(Umurbey Mahallesi Muhtarı)
1957 yılında Bursa Umurbey Mahallesi’nde dünyaya geldim. Babam Hamdi Gürkoru’nun ailesi Yunanistan’dan göçmüşler, annem Rahime Gürkoru ise Bursa Dudaklı Köyü’nde dünyaya gelmiş. Annem ve babam 1938 senesinde evlenmişler ve Umurbey Mahallesi’nde dayımların evinin üst katında bir odaya yerleşmişler. Yurdanur, Sevim ve Nevin ablalarımdan sonra benim dünyaya gelmemi beklerken babam yılbaşı çekilişine bir bilet almış. Tek göz odada üç çocuk ve birde ben dünyaya gelince dört çocukla tek göz odada oturmak çok sıkıntılı olacakmış ve babam bu doğacak çocuğumun şansına ikramiye çıkarsa bir ev alacağım demiş. O sene babamın biletine 10.000 lira ikramiye çıkmış. Setbaşı’nda Mavi Köşe’den bir bayiden aldığı bilet bizi ev sahibi yapmış. Bileti aldığı bayi “10.000 Lira İkramiye Bayimizden Alınan Bilete Çıktı” diye bir bez afiş asmış. Babam çıkan paranın 6.000 lirası ile ev almış. İkramiyeyi Ocak ayında almışlar, ben de Şubat ayında dünyaya gelmişim.
Yeni evimiz geniş bir bahçe içinde iki katlı, üstü kiremit kaplı bir evdi. Kapıdan girince iki basamakla taşlığa çıkılırdı. Evin sol tarafı olduğu gibi güllüktü. Eve girince solda bir oda, sağ tarafta da ikinci kata çıkan merdivenler bulunuyordu. İkinci kata çıkıldığında odaların zemini topraktı ve pencerenin önünde seki diye tabir ettiğimiz ot minderlerde oturulurdu. Hele yazın sekinin altından buz gibi karpuzları çıkartıp yemesi tarif edilemez bir duyguydu. Bahçemizde asma, incir, erik ve ayva gibi her evde bulunan meyve ağaçları vardı. Çocukken anneme: “neden bizim armudumuz yok?” diye sormuşum. Annem de bunun üzerine, ben uyurken, pazardan aldığı armutları erik ağacına bağlamaya başlamış. Babam da: “Rahime Hanım, ne yapıyorsun?” dediğinde; “Hayri uyanınca çok şaşıracak ve sevinecek” demiş.
Mahallemizdeki çoğu ev sokağa bakardı. Evlerin bahçeleri arka taraftaydı ve birbirine bitişikti. Bu bahçelerde ufak kapılar vardı. Komşu kapısı veya ara kapısı denen bu kapılardan komşular sokağa çıkmadan birbirlerine girip çıkar, yaptıkları yemeklerden birbirlerine ikram ederler ve çay-kahve içmeye bu kapılardan giderlerdi.
Sırasıyla Namık Kemal İlkokulu, Çelebi Mehmet Lisesi ve Demirtaş Endüstri Meslek Lisesi’ni bitirdim. Demirtaş Endüstri Meslek Lisesi’nde okurken futbol oynamaya başladım. Okulu bitirdikten sonra sırasıyla Yenişehirspor, Tekelspor, Şükraniyespor ve Ağaköyspor’da kalecilik yaptım.
1975 yılında Tekel’de çalışmaya başladım ve 1997’de emekli oldum. 1981 yılında Nural Hanım ile evlendim. Tufan, Tayfun ve Orkun adında üç çocuğumuz ve Efe adında da bir torunum var.
Mahallemizde düğünler, kınalar mahalledeki büyük bahçeli evlerde olurdu. Tabii o zamanlar çok sandalye bulunmaz, sandalyeler ara ara konur, tahtalarla sıra sıra yerler yapılır, kimse ayakta kalmaz ve düğünler böylece başlardı. Genelde düğünler Hediye Hanım Teyze’nin bahçesinde yapılırdı. Kınaların tadını çengiler çıkarırdı. Önceden anlaşılan bu bayanlar üç veya dört kişi olurlardı. Darbuka, tef, keman, zil çalan bu bayanlardan istek parçaları çaldırılıp oynanırdı. Sonra bu bayanlardan biri ortaya çıkar, zillerle oynamaya başlar, herkes durumu elverdiğince göğsüne kâğıt para iğnelerdi. “Mecalim var! Her kime?” der, düğün sahibinin veya kim para bastı ise onun şerefine diye bağırır ve para basan onurlanırdı. Bu arada erkekler başka bahçede toplanır ve sohbet ederlerdi.
