1940 Bursa doğumluyum. Annem Fatma Bursa doğumluydu. Annem tekstil işçisiydi ve 45 yıl çalıştıktan sonra emekli oldu. Babam Selahattin kaç yaşında olduğunu bilemeyeceğim ama henüz evlenmeden önce babaannem ve iki amcamla birlikte Selanik’ten Bursa Umurbey semtine yerleşmişler. Annem Umurbey’e gelin gitmiş ancak ben beş yaşındayken boşanmışlar ve annem Karıncadere’deki baba evine geri gelmiş. Ben de Karıncadere’de büyüdüm. Biz şehir hayatıyla köy hayatını birlikte yaşadık. 1973 yılında da Piremir Mahallesi’ndeki şu anda oturduğum eve taşındım. O yıllarda buralarda zaten hiç ev yoktu. Teleferik Caddesi üzerinde birkaç ev vardı. Buralar hep boştu; ekilen, biçilen yerlerdi, harman yeriydi. Nüfus az olduğu için herkes birbirini tanırdı. Teleferik semtine yerleşim teleferiğin inşa edilmesiyle başladı. Daha çok doğudan Bursa’ya göç edenlerin yerleştiği bir semttir. Teleferik fırınından ilerisi kestane korusudur. Fırının karşı tarafında Fransız Mezarlığı vardır. Şimdi mezarlığın az bir kısmı kalmış. Mezarların üstlerine büyük uzun mermerler konmuş. Oralara ev yapan insanlar mezarlıkta ne mermer bıraktılar ne de başka bir şey. Eskiden mezarlığın korucusu Alihan Amca vardı. Onun mezarlığa baktığı zamanlarda mezarlığa hiçbir zarar gelmedi. Çünkü o işin resmi görevlisi olduğu onlar ölene kadar çok sağlamdı. Mezarlığın etrafı duvarlarla çevriliydi. Alihan Amca’nın maaşını Fransızlar veriyordu.
İlkokula Namık Kemal İlkokulu’nda başladım. Namazgah İlkokulu eskiden medreseymiş ve Yunan işgali sırasında yıkılmış. Bizim zamanımızda tekrar eğitime açıldı ve üçüncü sınıfta Namazgah İlkokulu’na geçtim. Namazgah İlkokulu’nun ilk mezunları bizlerdik. Sonrasında da Ticaret Lisesi’ni bitirdim. Benim doğduğum yıllar İkinci Dünya Savaşı’nın en hızlı zamanlarıydı. Doktor yok, ilaç yok, baba yok. Babam ikinci defa askere alınmış; Trakya mevzilerindeydi. Bakımsızlıktan çocuk felci oldum. Sonrasında da sık sık tedavi için İstanbul’a gitmem gerekti. Hastane şartları bu günkü gibi değildi. Tam iki sene İstanbul’da tedavi için sıra bekledim. Ancak bastonla yürümeye başlayınca okula gidebildim. Tedavi sırası geldiğinde üçüncü sınıftaydım. Okula ara verip İstanbul’a gittim. 1,5 sene ameliyat ve tedavim sürdü ve bu süreçte İstanbul’da kaldım. Döndükten sonra da 6 ay evde alçılı tedavim devam etti. Velhasıl 21 yaşında ancak Ticaret Lisesi’ni bitirebildim. Ondan sonra da çalışma hayatına başladım. Öncelikle bir büroda serbest muhasebeci olarak çalıştım. Daha sonra imtihana girdim ve Çekirge yolundaki Orman Baş Müdürlüğü’nde çalışmaya başladım. Oradan Kemalpaşa’ya tayin oldum, Kemalpaşa’dan da terfi ve kadro alarak Keles’e muhasebe müdürü olarak gittim. 7-8 senelik memuriyetten sonra tekrar özel sektöre geçtim ve 30-35 sene çalıştıktan sonra da emekli oldum.
