Makbule Akderin Özeren ile sözlü tarih görüşmesi

29 Ekim 1951 tarihinde Bursa’nın Hisar semtinde doğdum. 14 Eylül 1972 yılında Mollaarap Mahallesi Devrengeç Sokak’a gelin gittim. Eşimin ailesi Tatar’dı. Dedelerinin dedesi Bursa’ya Kırım’dan göç etmiş. Kayınvalidem Kırım Tatarı olduklarını söylerdi. Kayınpederim Şevket Özeren 1905 senesinde Mollaarap’ta doğmuş; çok hoş sohbetli bir insandı. Önce berberlik yapmış, sonra 1947’de Kayhan’da Güven Pideli Köfte’yi açmış ve 1969 senesine kadar da çalıştırmış. 1969 senesinde eşim Çetin Özeren işletmeyi devraldı. Eşimin 2000 senesindeki vefatından itibaren de oğlum işletmeyi yürütüyor.

Buzcu Hakkı Ağa’ lâkaplı Hakkı Özeren, 25 Aralık 1974

Eşimle görücü usulü ile evlendik. Az önce de bahsettiğim gibi eşimin Kayhan Çarşısı’nda kebapçı dükkânı vardı. Bitişiğinde de eşi vefat ettiği için annemin arkadaşının işlettiği bir dükkân bulunuyordu. Oraya uğradığım bir gün eşim beni görmüş ve annemin arkadaşına bu durumdan bahsetmiş. Bunun üzerine bana görücü geldiler ve 2 Nisan 1971’de nişanlandık. Nişanımız Tophane’de, bugünkü Tophane durağının arkasında bulunan Gazi ve Malûller Cemiyeti’nde yapıldı.

Hasan Paslıoğlu’nun sünnet cemiyetinde mahalle berberi Şevket Özeren (sağdan üçüncü), 3 Eylül 1967

Düğün pazartesi günü damat evine çeyizimin asılması ile başladı. Bizde âdet olmadığı için beni çeyiz asmaya götürmediler. Salı günü Hüsnü Güzel’de gelin hamamı düzenledik. Gelin hamamı da müzikli eğlenceydi. Hamamdan sonra misafirlere evde yemek verdik. Aynı gece Hisar’daki komşumuz Huriye Ablaların bahçesinde kına eğlencesi yaptık. O gece kendi diktiğim nişan tuvaletimi giydim. Çarşamba günü dinlendik. İstanbul’dan çok misafirlerimiz vardı. Perşembe günü salona gitmeden önce 5-6 araba ile gelin almaya geldiler. Eşim Çetin Özeren kapıda beklerken, babam Malik Akderin’in koluna girip kapıya kadar onunla gittim. Babam beni eşime teslim ederken “Bak kızım; on kişi bir kişiye uymaz, bir kişi on kişiye uyar. Kan kussan, kızılcık içtim diyeceksin. Buradan gelinlikle çıkıyorsun, kocanın evinden kefenle çıkarsın inşallah. İnanıyorum ki o aileye uyum sağlayacaksın. Sana güveniyorum” dedi ve beni Çetin’e teslim etti.

Makbule (Akderin) Özeren evlerinin terasında, Ocak 1982

Ordu Evi’nde hem nikâhımız kıyıldı, hem de düğünümüz oldu. 700-750 kişilik bir düğün düzenlendi. O zamanlar düğünlerde limonata-pasta servis ediliyordu. Orkestra müziği vardı. Gece evimize geldiğimiz zaman alt katta imam nikâhı kıyıldı ve sonra kendi evime çıktım. Kapıdan girerken “dualı, saygılı, dini bütün olsun” inancıyla beni Kur’an’ın altından geçirdiler. Bir de tatlı dilli olayım diye ağzıma bal sürdüler. Düğün ertesi paça günü yapıldı. Kuaföre gittim ve yine gelinliğimi giydim. Eşimin ve benim yakın akrabalarımız ile komşular geldiler. Paça günlerinde pasta, börek, çay, limonata gibi ikramlar yapılırdı. Teypten müzik çalındı, oyunlar oynandı. Biz kadınlar böyle eğlenirken arkadaşları da eşimi alıp damat gezmesine götürdüler.

