar etmiş; sözde bizim imam benimle gizli evrak gönderiyormuş. Peşimize düştüler ve bizi yakaladılar. Dolayısıyla beni son sınıftayken okuldan attılar. O dönemde Türk okulunda öğretmen ihtiyacı vardı ve bende üç sene orada öğretmenlik yaptım.
Askerlik yaşım gelince askere gittim. Askerliğim çok kolay geçti. Ama kolaylık yetmiyor çünkü bir Türk olarak Bulgar askeri elbisesini üzerinde taşımak çok zor geliyor. Orada Türkleri pek silahaltına almıyorlardı. Kısa hizmette taş kırma gibi görevler veriyorlardı. Ben sekiz ay nasıl olsa geçer diye düşünürken beni silahlı asker olarak göreve aldılar. Tabii askerliğimde bir sene daha uzadı, bu da Bulgaristan’da bir sene daha kalacağımız anlamına geliyordu. Ne yapalım kadere razı geldik. Ben lisede iken bizim müzik hocamız bir hanımdı ve bandodan anlamadığı için okul idaresi bir askeri bandoyla sözleşme yaptı ve o bandonun yüzbaşısı bize bir sene ders verdi. Ancak sonrasında da ne zaman karşılaşsak mutlaka şapkamı çıkarırdım ve kendisiyle konuşurduk. Ben askerde kaderime razı gelmişken o yüzbaşıyı gördüm ve hemen yanına gidip: “ne olur beni bandoya aldırın” dedim. “Benim öyle bir yetkim yok ama bir torpil bulur da burada kalırsan elimden geleni yaparım” dedi. Ama torpil falan nerede, hiçbir şey yok. İşte orada kader yüzümüze güldü, o alaya görevlendirildim. Tekrar o yüzbaşıyı buldum konuştum ve bana “tamam ben seni alırım” dedi. Ancak bir zaman geçti beni çağıran yok. Endişelenmeye başlamışken bir gün benim karargâha gitmemi istediler. Açıkçası korkmuştum! Karargâh, Bulgar asker ordusunun karargâhı, ben ise Türküm, niçin beni çağırıyorlar? Gittim oraya selam verdim. “Sen şimdi bütün teçhizatını teslim edeceksin ve üzerindeki elbiselerle bando birliğine gideceksin” dediler. Ben uçuyorum tabii. Alman bir yazarın unutamadığım bir sözü vardır: “Müzik sesi duyduğun eve korkmadan gir, orada kötü niyetli insanlar yoktur.” Hakikaten o adamın bu davranışı bana bunu daha iyi anlatmış oldu. Neticede biz başladık çalışmaya ama adamcağız bir gün beni odasına çağırdı: “Elimde çok güzel bir keman var, istersen onu sana vereyim; hem sana derste veririm” dedi. Ben hemen kemanı aldım tabii. Cumartesi ve pazar günleri saat birden ikiye kadar evine gidip kendisinden ders alıyordum. Yaşlıca bir adamdı. Derken askerlik böylece bitti. Keman hala duruyor. Çocuklarımın öğrenmesini istedim fakat müzik değil tahsillerini bile zor yaptırdım.
Askerden döndükten bir hafta sonra evimizi satıp Türkiye’ye geldik. Akrabalarımızın hemen hemen hepsi Bursa’daydı. Türkiye’ye dönerken tahsilimi tamamlamanın hayallerini kuruyordum ancak İkinci Dünya Savaşı devam ediyordu ve babama yardımcı olmam gerekiyordu. Rahmetli babam arıcılık yapardı. Bilhassa Uludağ’da o zamanlar çok bal oluyordu. Ve dolayısıyla bende yaz günleri onun yanına çıkıyordum. Gençliğimiz de bu kadar büyük değildi Bursa. İşten sonra Ulucami’den Setbaşı’na kadar tur atardık. Ancak savaş yılları çok zordu. Benim de para kazanmam gerekiyordu. Kayhan Mahallesi’nde bizden daha evvel Bulgaristan’dan gelmiş bir arkadaşım vardı ve Merinos’ta çalışıyordu. Bir gün onu görmeye gittim ve iş aradığımı, babama yardımcı olmak istediğimi söyledim. Bana: “Sen eskiden futbol oynardın hala oynuyor musun” diye sordu. Dedim: “Şimdi topun sırası değil, bana iş lazım, ekmek lazım.” “Hayır, burada top oynayanları işe alıyorlar,” dedi. “O zaman top değil, çiftetelli bile oynarım” dedim. Neticede, arkadaşımın yol göstermesiyle Merinos’ta çalışmaya başladım. Merinos’ta durumum çok iyiydi. Muhasebede çalıştığım için rakamlar her yerde aynıydı. Lisanımın eksikliğini de hissetmiyordum. Orada iyi de bir intiba bırakmıştım. Sonra, gazetede Devlet Demir Yolları memur alacak diye haber okuduk. Devlet memuru olmak da bir özentiydi. Gençlik işte. Ve Merinos’tan ayrılıp demir yollarına girdim. 1972 senesine kadar demir yollarında çalıştım. Burada işimiz rahattı. Güzergâh çok güzeldi. Fakat Anadolu’da bir hayli yorulduk. Çünkü orada demir yolculuğu çok zor. Ama yüzümün akıyla bir emeklilik aldım. Emeklilik öncesinde Umurbey Mahallesi’nde bir ev yapmıştık. Rahmetli eniştem, ben Anadolu’da iken Umurbey Mahallesi’nde satılık arsalar var diye mektup yazmıştı. Biraz da ısrar edince Aygören Sokak’ta bir arsa alıp ev yaptırdım ve 1972 senesinde taşındım. Biz bu arsayı aldığımızda buralar hep boştu. Birkaç tane eski fabrika, boyahane vardı. Eşimin annesi ve babası Merinos evlerinde oturuyorlardı ve bana: “Neden dağ başından arsa alıyorsun. Söyleseydin biz sana buralardan bir arsa alırdık,” diye kızmışlardı. Ancak bizi ziyarete geldiklerinde evimizin bulunduğu yeri görünce çok beğendiler. Gerçekten de havası çok güzeldi. Gerçi şimdi yaşlandıkça biraz zor oluyor ama artık vasıtalar çoğaldı, eskisi gibi değil.
Mahallemiz çok güzeldi hatta bir de mahalle muhtarı vardı; Erdoğan Akarsu. Çok muhterem bir insandı. Kendisiyle bir dernek kurmayı planlıyorduk. Ama ne yazık ki çok genç yaşta hayatını kaybetti. Erdoğan Akarsu ismini hiç unutamıyorum. Şimdi yine onun akrabası muhtar.
Sibel Gök tarafından 01 Nisan 2013 tarihinde görüşülmüştür.