Her zaman söylediğim bir şey vardır. Cenabı Allah bir alırsa, bin veriyor. Benim fiilen çalışırken kazandığım para benimle aynı okuldan mezunların kazandığının 4-5 katıydı. Ama alnımın terini silerek. Futbol oynayamadım ama Kartalspor’un kurucularındanım. Kartalspor 1958 yılında evvela Karıncadere’de kuruldu. Sonra birkaç yer değiştirdi ve şu anda Işıklar otobüs durağının bulunduğu yerdeki meydanda.
1961 senesine kadar Işıklar İtfaiyesi yoktu. Orası tepelik bir yerdi ve Aşıklar Tepesi olarak anılırdı. Etrafı da çayırlık gibi hayvan otlatılan yerlerdi. 1961 senesinde o tepe tamamen boşaltıldı. O muhite ismini veren Karıncadere yol seviyesinde dolduruldu ve birkaç sene sonra da itfaiye inşa edildi.
Her Cuma Piremir Camisi ve türbesine insanlar gider, hem dua ederler, hem de piknik yaparlardı. Işıklar Askeri Lisesi’nin oradan Piremir Camisi’ne giden yol o yıllarda kestanelikti. Hatta şimdiki Musababa Camisi’nin olduğu yer yarım bir yapıydı. Minaresi de yıkıktı. Orası halk arasında Yıkık Minare olarak anılıyordu. İnsanlar yıkık minarenin üzerine çıkıp aşağıya bez parçaları atarlar, bez parçasının aşağıya inişine göre yorum yaparlardı.
Hıdrellezden bir hafta sonra ya da bir hafta önce –tam hatırlayamıyorum- Değirmenlikızık’a gidilirdi. Sabah namazından sonra genellikle at arabalarıyla Musababa Camisi’nin oradan at arabasının gideceği gibi Değirmenlikızık’a kadar taş yoldan gidilirdi. Yol düzgün taşlardan yapılmış bir yoldu. İnsanlar Kızık Dede gününde oraya akın akın giderlerdi.
Evlerin çoğunun kendi yiyeceğini yetiştirecek kadar bahçesi vardı. Hayvan olmayan ev çok azdı. Mesela bizim durumu sığır beslemeye müsait değildi. Biz de cins keçi beslerdik. Kendi sütümüzü, peynirimizi, tereyağımızı kendimiz yapardık. Çoban Mustafa Amca keçileri Emirsultan’dan, Namazgah’tan, Karıncaderesi’nden, Yenimahalle’den toplamaya başlar; 1000 civarında keçiyi Uludağ’ın eteklerine yayılmaya çıkarırdı. Keçiler alışmışlardı; biz mesela keçileri evden çıkarır, Işıklar Askeri Lisesi’nin nizamiye kapısında keçiler toplanır, akşamda oradan tekrar keçiler evlerine dağılırdı. Biz gerçekten köy ve şehir hayatını aynı anda yaşadık.
Teleferik yapıldıktan sonra yollar paket taş oldu; sonra da asfalt döküldü. Teleferik’in mühendisi İsviçreliymiş. Biz nedense kendisine Alman Amca diye hitap ederdik. Alman Amca bizim mahallede oturdu. Çok enteresan bir beydi. Kirada oturduğu evi Avrupa standartlarında bir eve dönüştürmüştü. Bir Ford taksisi vardı. O yıllarda da arabalar çok azdı. Şu anki Setbaşı Fırını’nın bulunduğu yerden yukarıya Yenimahalle’ye veyahut bizim mahalleye insanlar çok zor yürürlerdi. O yıllarda mahallelerde pazar yoktu. İnsanlar Tuzpazarı’ndan alışverişini yapardı. Alman Amca onların bayırı tırmanırken zorlandığını görür hemen arabasının bagajına eşyalarını koyar, evlerini tarif ettirir, onları evlerine kadar götürürdü. Mahallede biri gece hastalandığında ambulans çağırmak çok mümkün değildi. Zaten telefon yoktu. Gece kaç olursa olsun hemen gider onun kapısını çalardık. Herkese yardımcı olurdu. Alman Amca ile şöyle bir anım var. Onu da anlatmak istiyorum. Alman Amca’nın oturduğu evin ev sahibinin annesi Fethiye Hanım Teyze yaşlıca bir hanımdı. Bayramda Fethiye Hanım Teyze ile bayramlaşmaya gittiğimizde Alman Amca da oradaydı. Fethiye Hanım Teyze’nin elini öptüm, Alman Amca ile tokalaşarak bayramlaşmak istedim. “Yok hayır, bu Ramazan Bayramı dini bayram” dedi ve iki eliyle elimi tutarak “Allahümme salli ala seyyidina Muhammed” deyince ben şaşırdım. Sonradan meydana çıktı ki İsviçre’deki ailesine vasiyet bırakmış ve vasiyetinde “nerede ölürsem öleyim beni Emirsultan’a gömün” diye belirtmiş. Kendisi zaten burada öldüğü için vasiyetine de uyularak Emirsultan’a gömüldü.