Nilüfer Özeren evlerinin bahçesinde, Ocak 1982

Evimiz dağın eteklerinde iki katlı bir apartmanın ikinci katındaydı. Çevremizde tek tük evler vardı. Karşımız olduğu gibi tek katlı evdi. Eşimin ailesinin kendilerine özgü yemekleri vardı ama düğün gelenekleri Bursa’nın bildiğimiz geleneklerinden farklı değildi. Mingen böreği, alüşke çorbası, umaç çorbası, göbete böreği yaparlardı. Mahallemizde Kafkaslardan da, köylerden de, Balkanlardan da insanlar vardı. Yerliler de çoktu.

Geleneklerimizde akşam kayınvalide ve kayınpeder yatmadan yatılmaz, sabahları da onlar kalkmadan önce kalkılırdı. Yemek düzeni vardı ve mutlaka buna uyulurdu. Kadınlar en fazla 10-15 günde bir gündüz ev gezmesine giderdi. Pazartesi günleri çamaşır yıkama günümüzdü. Kayınvalidem bunu gelenek olarak sürdürürdü. Teneke leğenlerimiz vardı. Banyoda çamaşırları karşılıklı yıkardık. Evlendikten 3-4 sene sonra Çetin santrifüjlü çamaşır makinesi almıştı, çamaşırları orada yıkamaya başlamıştım. Çamaşır gününün ertesi günü temizlik yapardık. Perşembe veya Cuma günlerinden birinde ev gezmesine giderdik. Cumartesi günleri kayınvalidemin tabiriyle “münasebetsiz gün”dü. “Herkes evinde olur, o yüzden kimse rahatsız edilmez” derdi.

Oğuz Özeren ve Nilüfer Özeren evlerinin bahçesinde, Ocak 1982

Buzdolabı biz evlendikten sonra alınmıştı. Bir süre alt kattaki kayın biraderlerimle buzdolabını ortak kullanmıştık. 1974 yılında ilk siyah beyaz televizyonumuzu aldık. O zamanlar televizyonda haftada sadece bir gün; çarşamba günleri program vardı. Müzik ağırlıklı olan programların başlangıcında ve bitişinde televizyonda bayrak çekilir, İstiklâl Marşı okunurdu. Komşular bizde toplanırdı. Ben hizmet etmekten televizyon seyredemezdim.

Bizim telefonumuz yoktu; karşı komşumuzda vardı. Eşim çok faal bir insandı. Hem Güvenspor’da antrenörlük yapıyordu, hem partiliydi. Çevresi çok geniş olduğu için akşamları dışarıda işi olduğunda beni komşudan arıyordu. Emine Gündoğdu Ablamız mantoyu başına atar, “Makbule; Çetin telefonda, seni istiyor” diye, gelip kapıyı çalardı. Komşuya gidip konuşurdum Çetin’le.

O zamanlar araba yoktu. Sadece araba üzerine bir iş yapan karşı komşumuzun hususi arabası vardı. Tek-tük dolmuş çalışırdı. Emine Abla’nın eşi Adnan Abi dolmuşçuluk yapıyordu. Biz 1978 senesinde ilk arabamızı almıştık. O zamana kadar acil bir durumda Adnan Abi’ye söylerdik; o getirip götürürdü. Komşuluk ilişkileri çok güzeldi.

