1935 Bursa doğumluyum. Kökenimiz Rumeli. Ailem 1931’de Makedonya’dan gelmiş. Bir tek ben burada doğmuşum, ailemin diğer üyeleri orada dünyaya gelmişler. Bir müddet Ahmetpaşa Mahallesi’ne yerleşmişler. Ahmetpaşa Mahallesi Merinos’un üst tarafıdır. Orada biraz kaldıktan sonra Tahtakale’ye taşınmışlar. Tahtakale’de Temiz Cadde vardı; o Temiz Cadde’den eskiden dere akardı. Sağlı sollu kereste atölyeleri ile debbağ haneler bulunurdu. Orada deri yaparlardı ve çok pis kokardı. Ailem 1932 yılında oradaki evi de satmış ve İpekçilik semtinden ev almış. Babamın ismi Halil’di ve Tuzpazarı’nda manavdı.
Sırasıyla 23 Temmuz İlkokulu, Şeref Mehmet Ortaokulu ve Ticaret Lisesi’ne gittim. İpekçilik Caddesi’nde Yirminci Okul diye üç sınıflı bir okul daha vardı. Bugün o okul yerinde Milli Eğitim Müdürlüğü var.
İpekçilik Caddesi birinci sınıf bir yerdi. Vali ve vali muavini ile emniyet müdürü, polis müdürü, cumhuriyet savcısı, hakimler orada otururdu. Caddenin sağında solunda akasya ağaçları vardı. İlk önceleri cadde Arnavut kaldırımıydı; sonra paket taş yaptılar; daha sonra da asfalt oldu. O güzel binalar tek tek yıkıldı ve apartman yapıldı. Sanırım sadece bir tane eski bina kaldı.
Vali konağı dediğimiz yer Avramidis adlı bir tütün tüccarına aitmiş. Yunan işgalinden sonra o da Bursa’yı terk etmiş ve onun evi vali konağı olarak kullanılmaya başlanmış. Daha sonraki yıllarda Vali konağı Orman İşletmesi’ne verildi. Orman işletmesi tarih kokan o binayı yıktı ve şu an lojman olarak kullanılan binayı yaptı. O güzelim bina maalesef tarih oldu. Vali konağının yukarısında da çok güzel evler vardı. Bu evlerden bir tanesi Bursa milletvekilliği yapmış Rüştü Egel’in eviydi. Büyük, konak gibi bir evdi ve evin altında koza yetiştirirlerdi. Onun üstünde de bir kilise vardı. Bu kilise şimdi BİM marketin bulunduğu yerdeydi. Kilise kapandıktan sonra tütün deposu olmuştu. Kilisenin içine hiç girmedim. Benim içini hatırladığım dönemde tütün deposu olarak kullanılıyordu. Yalnız girişte büyük bir kilise amblemi vardı. Çelebi Mehmet Lisesi’nin olduğu yerde Birinci Ortaokul vardı. Ahşap bir binaydı; biz orada okuduk. O bina yirmi dakika içerisinde yandı. Okulun tahtalarına mazot dökmüşlerdi. Bu işlemi her sene yaparlardı; tahtaların ömrü çoğalsın bir de fazla dayansın, mikrop öldürsün diye. Tam o mazot döküldüğü günlerde şu anda hatırlayamadığım bir şey oldu ve okul yirmi dakika içinde yanıp gitti. Sonra yerine yeni okul yapıldı. Bölgede en korunan yer Temenyeri’dir. Temenyeri evvelden daha kötüydü; şimdi daha güzel.
Tam olarak Eşrefiler Sokak’ta oturuyordum. Bizim oturduğumuz zaman o sokakta on bir hane vardı; şimdi yüz küsur hane var. Komşumuz rahmetli Boşnak Bekir Bey mahalle muhtarıydı. Onun yanında Müdüre Hanım Teyze vardı; Anadolu’da bir yerde müdürlük yapıp emekli olduktan sonra buraya yerleşmişti. Kendisine hep Müdüre Hanım Teyze derdik. Kızının ismi Gülten, soy isimleri Işık’tı. Dörtçelik Okul Müdürü Remzi Bey’le evlendi. Karşıda Fuatlar vardı. Yanında Gülnaz Hanım Teyzeler oturuyordu. Onun komşusu zenciydi; Arap Ayşe derdik. Onların yanında Melek ve Fatma Hanım Teyzeler vardı. İki kız kardeş hiç evlenmemişlerdi. Bursa’nın hanımefendileri diyebilirdik onlara. Mükemmel dört dörtlük insanlardı. Yine karşımızda Ohrili Hasibe Hanım Teyzeler vardı. Bizde Ohriliyiz. Annem Sturgalı, babam Ohrili. Çok Ohrili vardı İpekçilik’te.