Eski günlerin çok zorlukları da vardı, güzellikleri de vardı. Karıncaderesi’ndeki bahçemiz bir dönüm kadardı. Bursa’da yetişebilecek her türlü meyve ağacı bahçemizde vardı. Karşımızdaki komşu ise sebze yetiştirirdi. Komşumuz bahçesinden topladığı sebzelerden bize gönderirdi; biz de ona bahçemizdeki meyvelerden verirdik. Evlerinde meyve ağacı olmayan komşulara sepetlerimizle meyve götürürdük. Mesela ninem yayık ayranı yapar, evinde hayvan bakmayan, sütü veya yoğurdu olmayan komşulara gönderirdi. Böylece mahalleli günlük ihtiyaçlarını birbirinden karşılamış olurdu. Büyük ihtiyaçlar için de çarşı bölgesine gidilirdi.
Mahallemizde bağ bahçe ile uğraşan insanlar vardı. Tek tük dokuma işiyle ilgilenenler vardı. Mahallemizde okuyan sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi.
Benim çocukluğumda gaz lambası ile çok uzun süre oturduk. Sanırım 1957-58 yıllarında Karıncadere’deki evimize elektrik aldık. Buzdolabı ile ise evlendikten sonra tanıştık. Eşim Mediha ile 1963 yılında evlendik ve 1973 yılına kadar Karıncadere’de oturduk. 1973 senesinde Piremir Mahallesi 2. Seyhan Sokak’taki evimize taşındık.
Namazgah’tan çıkıp Askeri Liseye dönerken köşedeki apartmanların olduğu yerde Tütüncü Adem vardı. Tütün tüccarıydı ve yanında işçiler çalışıyordu. Hanımı Remziye Abla hangi ırktan olduğunu bilmiyorum ama sonradan Müslüman olmuş. Gayrimüslim olarak bir tek onu tanıdık. Adı ‘Dönme Remziye’ diye geçerdi. Onun dışında mahallemizde gayrimüslim yoktu.
Sosyal yaşantı olarak en büyük eğlence eğer talebe veya çalışıyorsanız hafta içindeki harçlıklardan Cumartesi akşamı için yazsa yazlık sinema parası, kışsa kışlık sinema parası ayırıp sinemaya gitmekti. Ünlü Cadde’de Tan Sineması, Devlet Tiyatrosu’nun alt tarafındaki Eğitim Araçlarının bulunduğu yerde bir sinema vardı, yine Devlet Tiyatrosu’nun bulunduğu yerde Marmara Sineması, Tayyare Kültür Merkezi’nin olduğu yerde Tayyare Sineması ve onların dışında bazı semtlerde de yazlık sinemalar vardı. En büyük ama en büyük mutluluğumuz o sinemalara gitmekti. Mahalle arkadaşları olarak da kalabalıktık. 15-20 kişi patırtı gürültü hafta sonları sinemaya gidersek çok mutlu olurduk. En ucuz sinema 40 kuruş, en pahalı sinema da 75 kuruş olurdu. Biz 40 kuruşluk sinemaya gidebiliyorduk. O zamanlar mahallelerde sadelik vardı. Mahalle ve semte her şeyiyle sahiplenme vardı.