23 Haziran 1973 senesinde oğlum Oğuz doğdu. Kayınvalidemin ablası Zehra Söğütoğlu Beşikçiler’de oturuyordu ve mahalle ebesiydi. “Bursa’da bin kadar çocuğun doğumunu yaptırdım” derdi. En son 1977’de kızım Nilüfer’i de doğurttuktan sonra ebeliği bıraktı. Çok yaşlanmıştı. Mollaarap’ın da Ayten Ebe diye bir ebesi vardı ama gelenek olarak ailede bütün gelin ve kızların doğumunu Zehra Teyzemiz yaptırdığından, doğumun tarihi de şimdiki gibi tespit edilemediğinden, çocuklarımın doğumunda hamileliğimin dokuzuncu ayında eşim teyzesini alıp bize gelir ve ebe teyze doğuma kadar bizimle kalırdı. Ebe teyze doğumdan sonra çocuklarımın göbeğini keserken göbek adı verirdi. Sonra onları temizler, kundağa sarardı. İlk doğumumda heyecandan sabaha kadar uyuyamayıp Oğuz’un yüzünü seyretmiştim.

Doğumdan üç gün sonra Mollarap Vefikiye Camii’nin hocası, mahallemizin çok bilgili ve sevilen kişisi Yakup Özendim, akşam evimize gelip iki kulağına ezan okuyarak Oğuz’un ismini koymuştu. Sonra hocaya ikramımızı yapıp hediyesini vermiştik. Eskiden isim koymaya gelen hocalara havlu verilirdi ve imkânı olan bu havlunun içine para da koyardı.

Doğumdan sonra 37 gün sokağa çıkmadım. On gün kadar yattım. Yaklaşık yirmi gün evin işlerini kayınvalidem yaptı. Kırkı dolmadan gelin evden dışarı çıkmazdı. Bebeğin bezleri yıkandığı zaman asla ikindiden sonra bahçe veya balkonda ip askısında bırakılmazdı. Gece uğursuzluk olur, “uğrarlar” derlerdi.

Altı aylıkken Oğuz’un ilk tırnaklarını kestiğimde bana “oğlanın elini babasının cebine sok, ne kadar para kaparsa babasına bereket olur” dediler. Sonra o parayla bir şeyler alınıp mahalledeki çocuklar sevindirilirdi. Diş buğdayı yapmadık çünkü bu gelenek kalmamıştı.

Hıdırellez kutlamaları 5 Mayıs gecesi başlar, 6’sında biterdi. Karşı komşumuz Emine Abla köylüydü. Köyden hasır minderler, yastıklar toplar, eşinin arabasının eski lastiklerini alır, Devrengeç Caddesi’nin ortasına öbek olarak yerleştirir ve yakardı. Genç kızlar, delikanlılar, büyükler o ateşin üzerinden atlardık. Gece gül ağacının dibine, içinde bozuk paralar olan bir çanta konulurdu. Paraları bereket için çıkı gibi sarıp çantalarımıza ya da eşlerimizin kasalarına koyar, 1 sene boyunca saklardık. Ayrıca bir kabın içine su, yumurta ve yeşil dallar konurdu. Cildimizin güzel olması için sabah bu suyla yüzümüzü yıkardık. Çocuklar da yeşillenip büyüsünler, serpilsinler diye o yeşil dallar erken saatlerde üzerlerine sürülerek uyandırılırdı. Geceden suyun içine konulan yumurtalar renklensinler diye soğan kabuklarıyla birlikte kaynatılır, top gibi sağlıklı olmak için yenilirdi. Saçlarımızın uzun, gür ve sağlıklı olması için de kalın ip üzerine tarardık.