Setbaşı’nda çok güzel bir karakol vardı. Mahfel’in olduğu yerin köşesinde Örnek Fırın bulunuyordu. Şimdiki İpekçilik Caddesi’ne girişteki köşede bulunan fırında Yeni Fırın’dı. Yeni Fırın’da memur ekmeği, Örnek Fırın’da da halk ekmeği satılırdı. Memurlar Yeni Fırın’dan 18 kuruşa francala ekmek alırlardı. Biz 52 kuruşa halk ekmek alırdık. Mis gibiydi o francala ekmekleri. Nasıl kokardı? Oradan geçtiğimiz zaman nasıl özenirdim onlara. Ekmeği karne ile alırdık. Muhtarımız bize ara sıra memur karnesi verirdi; onunla gider Yeni Fırın’dan francala ekmek alır; francala ekmek aldık diye bayram ederdik. Memurlara öyle bir ayrım vardı. Biz 52 kuruşa halk ekmeği alıyorduk, onlar 18 kuruşa francala ekmek alıyorlardı. O yıllar harp yıllarıydı. Böyle ayrımlar oldu ama hiç birimiz aç kalmadık. Mısır koçanından yapılan ekmekleri satarlardı. Mısır, koçanıyla beraber değirmende öğütülür ve o undan yapılan ekmek 38 kuruşa halka vesikasız olarak dağıtılırdı. Onda karne yoktu. Fena bir ekmek değildi ama içinden parça parça o koçanlar çıkıyordu. Karneyle çocuklara çeyrek ekmek, büyüklere yarım ekmek verilirdi. Şeker karneyleydi, gaz karneyleydi. Kumaş, kefen karneyleydi. Patiska, Amerikan bezi karneyleydi. Mesela şeker karneyle 27 kuruş, kara borsa 5 liraydı.
Mahallemizde esnaf olarak bakkal Recep, Ali Filizler, Recep Ertürk vardı. Setbaşı’nda Pazarcı Arnavut Rıza Ağa ve İzzet Çavuş vardı. İzzet Çavuş hem sebze meyve hem de odun, kömür, gaz satardı. Akşam evine giderken insanlar zembiline on tane odun alır, gece çoluk çocuğuyla ısınırlardı. Fakirlik vardı, odun bile günlük alınırdı. 1940’lı yıllar harp yıllarıydı ve zor günler geçirildi.
Arkadaşlarımla yaz gecelerinde hep sokaktaydık; saklambaç ile “anya manya kupanya” diye bir oyun oynardık. “Anya manya kumpanya, yedi şişe şampanya, şampanyayı içtik, tarlayı biçtik, ekinleri yaktık, oyununa baktık” diye tekerleme söylerdik. Bir de çelik çomak oynardık. Televizyon yok, elektrik yok… İpekçilik Caddesi’nde bahsettiğim kalburüstü adamların bile bazılarının evinde elektrik yoktu. Lamba şişesi, kandil, şinanay, 5 numaralı cam şişesi, onun ufağı idare lambası kullanılırdı. Hatırlıyorum annem gündüzden pamukları eliyle fitil gibi yapar, bir fincanın içinde zeytinyağı yakarlardı; gazda yoktu, karaborsaydı. Her şey istihkakla alınırdı. Ablamların zeytinyağının ışığında ders çalıştığını bilirim. Çıtır çıtır yanardı o zeytinyağı. Elektrik bize 1950 senesinde geldi, 1951’de de radyo aldım. Televizyon mahallede ilk 1968 yılında bize geldi sanırım. Televizyonu ilk aldığımızda hiç yayın yoktu. Sonradan İstanbul Teknik Üniversitesi hafta da bir gün, belirli saatlerde yayın yapmaya başladı. Sonra TRT yayına başladı. Televizyon misafirliği oluyordu ancak esas Perşembe akşamları radyo misafirliğine gidilirdi. Perşembe günü akşamları Ankara radyosunda piyes olurdu. O dönemlerde henüz bizde radyo yoktu. Komşumuz veteriner İsmail Beylere de Cumartesi günleri çocuk saatini dinlemeye giderdim. Ayşe Abla diye bir program vardı; İsmail Bey’in çocuğu ile birlikte onu dinlerdik.
