30 Mart 1932 Bursa İpekçilik doğumluyum. Ailem 1924 yılında Selanik’ten mübadil olarak gelmişler. Annem Akile Hanım, babam Hamza Bey’di. Selanik’ten Türkiye’ye geldiklerinde ilk olarak Çeşme’ye yerleşmişler. Büyükbabam Çeşme’yi dolaşmış; “Altın yuvası memleketi bıraktık, taş ovasına geldik.” demiş, ertesi gün 50 yaşındayken üzüntüden ölmüş. Anneannem Vali Kazım Bey’e çıkmış “Benim akrabalarımın çoğu Bursa’da, oraya gidip mal alabilir miyim?” diye sormuş. Vali’de “Bu tapularla istediğiniz yerden mal alabilirsiniz.” deyince, Bursa’ya gelmişler ve Bursa’da İpekçilik Caddesi’ne yerleşmişler. Ablam Setbaşı İlkokulu’na başlamış. Kendisi 1922 doğumluydu. O, “Atatürk bize Rusya’dan balerinler getirtip dans öğrettirdi.” derdi. Babam da çok aydın bir insandı; “Annenize 1926 yılında İpekçilik’te ilk şapkayı ben giydirdim.” derdi. Rüştü Egel, Salih Bozok akrabalarımızdı.
Ben iki yaşındayken yani 1934 yılında Gürsu’ya gittik ve 9 yıl orada kaldık. Atatürk öldüğünde Gürsu’da birinci sınıftaydım. Bayraklar hemen yarıya indi, herkes büyük üzüntü yaşadı. O zamanlar akümülatörle çalışan radyolar vardı. 1943 yılında tekrar Bursa’ya döndük. Ancak evimizde kiracılarımız vardı; onlar evden çıkmayınca İpekçilik Caddesi’nde Orman Lokali’nin bulunduğu yerin yanında bir ev kiraladık. O zamanlar Orman Lokali’nin bulunduğu yer Vali Konağı idi. Hep anlatırım. O zaman ki valinin kızı Güvercin ile aynı okula gidiyordum. Kapılarının önünde makam arabası dururdu; bir kere bile makam arabasıyla okula gitmedi; benimle beraber otobüse biniyordu. Ayda beş lira paso parası veriyorduk ve Muradiye’deki Kız Lisesi’ne otobüsle gidiyorduk. Şimdi böyle değil, şimdi herkes çok çok farklı. İki üç ay kirada oturduktan sonra tekrar aynı caddedeki kendi evimize taşındık.
Orman Lokali’nin karşı köşesinde, şu anda altında kasap olan yer Ant Gazetesi’nin yazarı Derviş Edesen’in eviydi. Çok büyük, çok güzel bir evdi. Fakat o tarihte Bursa’da üniversite yoktu, çocukları liseyi bitirince bu evi sattılar, İstanbul Kadıköy’den bir ev alıp yerleştiler. Çocukları da orada üniversite tahsili yaptı. Onların evinin üstünde Agâh Sezgen vardı. Oğlu Hicri Sezgen profesör olmuştu. Karşısında Ayşe Tüper ve kızı Hacer Tüper oturuyordu. Biraz üstünde eski Cici Mağazası sahipleri bulunuyordu. Biraz daha gidince Rüştü Egel vardı, karşısında Ahmet Tevfik Öber otururdu. Ahmet Tevfik Bey Bursa’nın eski eczacılarındandı. Onların da ahşaptan çok güzel bir evleri vardı; zaman içinde kendileri yıkıp apartman yaptılar.
Geçici bir süre Nazım Hikmet’in annesi de bizim mahallede oturdu. Beybabamın bir ahbabı bir nedenden hapse girmişti. Beybabam da arada bir kendisini ziyarete giderdi. Bir gittiğinde de ahbabı revirde yatıyormuş, yanında da Nazım Hikmet varmış. Tabi beybabam onun Nazım Hikmet olduğunu daha sonradan öğrendi. Babamdan Nazım Hikmet’in annesine bir ev bulmasını rica etmişler. Bizim de arka sokağımızda bir hanım vardı, onun evinin bir odasını Nazım Hikmet’in annesine 12 liraya kiralamıştık. Ben Celile Hanım’ı tanıyorum. Çünkü bize gelmişti ve ben onu kiraladığı eve götürmüştüm. Kendisi Bursa’dan ev kiralamayı tercih etmişti çünkü oğlunu hapishanede ziyarete gidecekti. Kendisini gördüğümde başında siyah ipekli bir örtü, sırtında siyah bir pardösü vardı.
Karşımızda eski hâkimlerden Mümin Ersöz otururdu. Ona Bursa’da Topal Hâkim derlerdi. Ayağı sakattı.