Bir de 5 Mayıs’ta yedi ya da kırk bir yerden karınca toprağı toplardık. O toprağın üzerine Felâk, Nâs, İhlas, Âyet’el-kürsî surelerini, bereket dualarını okurduk. O toprağı küçük küçük bölüp çıkın yapar, eşlerimizin iş yerlerine, evlere asardık. Karınca bereketli hayvan olduğu için, bereket olsun diye yapılırdı bu. Ekilmiş taze soğanın iki sapından birine siyah ip, birine beyaz ip bağlanırdı. Sabaha kadar beyaz ipin olduğu sap daha çok uzarsa o senenin mutlu, siyah ip daha çok uzarsa da mutsuz olunacağına inanılırdı. 5 Mayıs gecesi genç kızlar kâğıtlara maniler yazar, küpün içine koyardı. Sabahleyin komşular erkenden toplanır, biri küpün yanına oturur, küpün içini görmesin diye yüzünü kırmızı örtüyle örter, rastgele çektiği manileri okurdu. Herkes sırayla bu “mani benim olsun” der, manisini dinlerdi. Evimizin arkasında yemyeşil bir alan vardı ve buraya Harman Yeri denilirdi. Civarda köylüler çok vardı ve hayvanlarını orada otlatırlardı. Biz de Hıdırellez günü orada toplanır, piknik yapar, yemekler yer, ip atlayıp top oynar, eğlenceler yapardık.

Mahallede ölüm döşeğinde bir hasta olduğunda yakınları asla yalnız bırakılmaz, yardıma koşulur, ihtiyaçları karşılanırdı. Hasta öldüğü gün müezzin mahalle camisinden salâ okur, bazı yerlerde ölenin ismini de söyler, bilmeyen, duymayan varsa cenazeye katılmasını sağlardı. Eşim vefat ettiğinde İhsaniye’de oturduğumuz için oradaki camiden, işyeri Kayhan’da olduğu için Kayhan Camii’nden ve Mollaarap’ta doğup büyüyüp ömrünün çoğunluğunu geçirdiği için de o mahalleden, yani toplam 3 yerden salâ okunmuştu.

Eskiden cenazeler kazanlarda sular kaynatılıp evlerde yıkanırdı. Mahallelerde bulunan kadın cenaze yıkayıcılar kadınları, erkek cenaze yıkayıcılar da erkekleri yıkardı. Kayınvalidem üç ay kadar ağır hastaydı. Felç olmuş, hafızasını kaybetmişti. Ölümünden bir gün önce, öleceğini bilmeden onu yıkadık, giydirdik, her şeyiyle hazırladık ve o gece vefat etti. Cenazelerde gelen-giden çok olurdu. Yemekler getirilirdi. Cenaze evden çıktıktan sonra Tebareke ve Yasin okunur, helva karılırdı. Şimdiden sonra evin içinde acı olmasın, yiyenler de ölüye dua okusun diye helva yapılırdı. Bazen de lokma yapılırdı. Ölen kişinin bir çift ayakkabısı, oradan geçen fakir birisi alıp giysin diye kapının önüne konulurdu. Ölümün ardından yedi gece Tebareke, yedinci gece de Mevlit okunurdu. Kırkıncı ve elli ikinci gün duaları yapılırdı.

Sünnet düğünlerinin bir hafta öncesinde davetiye dağıtılırdı. Mollaarap’ta düğün davetiyesi dağıtan biri olurdu. Bunun için maddi durumu kötü olan dul bir kadın seçilirdi. Çünkü davetiyeyi alan evlerde davetiye dağıtıcılarına bahşiş verilirdi. Davetiyeyi dağıtacak olan kişinin genç ve sağlıklı olmasına da dikkat edilirdi. Çünkü davetiyeleri yürüye yürüye dağıtırdı. Misafirler yatak yapmaya, kına eğlencesine ve düğüne ayrı çağrılırdı. Çok yakınlar yatak yapma gününe sözlü olarak davet edilirdi. Davetiye dağıtan kişi tüm davetiyeleri dağıttıktan sonra düğün evine gelir, işini bitirdiğini söyler, düğün sahibinden de bahşişini ya da hediyesini alırdı.