Konuştukça insanın aklına geliyor. İtfaiyenin olduğu yerde dedim ya tepeliği dereye kadar indirdiler diye. Tepenin üzerindeki küçük düzlüklerde iki tane gecekondu vardı. Tepe yıkılınca gecekondularda yıkıldı. Gecekondularda oturanlardan birinin durumu nispeten iyiydi ve kiralık bir yer bulup başka bir muhite taşındı. Ancak diğer gecekonduda oturan Veli Dayı ve hanımı yaşlı ve bir yere taşınacak imkanı olmayan kimselerdi. Bir de 27 Mayıs sonrası hak aramak hak getire. Zaten bunların gecekondularını yıkan da askeri dozerdi; sivilde değildi. Paldır küldür bizim evin arkasına kırık dökük üç beş eşyasını getirdiler ve gecekondu toprakla beraber kökünden gitti. Bu durum bizim mahallenin delikanlılarına dokundu. Dediğim gibi tahsilimi anlatırken bahsettim ya mahalledeki delikanlıların en yaşlısı bendim ve sağ olsunlar arkadaşlar beni dinlerlerdi. Dedik ki; “Veli Amca için ne yapabiliriz?”. Dere kenarında, kimse bir şey ekmediği için Hazineye ait olduğuna hükmettiğimiz yere Veli Amca için ev yapmaya karar verdik. Ancak hiçbirimizde para yok. Arkadaşlara herkes evden çaktırmadan fazla teneke, eski bir kapı, direk, çerçeve ne varsa getirin dedik. Herkes bir şeyler getirdi. Kalıp çakıp kerpiç döktük. Çocuklar dereden taş taşıdılar. Uludağ’dan güldür güldür sel geliyordu; taş ganimetti; bu günkü gibi dere kapalı değildi. Velhasıl biz oraya bir göz oda, bir tuvalet yapabildik. Çatısını üst üste tenekeleri çakarak oluşturduk. Derenin içinde kendinden yetişmiş çınar, söğüt ağaçlarını çaktırmadan söktük ve direk olarak kullandık. Neticede o insanları sokaktan kurtardık ve bir ev sahibi yaptık. Ölene kadar o evde oturdular. Bunu da mahalledeki insanların ne kadar iyilik bilmesine, hakkı teslim etmesine değinmek için anlatıyorum. Onlar öldükten sonra ev sahipsiz kalınca mahallenin ileri gelenleri gelip bize sordular. “Bu evi siz yaptınız. Veli Dayı ve hanımı öldü, bu evi ne yapacaksınız?”. Benim elli senelik arkadaşımın abisinin bir gözü kör, at arabası koşuyor, hayvanı zayıf, arabası kırık dökük, kira da ödeyemiyor; evi onlara verelim dedik. Veli Dayı’dan sonra evi o insanlara verdik. Ondan sonra yasal durumlar oldu ve hazineye ufak bir ödemeyle evin tapusunu da aldılar. Yıllar sonra Ali Dayı ve eşi öldü, şimdi bekar kızları halen o evde yaşıyor. Bahsettiğim ev şu anda Işıklar Askeri Lisesi’nin yanından yukarıya doğru yeni açılan yoldan 500 metre kadar yukarıda.