Şu anki Setbaşı Fırını Rumelili Mehmet Beylerindi. Mübadil olarak geldiklerinde onlara verilmişti. İpekçilik Caddesi’nin girişindeki evler hep Rumeli’den gelenlerin evleriydi.
İpekçilik Caddesi’nin kenarları tretuvar yapılmıştı ve cadde kaldırım taşıydı. Her evin önünde bir akasya ağacı vardı. Herkes sabahleyin kapısının önünü yıkardı. Biz karşı komşumuza giderken terlikle geçerdik; o kadar temizdi. Yerde bir ifrazat göremezdiniz. Adamın belki pantolonu yamalıydı ama ayağındaki ayakkabısı çamurlu değildi ve sokağa ifrazat atmazdı.
Şimdiki gibi apartmanlar yoktu. Herkes birbirine çok saygılıydı. Özellikle yaşlılar bayramlarda, kandillerde mutlaka ziyaret edilirdi. Hâkim Mümin Bey hanımını yanına alır, böyle günlerde ilk olarak beyi ölmüş olan bitişik komşusunu ziyarete giderdi. Bizde kaçgöç yoktu. Hele ailemde hiç yoktu. Her Cumartesi bütün akrabalar toplanır hep beraber şarkılar söylerdik. Akrabalarımız birbirine çok bağlıydı. Başörtüsü ile evde oturmak yoktu. Annem Bursa’da hep şapka takardı. Gürsu’ya gidince başına bir ipekli eşarp takmaya başladı ama önden saçı görünürdü. Mantosunu meşhur Şahap Aybar’a diktirirdi.
Ramazan ayında mahallemizde herkes oruç tutardı. Beybabam uyandığında hemen gelir beni uyandırırdı. Benden küçük kardeşlerim vardı, onlar oruç tutmazlardı. Annem her sahur taze pilav, yanına da yaz ise komposto, kışın da hoşaf yapardı. Sahurda başka bir şey yemezdik. Ancak akşam yemeklerinde çorbasından tutun her şey olurdu. O vakit davul yasaktı. Sahura kalkınca evvela Mümin Beyleri uyandırmamı söylerlerdi. Ben gider Mümin Bey Amcaların kapısını çalardım. Lambaları yanınca uyandıklarını anlardım. Daha sonra üstte Kamile Hanım Teyzeyi uyandırırdım. Bitişikte İrfan Ökler otururdu, onların kapısını çalardım. Üst tarafta Bergüzar Ablaları uyandırırdım. Böylece herkes uyanmış olurdu. Uyanmayanları da daha yakın olanlar uyandırırdı. Evimiz üç buçuk katlıydı. İftar saatinde üçüncü katta oturur, Umurbey Camisi’nin lambalarını takip ederdim. Lambalar yanınca “tamam, ezan oldu” diye haber verirdim ve orucumuzu açardık.
Biz Bursa’ya geldiğimizde evimizde elektrik ve suyumuz vardı. Evde çeşme başına senelik 12 lira verilirdi. Akşama kadar hiç sularımız kesilmezdi ve çok şahane suyumuz vardı.
Beybabam bazen bir araba kiralar, arabaya konu komşu ve akrabaları alır ve Uludağ’a pikniğe giderdik. Bize, “Sakın arabanın ilk sırasına oturmayın; ikinci, üçüncü sırasına oturun. Bak arabayı kendi kiraladı diye en öne kendi ailesi oturmuş demesinler.” diye tembih ederdi. Bu kadar da ince düşünceli birisiydi. Büyükannem, evimize on yaşında bir çocuk bile gelse elini öpecek diye ayağa kalkardı. Böyle bir saygı vardı.
Mutfaklarımızda tel dolaplarımız vardı. Mutfaklarımız serindi. Rumlardan kalma yüksek, dört tane maltızlı ocaklarımız vardı. Altta küllerin toplandığı bir boşluk bulunuyordu. Annemler memleketten her sene kalaylattığımız kapaklı maşrapa gibi bir şey getirmişlerdi. Ocağın boşluğuna bu maşrapayı koyarlar, yemeklerde kullanmak üzere su ısıtırlardı. Yan tarafında da geniş bir yer vardı, oraya kazan koyardık. Haftada bir gün yardımcımız gelirdi; o kazanda ısıtılan suyla çamaşır yıkardı. O kadınların yevmiyesi 2,5 liraydı.