Sünnet düğünleri perşembe günü yatak yapımıyla başlar, sünnet yatağı süslenirdi. Oğlumun sünnetinde, yatak yapma günü arka bahçede ocaklar yakılmış, bir çuval undan lokma, küçük bir çuval undan cevizli lokum yapılmış, çerezler alınmıştı. Uzakta oturan akrabalar evimize bir hafta öncesinden yatılı gelmişlerdi. Komşular ve akrabalar hem yatak süslemede, hem de yemek hazırlıklarında yardımcı oldular.

Yatak serildikten sonra eğlence yapılır, sofralar kurulur, yapılan lokma ve cevizli lokumların yanında reçel, peynir, zeytin ve çay ikram edilirdi. Çakır Hikmet diye bir komşumuz vardı. Mavi gözlü olduğundan öyle anılırdı. Cemiyetlerde anlattığı fıkralarla, hikâyelerle, hâl ve hareketleriyle çok eğlendirirdi insanları. Gündüz böyle sohbetle geçer, akşam da kına yapılırdı. Bizim kınamız evimizin terasında olmuştu. Teypten müzik çalmıştık. Kınalarda oğlan sünnet pijamalarını giyerdi. Cevizli lokumlar ve çerezler torbaların içinde ikram edilirdi. Kınayı genç bir kız ya da anne-babası hayatta olan biri yakardı. Sünnet kınası yakılırken düğün kınalarında olduğu gibi özel bir şarkı yoktu. Eli silah tutsun, ülkesine hayırlı erkek evlât olsun diye sünnet çocuğunun sağ el işaret ve başparmağına kına yakılır, avcuna da para konulurdu. Kına yakıldıktan sonra çok yakınlar çocuğa para takardı.

Cuma günü eş-dost ve gelen misafirlerle birlikte çok güzel, hoş sohbetli vakit geçirilirdi. Cumartesi günü yakınlardan biri sünnet çocuğunu alıp en yakın akraba ve komşulara el öpmeye götürerek sünnet gezmesi yapardı. O gün asalı, pelerinli, şapkalı sünnet kıyafetlerini giyerdi. Bu kıyafetler daha ziyade kırmızı, lacivert ya da kemik rengi olurdu.

O zamanlar cemiyetlere yemek yapan aşçılar vardı. Bu aşçılar kayın pederimin arkadaşları terzi Kâzım ve Selâhattin Abi’ydi. Cumartesi günü sabah erken saatlerden itibaren bahçede kazanlarda et yemekleri, bir çuval pirinçten pilav ve helva yapmaya başlamışlardı. Bütün misafirler ve komşular doyduğu gibi, Çocuk Esirgeme Kurumu’na da yemek göndermiştik. Misafirler de sabahtan gelmeye başlamışlardı. Sonra sünnet gezmesine çıkıldı. Belki 40’a yakın araba gelmişti sünnet konvoyuna. Arabalar peş peşe Emir Sultan’a gittiler, orada dua edip çocukları dolaştırdıktan sonra eve geldiler. Eskiden sünnetçiler evde sünnet yapardı. Sünnet sonrası misafirler oğlanı tebrik eder, hediyelerini bırakırlardı. Hediye olarak altın, para ya da oyuncak gelirdi. Yemek yapan aşçılara da düğün sahipleri havlular hediye ederdi.

Tebrikten sonra misafirler bahçeye kurduğumuz uzun sofralara oturup yemek yemişlerdi. Ertesi gün şehir dışından gelen misafirlerle son kez kahvaltı edip evlerine yolcu etmiştik.

Sünnetçi pansumana bir kez gelir, nasıl yapıldığını gösterirdi. Pansumanda penisilin tozu ve ilaçlı su kullanılırdı. Sonra evde aile içinden birisi pansuman yapardı. Oğlum Yüksel Teyzesini çok sevdiği için sadece ona pansuman yaptırırdı. Bu yüzden teyzesi her gün Hisar’dan gelip pansuman yapardı.