Eğer sünnet ise Pazar sabahı öğlene doğru herkes toplanır, süslenen arabalar ile Emirsultan’a gidilir, orada dua edilirken evde mevlit okunur, sonrasında sünnet çocuğu eve getirilirdi. Sünnet işlemi bitince herkes yemeğe alınır, evvelden hazırlanan düğün çorbası, tas kebabı, pilav ve süt helvasından oluşan yemekler verilirdi. Sünnet hayırlandıktan sonra kalabalık dağılırdı.
Düğünlerde ise öğlene doğru gelin almaya gidilir, geline baba evinde babası veya erkek kardeşi tarafından kırmızı kuşak takılır ve damada teslim edilirdi. Oyunlar oynandıktan sonra arabaların önü açılır ve gelin uğurlanırdı.
Ziya Bey Amca’nın evimizin yanında büyük bir bahçe içinde iki katlı büyük bir evi vardı. Kızı Nevin Akol evlerinin bahçesinde sürekli türkü söylerdi. Sonraki yıllarda Ankara radyo sanatçısı olan Nevin Akol “Leblebi koydum tasa kız annem, doldurdum basa basa kız annem” türküsü ile ünlenmişti. Bir trafik kazasında hayatını kaybeden komşumuz Nevin Akol’a Allah’tan rahmet diliyorum.
Mahallemizde Sasiye Teyzemiz vardı. İpeker ailesinin çocuklarına bakmış tam bir Arap bacıydı. İpekerler ona ölünceye kadar baktılar. Sasiye Teyzemiz Bursa’ya geldiğinde ilk kış bakmış ki her taraf kar içinde, lapa lapa kar yağıyor. İlk defa kar gören kadıncağız çığlık atmış, şaşkınlıkla ağzından “anaa buranın Allah’ı değişik” sözleri çıkıvermiş. Bu hikâye senelerce gülerek anlatıldı.
Mahallemizde Anadolu’nun doğusundan Bursa’ya göç etmiş Rıza Amcamız vardı. Rıza Amca peynir ve yağ tenekeleri toplar, evde onları makasla açar, plaka haline getirip satar, geçimini bu şekilde sağlamaya çalışırdı. Ahşap evi olanlar bu plakaları alarak evlerinin dış yüzeylerine çakarlar, bu şekilde evlerine su girmesini ve ahşabın kabarmasını önlerlerdi. Mahalleli Rıza Amca’yı çok severdi. Oğlu Kadir Abi, Kürt Kadir diye bilinirdi. Dayım Muhtar Erdoğan Uçarsu çok sevdiğinden Kadir Abimizi yanından ayırmazdı. Her gittiği yere onu da götürürdü. Dayım ondan on sene evvel ölmüştü. Her Cuma Kadir Abi dayımın kabrini ziyaret eder, gelirken de bana uğrar “Hayri bizimkilerle sizinkileri ziyaret ettim, birer Fatiha okudum” derdi. Kürt Kadir’in öldüğünü duyunca son görevimizi yaptık ve kendisini Rıza Amca’nın ve bizimkilerin yanına defnettik (çünkü o bizden biriydi).
Büyüklerimiz, şu anda Tofaş Anadolu Arabaları Müzesi olan İpekerin bahçesinde Prenses Süreyya ile Rıza Pehlevi’nin misafir edildiğini anlatırlardı. O gün için Setbaşı, Sakaldöken ve Efe Sokak’ın bayraklar ile süslenerek sokaklarda ve camlarda beklendiği söylenirdi.
Çeşmeli Sokak’ta Saim Mutlugöl vardı. Elde gazete satardı. Kapıcı Caddesi’nin sonundaki iki katlı ahşap evde Nihal Peksun Teyzemiz yaşıyor. Nihal Teyze çok kibar bir hanımdır. Babası Doktor Celal Peksun Devlet Hastanesi röntgen mütehassısıydı. Yunanlılar Bursa’yı işgal ettiğinde hastanenin önündeki bayrağımızı indirmişler. Bunun üzerine Doktor Celal Bey sert bir şekilde gökyüzündeki ay ve yıldızı göstererek “bunu indirmeye gücünüz yeter mi?” demiş. O günden sonra sert tavırlarını devam ettiren Doktor Bey’in Yunan kuvvetlerinin içinde tanıdığı olduğunu zannedip ses çıkaramamışlar. Yunanlılar şehri terk ederken her yeri yakıp yıkmışlar. Doktor Celal Bey “Sakın buraları yakmayın, aşağıda akıl hastaları var” diyerek hastaneyi yaktırmamış. Yunan askerlerini kapılara nöbetçi koymuşlar. En son nöbetçi de kaçınca hastane yanmaktan kurtulmuş. Bana bunu İlhan Peksun anlatmıştı.
Mahallemizden belli günlerde yağcı geçerdi. Atın iki tarafında raf gibi dizdiği yağları satardı. Yağcı geldiğinde herkes şişesini çıkartır, huniyle bu şişelere yağ doldurulur ve kapıya bir çarpı atılırdı. Sonradan çarpılar toplanıp yağların parası topluca verilirdi. Akşamları nane ve kekik suyu satıcısı geçerdi. Onunda şişeleri süslü olurdu. Atın yürürken çıkardığı sesle birlikte cam şişelerin gürültüsü birbirine karışır, yüz metre öteden geldiği anlaşılırdı.