Işıklar Askeri Lisesi ile bizim sivil insanların ilişkisi çok farklıdır. Onları gördükçe insanın askerini sevmemesi mümkün değil. Her aklıma geldiğinde minnetle dua ediyorum. O yıllarda şimdiki gibi lüks yaşam yoktu. Işıklar Askeri Lisesi’nin komutanı Namazgah semtinde bir evde kirada oturuyordu. Her gün Karıncaderesi’nden yürüyerek okula gidip geliyordu. Koskoca askeri lisede bir tane öğretmen subayları getirip götüren otobüs ve bir tane gıda kamyoneti ile bir tane de komutanın makam cipi vardı. Onu da komutan özelde kullanmıyordu. Ben Namık Kemal’de yeni okula başlamıştım ve okula gidip gelirken komutan beni görmüş. Okula yetişmek içinde çok erken evden çıkardım. Bir sabah kapı çalındı ve kapıda bir asker hazırol vaziyette duruyordu. Rahmetlik ninem hayrola oğlum dedi. Anne komutanımızın emri var. Burada okula giden bir kardeşimiz varmış. Biz onu sabah subay servisiyle alacağız ve okulun kapısına kadar bırakacağız.” Komutan özellikle okulun giriş kapısına kadar bırakın diye emir vermiş. Namık Kemal İlkokulu aradaydı, yolun hemen başında asker kolumdan tutardı beni ve okulun girişine kadar götürürdü. Akşamüzeri de Setbaşı Fırını’nın önünden askeri liseye otobüs dönüyordu ve yine beni okuldan alırlardı. Allah razı olsun. Hastaneye gidinceye kadar üç sene beni okula getirip götürdüler. Yine askeri lisede Mümtaz diye bir talebe vardı. O bana abilik yapardı. Askeri lisede müsamereler olur, herkes gitmek için can atardı. Mümtaz Abi beni gelir evden alır götürürdü. Yine talebelerden bir abi vardı ama adını bir türlü öğrenemedim. Arkadaşları “Küllük” diye hitap ederlerdi bende o ismiyle kendisini tanıyordum. Yıllar sonra ben delikanlı oldum ama daha evlenmemiştim. Kaba çeşmenin orada baktım o, teğmen olmuş ve evlenmiş. “Ooo İbrahim nasılsın?” dedi sarıldı. Bende “merhaba Küllük abi” dedim. Karısı böyle tuhaf tuhaf suratıma bakmıştı. Tophane’de Askerlik Şubesi’nin fırını vardı ve Askeri Lise’ye oradan katır arabasıyla ekmek gelirdi. Biz o ekmeği çok severdik, bize değişik gelirdi. Katır arabası geçerken arkasından “asker abi, bir tayın, asker abi bir tayın” diye bağırırdık; asker abide dayanamaz bize bir ekmek atardı. Bunlar Askeri Lise ile güzel anılarımızdı. Ancak bizden büyük abilerin Askeri Lise ile başka bir meselesi vardı. Mahallenin kızlarının ilgisi Askeri Lise talebelerine fazlaydı. Hemen hepsinde bir subayla evlenme hayali vardı. Sivil halkta da eğer bir delikanlı Merinos’ta falan işçiyse başka soru sorulmaz kız hemen verilirdi. “Nerde çalışıyorsun?” “Merinos’ta”. “Tamam, kızı verdim gitti”. Ayyaş mı, sarhoş mu, kumarbaz mı hiç sorulmazdı. Askeri Liseliler anne ve babalar için daha da uygun damat adaylarıydı. Mahallenin delikanlıları da bu durumu hazmedemez ve bizim mahallenin kızına baktın, konuştun, sizin yüzünüzden bize kız kalmıyor diye Askeri Lise öğrencileri ile sürekli sürtüşmeleri olurdu. Bazen tatsız şeylerde yaşanıyordu.
Kışın hiçbir ev boş kalmazdı. Ya bir komşuya gidilir yada komşu gelirdi. Bugünkü gibi çerez alma imkanımız yoktu. Kestane çok boldu. Çarşılarda ipe dizilmiş kestaneler satılırdı. Ondan alır evde kaynatılırdı. Yine tane mısır satılırdı. O mısırdan alınır kış geceleri kaynatılır ve avuç avuç yenirdi. Bunlarla oyalanılırdı. Sohbetler, muhabbetler daha güzeldi. Gençlerin canı biraz sıkılırdı ama yapacak bir şey de yoktu.
Sibel Gök tarafından 22 Ekim 2014 tarihinde görüşülmüştür.