Eskiden kışın çok kar yağardı. Çatılardan kol kalınlığında buzlar sarkardı. Kar kalınlığı yarım metreyi bulurdu. Dolmuşlar çalışmaz, çocuklar okula gidemezdi. Kar dolayısıyla dağda aç kalan kurtlar ve çakallar mahalleye inerdi. Hatta bir komşumuzun bahçesine çakalların girdiğini hatırlıyorum. Çok kar yağdığında bizim bulunduğumuz caddeye araba çıkmadığı için kar hiç kalkmazdı ve çok yığılırdı. Çocuklar su deposunun oradan durağa kadar merdivenler ve kızaklarla kayarlardı. Gece genç kızlar, delikanlılar, eşleri müsaade eden hanımlar çıkarlardı. Ben camdan bakardım. Kızak kayılan yer ertesi gün buz olurdu. Herkes buzların erimesi için üzerine küllerini serperdi. Aksi takdirde caddede yürüyemezdik. Erkekler o zaman işe mecburen yürüyerek giderdi.

1983 senesinde kızım, Aysel ablam ve onun kızıyla İstanbul’a gitmiştik. Biz giderken hava güzeldi. Orada kaldığımızın ertesi günü kar yağmaya başlamıştı. Öğlen saat 12.00 gibi Bursa otobüsüne bindik. Kar birden o kadar çok bastırdı ki, biz daha Yalova’dayken trafik tıkandı, yollar kapandı. Gece yolların açılması için askerleri uyandırmışlardı. Tırlar yollarda kaymış, insanlar perişan bir haldeydi. Bu arada saatler geçmiş ve otobüste içecek su kalmamıştı. Muavin yoldan karları topluyor, su şişelerinde eritip ikram ediyordu. Yiyecek yoktu. Yolculardan bazı erkekler uzakta görünen köylere yürüyüp köy fırınlarından ekmek alıp otobüste herkesle paylaşmışlardı. Karnımızı öyle doyurmuştuk. İstanbul’dan Bursa’ya 18 saat süren yolculuğumuzun sonunda sabah 08.00’de Bursa’ya varmıştık. O hava koşullarında evimize gidemeyeceğimiz için o gece Çekirge’de Aysel Ablamlarda kalmıştık. Taksinin götürebildiği yere kadar gitmiş, sonra eve kadar yürümüştük. Eşimi arayıp Bursa’ya geldiğimi haber vermiştim. Eşim yola çıkacağımızı bilmiyordu. Neyse ki o bu hava şartlarında İstanbul’da kalmış olduğumuzu düşünmüş, İstanbul’dakiler de buradaki hava koşullarını bilmedikleri için çoktan evimize varmış olduğumuzu düşünmüşlerdi. Eşim arkadaşının arabasına zincir taktırıp kızımla beni almaya gelmişti. Arabayla Acemler Caddesi’nden ancak Namazgâh’a kadar çıkabilmiştik. Kar yüzünden Namazgâh’tan yukarıya çıkabilecek araba yoktu. Arabayı orada bırakıp Devrengeç Caddesi’ndeki evimize kadar yürümek zorunda kalmıştık. Bu yolculuk sebebiyle bu kışı asla unutmam ama bunun gibi çok kış geçirmiştik.

Evimizin arkasında kavak ağaçları vardı ve lodosta çok öterdi. Ağaçların sesinden uyku uyunmazdı. Lodos olduğunda çok korkardım. Bir gece ya cam patlar da başımıza, yüzümüze düşerse diye başucumuzu ayakucumuza çevirmiştik. Lodostan camlar kırılır, çatılar uçar, bacalar yıkılırdı. Okullar lodostan da tatil olurdu.

Devrengeç Suyu çok soğuk akardı. Evinde su olsun-olmasın herkes bidonlara bu sudan doldurur, evinde tüketirdi. Kayınvalidemin zamanında evlerde su olmadığı için kayınpederim sabah dükkâna gitmeden önce sokak çeşmesinden su taşırmış. Kayınvalidem bu taşıma suyla çamaşır yıkarmış. Kadınların sokağa çıkıp su taşıması ayıp bir şeymiş o zamanlar.