Çok fazla sineme yoktu ama hep sinemaya giderdik. Setbaşı Köprüsü’nün başındaki bina Şafak Sineması’ydı. Sonradan bina restore edildi. Ünlü Cadde’de Milli Sinema vardı. Tayyare Sineması, Ulucami’nin yanında da İstanbul Sineması vardı. İstanbul Sineması yeni yapılmıştı; bir sene durmadı yandı. Çok güzel, modern bir sinemaydı.
Komşuluk ilişkileri çok güzeldi. Bahçemizde her iki komşumuzla da aramızda komşu kapısı vardı. Komşunda ne varsa sende de var gibiydi. Kimse kimseden esirgemezdi. Kaçgöç yoktu, git gel vardı. Her akşam herkes bir komşunun evinde toplanırdı. Başka eğlence yoktu. Televizyon yoktu, radyo bile herkes de yoktu.
Bayramlar, ramazanlar çok çok güzeldi. Harp senelerinde iftar vakti veya sahurda top atılmazdı; Merinos’un alarm sistemi çalardı. Yaz ramazanları çok güzel olurdu. Dereye boydan boya iftar sofraları kurulurdu. Karpuzlar iftardan 1-2 saat evvel dereye atılırdı. Bir gün hep birlikte camilere gidilirdi. Ramazanların kendine has bir güzelliği vardı. Lisede okurken ramazan kış aylarına denk gelmişti; arkadaşlarla sahura kadar dolaşır, sahurda eve giderdik. O sırada sokakta davulcuyla rastlaşırdık. Sevmediğimiz bir hoca vardı. Genelde mahallelinin sevmediği birisiydi. Davulcuya 2,5 lira verir, davulunu alır, bu hocanın camının dibinde başlardık çalmaya; tabi sonra hemen kaçardık.
Mahallemizde hatırı sayılır, sözü dinlenir şahsiyetlerden Bekir Bey Amca, Nuri Bey Amca (muhtar oldu), Hamza Bey Amca (muhtar oldu) vardı. Bunlar güzel insanlardı. Bizim mahallede sözü dinlenen adam çoktu. Bir kere vali burada oturuyordu. Vali Fazlı Güleç’in kızı bizim sınıfta okuyordu. O da aynı bizim gibi giyiniyordu. Eşitlik vardı. Aynı dersleri görüyor, aynı kitapları okuyorduk. Mesela yazı yazmak için samanlı kağıttan defter kullanırdık. Beyaz defterler çok pahalıydı. Bir de nur kalem vardı. Fiyatı 2 veya 3 kuruştu; Johan Faber kalemler de 10 kuruştu. Ben hep 10 kuruş biriktireyim de bir tane Johan Faber kalem alayım diye hayalimde yaşatırdım. Nur kalemleri açarsın kırılır, açarsın kırılır; çok ustalıklı açmak lazımdı. Yalnız kitap okumaya çok teşvik vardı. Kızılay damgalı, Çocuk Esirgeme Kurumu amblemi olan kuşe kağıda yazılmış hikaye kitapları çıkarırlardı. Maliyeti kim bilir ne kadardı ama 25 kuruşa satılıyordu. Ufacık Bursa’da 3 tane kütüphane vardı.
Mahallede değişim apartmanlar yapılmaya başlandıktan sonra yaşandı. İnsanlar tam olarak ne olduğunu anlamadan evlerini müteahhitlere vermeye başladı. Apartman dairesinin rahatlığı ile müstakil evin rahatlığı bir olur mu? Yaşamadan belli olmuyor bu işler. O dönem bu bir özentiydi. Mehmet’te var bizim de olsun mantığıyla hareket edildi. Ondan sonra mahalle bozuldu gitti. Köroğlu’nun dediği gibi delikli demir icat oldu, mertlik bozuldu. Göçler başladı. Şimdi siz Hakkari’den, Şemdinli’den buraya gelecek insanı nasıl suçlayabilirsiniz? O da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. Bu vatan onun da vatanı. Bursa’dan gidip oraya yerleşen var mı? İstanbul’dan gidip oraya iş tutmaya giden var mı? Yok! O da gerçek. Biz İstanbul’u, Bursa’yı, Ankara’yı, İzmir’i oraya götüreceğimize, orayı buraya getirdik. O konuda milletçe geç kaldık.
Sibel Gök tarafından 03 Ocak 2013 tarihinde görüşülmüştür.