Haftada üç gün kabul günlerimiz vardı. Ayın 5’i, 15’i ve 25’inde bize gelirlerdi. Ayrıca sabah kahvelerimiz olurdu. Kabul günlerinde de şimdiki gibi misafire pasta, börek ikramı yoktu. Şekerci Tahir’den bir liraya bir poşet çikolata alır; misafire bir kahve, bir çikolata ikram ederdik. Sonradan hazır kurabiyeler çıktı. Gelenler yanlarında hiç terlik getirmez, ayakkabılarını hiç çıkarmaz, paspasa siler öyle içeriye girerdi. Caddelerimiz çok temizdi, herkesin ayakkabısının altı pırıl pırıldı. Ayakkabı temizliğine çok dikkat edilirdi. Kimsenin ayakkabısının üzerinde bir çamur göremezdiniz, çok ayıp bir şeydi.
Evler hep ahşaptı. Kapıların üzerinde büyük tokmaklar vardı. Bizim kapı tokmağımız da el şeklindeydi. Sonradan ziller yaptırıldı. Babam geldiği zaman o tokmağı bir kere vururdu; biz hemen koşar kapıyı açardık; birimiz paltosuyla şapkasını alır, biri terliklerini uzatır, birimiz de elindeki ekmekleri alırdık. Ama bu yalnız bizim ailemizde değil bütün İpekçilik’te böyleydi. Doktor komşularımız vardı. Hükümet tabibi Muvaffak Abi sanki sağlık memuru gibi her gün gelir, babamın tansiyonunu ölçerdi; beş kuruşta para almazdı. Şimdi öyle bir doktor var mı? İpekçilik’te Zafer Çalışkan diye bir doktor vardı. Çağırdığımızda gecede olsa gelir, beş kuruş para almazlar, vermek istediğimiz vakit ellerini kapatırlardı.
Babam Hamza Akbaş idadi mezunuymuş ancak hiç çalışmadı. Gürsu’da arazilerimiz vardı, onlarla ilgilenirdi. Gürsu’dan tekrar Bursa’ya döndüğümüz vakit Karaağaç Mahallesi’nin muhtarı Nuri Bey’miş. Bir gün Nuri Bey bizim kapımızın önünde fenalaştı ve öldü. O vakit henüz kiralık evdeydik. Babam koyu Halk Partiliydi. Mahallenin eşrafı babamdan seçime kadar muhtarlık yapması için yalvarmışlar; babamda kabul etmiş. O yıllarda Demokrat Parti kurulunca, aman Demokrat Parti kazanmasın sen adaylığını koy diye babama baskı yapmışlar. Beybabamın da işi gücü yoktu, ancak haftada bir gün Gürsu’ya gidip oradaki işleri dolaşır, alacaklarını alır gelirdi. Bu yüzden kabul etti ve 1956 yılında ölene kadar muhtarlık yaptı. 1943 yılından 1956 yılına kadar 13 yıl muhtarlık yapmış oldu. Babam öldükten sonra vali bey beni çağırdı ve muhtarlığı bana bıraktı ancak ben kabul etmedim, korktum. Sonraki yıllarda eşin dostun ısrarıyla muhtarlık seçimlerinde aday oldum ve Bursa’nın ilk kadın muhtarı olarak 1977 yılında göreve başladım. 1988 yılına kadar Karağaç Mahallesi’nin muhtarlığını yaptım.
İpekçilik Caddesi’ndeki evler hep ahşaptı. Ara sokaklardaki evler genel de bahçeliydi. İpekçilik Caddesi’nde ilk apartman 1973 yılında yapılan Karadeniz Apartmanı’ydı. Setbaşı Okulu’nun bitişiğinde Egel Apartmanı var. Orası eskiden papazın eviymiş. İpekçilik Caddesi’ndeki en güzel ev onların eviydi. Sokak kapısından girince iki taraftan merdivenle çıkıyordunuz. Çok büyük bir salonu ve dört tane kocaman odası vardı. Alt katında koza işleri yaparlardı. Rüştü Egel 1933’te ilk Avrupa’ya krep sateni gönderen adamdı. Varlık vergisi nedeniyle sorunlar yaşadılar ve Antalya’ya yerleştiler.
Her üç evde bir, çok güzel pınar kuyuları vardı. Soğusun diye karpuz koyarlar, karpuzlar çatlardı.
Bulgaristan’dan gelmiş Ali Amca mahallede esnaftı. Çok temiz, pak biriydi, güzel şeyler satardı.
Bazı evlerde ayaklı dokuma tezgâhlarında yün, ipekli, kazak, yelek, peştamal ören kimseler vardı. Onlarda Bulgaristan’dan gelmişlerdi. Mahalle terzisi İlter Hanım’dı. Ondan öncede İhsan Hanım terzilik yapardı. Çok güzel dikiş dikerdi. İlter 5 liraya dikerken, İhsan Hanım 25 liraya dikerdi.
Şu anda BİM Marketin bulunduğu binanın olduğu yerde bir kilise vardı. Sonradan orası tütün deposu oldu. Maskları, amforaları, sahnesi, orgu duruyordu. Konser salonu da varmış; annemler oraya konserlere gidiyorlarmış. Sonradan tütün deposu oldu. Kızlar orada tütün kıyarlardı. 1980 yıllarından sonra da yıkıldı.