Eşimin amcası Hakkı Özeren de Mollaarap’ta yaşardı. Varlıklı ve imkân sahibi bir insan olsa da, 1940-1950’li yıllarda Bursa’da buzdolapları olmadığı için dağdan katırların sırtında köfünlerle talaş ve çuvallara sardıkları buz kalıplarını getirir, esnafa satarmış. Sokaklardaki seyyar şerbetçiler de bu buzlardan alırlarmış. Bu yüzden adı “Karcı Hakkı Ağa” olarak kalmış.

Mahallede bir bakkalımız vardı. Çok acil durumlarda bakkaldan alış-veriş yapardık çünkü evin bütün ihtiyacını eşim taşırdı. Her akşam dükkândan eve gelirken eli kolu dolu gelirdi. Heykel’deki büyük pazar yerinden alışveriş yapılırdı. Biz çarşıya-pazara gitmezdik. Şimdiki gibi mahalle aralarında pazarlar kurulmazdı. Bakkal, terzi, manav, berber ve kasabımız vardı.

Hiç kimseye zararı olmayan Ziya diye bir çocuğumuz vardı mahallede. Sağlıklı doğmuştu ama eskilerin deyimiyle “uğramışlar”dı. Her gün düzenli olarak ilaç kullanırdı. Çok sakin, kendi halinde, kimseye zarar vermeyen, kim çağırsa yanına giden bir çocuktu. İnsanlar işlerini gördürüp bahşiş verirdi ona. Annesi ile yaşardı. Abisi bir bayram günü Mudanya’daki Yıldız Tepe mevkiinde uçuruma yuvarlanarak trafik kazasında vefat etmişti. Sonra babası hayatını kaybetmişti. Biz annesi de vefat ettikten sonra bu çocuk ne yapar diye düşünürken, 45 yaşlarında hastalanıp rahmetli oldu. Annesini de geçen hafta kaybettik.

1980’li yıllarda duvarlara siyasi yazılar yazılırdı. Bir sabah uyandığımızda karşı damların üzerinde askerler gördük. Evlerde arama yapıyorlardı. Necmiye Abla’nın eşi rahmetli Mehmet Abi’nin askerden kalma küçük bir silahı vardı. O kadar korkmuş ki, buna bir şey derler diye silahı gömmek için bahçeye inip toprağı kazmış. O sırada asker omuzuna vurmuş. Amca onu sen bana ver, gömme demiş. Mehmet Abi çok kormuş. Sonra zararsız bir insan olduğunu anlayınca bir şey dememişler Mehmet Abi’ye. Bizim evin olduğu taraf aranmamıştı. Belki de ihbar almışlardı.

Ramazanlar çok sıcak geçerdi. Terası yıkar, yemekleri taşır, iftar sofrasını terasa hazırlardım. Ramazanın her gecesi iftarımızı orada yapardık. Yüksek evler olmadığı için Uludağ’ı da ovayı da görürdü terasımız. Kayınpederim de Ramazan’da her akşam iftarlık alırdı çocuklara. Silah şeklinde poğaçalardı bunlar. Buzdolabı olmadığı zamanlar karpuzu suyun içine koyardım soğuması için.