Onun biraz yukarısında, şu anda kütüphane olan yerde de Nilüfer İlkokulu vardı. Bahçesinde dönme dolap, salıncaklar bulunuyordu. Akşamları arkadaşlarla gider, dönerdik.
Dörtçelik İlkokulu’nun eski ismi de 24 Temmuz İlkokulu’ydu. Dörtçelik o okulu yıkıp şuan ki yeni okulu yaptı ve okulun ismi de Dörtçelik İlkokulu olarak değişti.
Bizden yukarıda Suphiye Öğretmen otururdu. Onun babasına Topal Kadri Bey derlerdi, Rumeli’den gelmişlerdi. Kadri Bey’in kızlarından biri büyükelçiyle evliydi. Kızı yurtdışından ziyarete gelirken televizyon getirmişti. Biz daha adını yeni duyuyorduk. Ancak o zamanlar televizyon izlemek mümkün değildi; seneler sonra izleyebildik.
Ailemizde de ilk televizyon Ankara’ya gelmişti. Kardeşimin kocası Sunay NATO’da yüzbaşı olarak görevliydi. Gelirken bize ayaklı Grundig televizyon getirmişti. Kapağı lambalıydı; iter, çeker açardık, siyah beyazdı. Tüm komşular televizyon seyretmeye gelirdi.
Beybabam her gece şuan Şehir Kütüphanesi’nin bulunduğu yerde ki Ferah Kahvesi’ne giderdi. Akşamları saat yedide akşam yemeği yerdik. Beybabam biraz gecikince annem küçük kardeşimi Ferah Kahvesi’ne gönderir, beybabamı çağırtırdı. Beybabam bir suçlu gibi gelir, ellerini yıkar, “Akile Hanım kusura bakma. Gelecektim ama Hakim Tahsin Bey uğradı, bir tavla atalım dedi. Onu kıramadım, o yüzden de geciktim.” derdi. Özür dilemeyi de bilirdi. Bana bir kere “Lerzan, bana su getir” dediğini bilmem. “Hanım kızım bir kahve yapar mısın?” derdi. Anneme “Akile” değil, “Akile Hanım”; oda babama “Hamza Bey” şeklinde hitap eder ve sizli konuşurlardı. Ben hiç beybabamın yanımızda giyindiğini görmemişimdir. O dönemde erkekler hep fötr şapka giyerler, kravatsız asla dışarıya çıkmazlardı. Kısa kollu gömlek asla giymezlerdi. Çok sıcak havalarda ceketlerini omuzlarına atarlar, kravatları yine boyunlarında olurdu.
Şu anda Mahfel’in arkasındaki otoparkın bulunduğu alan yazlık sinemaydı. Otoparkın yanındaki boş arazide de CHP’ye ait bir bina vardı; beybabamın muhtarlık makamı da o binadaydı. Annem bağ bozumunda Gürsu’ya giderdi. Beybabam da o günlerde her gece Ferah Kahvesi’ne gider, bizi de muhtarlığa bırakırdı. Biz beybabamın makamından yandaki sinemada oynayan filmleri izlerdik. Beybabam, “Anahtarı arkadan üzerine bırak, kimse kapıyı açamasın” derdi. Belirli bir saatten sonra bizi oradan alır, evimize giderdik. Üç günde bir film değişirdi. Genelde Arap ve Mısır filmleri olurdu. Sinemanın önünde bir hanım “sıcak, taze, eğlencelik efendim” diyerek çekirdek satardı.
Mahfel’in yanından yukarı çıkarken hemen Mahfel’in bitiminde de çok güzel bir bina vardı. Yine CHP’ye ait bir binaydı. Beybabam muhtarlık yeri olarak bir dönem o binanın giriş katını da kullanmıştı. Hafta da bir gün orada müzikli toplantılar olurdu. Mahfel’in tam köşesinde Ender Bey’in fırını vardı.
Setbaşı İlkokulu’nun altında Hüseyin Efendi’ye ait lostra salonu vardı. Hüseyin Efendi dirseklerine kadar siyah kolluk takar, bembeyaz gömlek giyerdi. Deri koltukları vardı. Tertemiz, pırıl pırıl bir lostra salonuydu.
Şuanda Kamil Koç apartmanının tam karşısında benzinci Celal Beylerin çok güzel bir evi vardı. Evin girişinde aslanlar vardı. “Aslanlı Köşk” olarak anılırdı. Bahçesinde mermer havuzu vardı. O caddeye de “Aslanlı Yokuşu” denirdi.
Sibel Gök tarafından 15 Kasım 2012 tarihinde görüşülmüştür.