Bekârken başım açık geziyordum. Evlenince başörtüsü takmamı istedi eşimin ailesi. Evlendikten bir hafta sonra annemlere gidecektik. Herkes aşağı inmişti. Ben örtü takacaktım ama bir türlü beceremiyordum. Çünkü örtü takmayı bilemiyordum. Sonunda örtüyü taktım ama dokunsalar ağlayacaktım. Çünkü örtünmek istemiyordum ama mecburdum. En arka ben çıktım kapıdan. Eşim “nerede kaldın?” dedi. “Örtüyü takamadım bir türlü” dedim. “Tamam, olmuş” dedi. Babamların evine gittik. Ben kahvaltıda tereyağını çok severim. Evlenirken babam bana “bak kızım burada yediklerin burada kaldı. Orada ne koyarlarsa önüne yiyeceksin. Sakın itiraz etme. Ben bunu sevmem, ben bunu yemem gibi sözlerin olmasın. Bir kişi on kişiye uymak zorunda. Ben evimde tereyağı yiyordum, şunu-bunu yiyordum diye asla konuşma” dedi. Evlendiğimin ertesi günü kahvaltıda masaya baktım, tereyağı var. Çok mutlu oldum. Babam da bana tembih etse de çok merak etmiş acaba bu kız ne yapıyor, yiyebiliyor mu, diye. El öpmesine gittiğimizde hemen acaba ne yemekler yaptılar bizim için diye babamların alt kattaki mutfağına gittim. Babam kolumdan tuttu. “Gel bakayım sana bir şey soracağım. Ne yapıyorsunuz, kahvaltıyı nasıl yapıyorsunuz?” diye sordu. “Ay baba, kahvaltıda tereyağı var” dedim. “Bir haftadır bunun sıkıntısını çekiyordum acaba ne yapıyor diye” dedi. Nasihat etse de baba yüreği, kayırıyor insanı.

Bir gün kayınpederimle kahvaltıda zeytin yiyoruz. Kayın pederim bana “sizin evinizde nasıl zeytin yenir?” diye sordu. Yüzüne baktım, “nasıl yani baba?” dedim. “Nasıl yersiniz?” dedi. “Isırırız” dedim. “Bizde zeytin üç defada yenir; bir kere yarısını yersin, sonra diğer yarısını yersin, sonra da çekirdeğini yalarsın” dedi. Çok şaşırmıştım. Baktım, bıyık altından gülüyor. “Çok mu korktun? Şaka yaptım sana” dedi.

15 günlük evliydim. Eşim kasaptan et-kıyma almış. Odaya getirdi. Kayınpederim “aldığın et taze miydi, bugün mü kesmişler tayı?” diye sordu eşime. O kadar kötü oldum ki! “Nasıl?” dedim. “Babam sana söylemedi mi, biz Tatarlar at eti, tay eti yeriz” dedi eşim. “Ay sen tay eti mi getirdin?” dedim. Kayınpederim “sen ailenin evinde ne yediysen yedin, bundan sonra böyle” dedi. O anda içim çok kötü döndü ve eyvah, ben bunu nasıl yiyeceğim dedim içimden. “Kötü olsa biz yemeyiz, biz Tatarız, biz yiyorsak sen de yersin” dedi kayınpederim. “E tamam yerseniz, yerim” dedim. En sonunda eşim gülmeye başladı. “Baba boz bu şakayı” dedi. En unutamadığım anımdır.

İki katlı apartmanımızın üst katında kayınpederim, kayınvalidem, eşim ve çocuklarımla yaşıyorduk. Alt katımızda da kayınbiraderim ve ailesi yaşıyordu. Terasımız ve geniş bir bahçemiz vardı. Bahçemizde çam, dut, vişne, ayva, armut, erik, şeftali, asma ağaçları vardı. Sonra bu ev müteahhitte verildi. Eşim uzun bir süre gidemedi eve. Ev yapılırken o çam ağaçlarını kendi elleriyle dikmişti çünkü. Keserlerse kesildikten sonra görmemeyim diyordu. Müteahhitte öyle bir proje çiz ki ağaçlar kesilmesin demişti ama müteahhit hırsız girerse sorumlusu olurum diyerek kesmiş ağaçları. 3-4 tane küçük çam ağacını bırakmışlardı. Eşim çok üzülmüştü buna.

Aysun Dönmez ve Serap Tuba Yurteser tarafından
23 Kasım 2012 tarihinde görüşülmüştür.

ARAMA YAP