Herkesin evinde zembil vardı. Eski Bursalılar zembilin üstüne bir de örtü örterlerdi. Zembil hasırdan yapılırdı ve kimse içinde ne olduğunu göremezdi. Büyüklerimiz eve getirdikleri yiyeceklerin başkaları tarafından görünmemesine çok özen gösterirlerdi. Sonradan çıkan file çantalar yüzünden “bet bereket kalmadı” diye sitem ederlerdi.
Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan bahsetmeden geçemeyeceğim. Hâkim Mürvet Hanım’ın yuvadaki kız çocuklarını telli duvaklı gelin etmesi hafızalarımızda iz bırakmıştır. Yuvadaki kızlardan birinin evleneceği duyulunca komşular şimdi Körler Derneği, o yıllar Çocuk Esirgeme Kurumu’nun yuvası olan bahçeye çeyiz görmeye giderdi. Çeyiz asılırken annelerimiz de yaptığı el işlerinden imkânları dâhilinde kızın çeyizine verirlerdi. Kızın çeyizi Bursa’nın zengin kızlarının çeyizleri kadar olurdu. Hiç unutmuyorum evlenen bir kızın çeyizinde buzdolabı bile vardı. Kız hiçbir eksiği olmadan yuvadan yeni evine bando ile gönderilirdi. Bandomuz da Bursa’nın ufak tefek taşlarını çalardı.
Kar yağdığı zaman on beş günden fazla yerde kalırdı. En büyük zevkimiz kızak kaymaktı. Bütün komşular toplanır, kızaklarla Setbaşı’na kadar inerlerdi. Sonunda kızak kalmaz merdivenlerle kaymaya devam ederlerdi. Bazen zabıtalardan işportacıların kaçtığı gibi kaçardık. Çünkü o kadar çok kayardık ki, her yer buz olurdu. Bizler için eğlenceli olan bu durum tabii ki yaşlılarımıza güzel gelmezdi. Onlar düşmemek için ayakkabılarına çorap geçirip yürümeye çalışırlardı.
Babam erken yaşta vefat ettiğinden evde bir erkek bendim. Zaten komşular arasında kaçgöç yoktu. Bütün komşular bizim bahçede toplanır, elbirliği ile işler görülür, başta Fitnat Teyze’nin dolmaları sarılır, Setbaşı’nda Rodop Köftecisi Mustafa Abi’ye gönderilirdi. Hürmüz Teyzemiz de eski, sırrı dökülmüş kulplu tencerelerden maltız yapardı. Maltızın içine kömür konur, üstüne tencere oturtulur, kömür ateşi ile yavaş yavaş yemek pişirilirdi. Hiçbir şey ziyan edilmezdi. Kömür kor olunca çıkartılıp küpeciğe konur, ağzı kapatılırdı. Sonra mangal ve maltızda yakılmak için biriktirilirdi.
1928 Harf İnkılabından bu yana mahallemizde toplam dört muhtar görev yapmış. İlk muhtarımız, yeni yazıyı bilmediği için oğlu Semerci Mehmet Gürsoy’a görevi devretmiş. Semerci Mehmet Amca 39 sene muhtarlık yapmış ve görevi dayım Erdoğan Uçarsu’ya bırakmış. Dayım da 33 sene muhtarlık yaptı ve bu görevi sürdürürken vefat etti. Bunun üzerine onun bıraktığı yerden muhtarlığı ben devam ettirdim. 13 yıldır da Umurbey Mahallesi’nin muhtarlığını yapıyorum.
Namazgâh ile Mollaarap mahalleleri arasında yer alan ve güneyde Eşrefiler, kuzeyde Namazgâh caddeleriyle sınırlandırılan Umurbey Mahallesi, bugün Akçardak, Hacı İskender, Veled-i Bevvap (Kapıcıoğlu) ve Çoban Bey gibi dört eski mahallenin birleşmesiyle oluşmuştur. Bursa’nın en eski yerleşimlerinden biri olan mahallede Umur Bey tarafından yaptırılan cami, hamam, türbe, çeşme yapılarından başka Hacı İskender Mescidi, Çobanbey Mescidi, Kapıcıoğlu Mescidi ile bir de tekke varmış.
Kapıcıoğlu Mahallesi: Bursa’nın en eski mahallelerinden olup adını Kapıcıoğlu Mescidi’nden almıştır. 1521’de yirmi, 1573’te otuz bir hanenin bulunduğu bu mahalle, Umurbey’den ayrı kurulmuştur. Bazı eski tapu kayıtlarında mahallenin adı “Veled-i Bevvap” (Kapıcı Oğlu) olarak da geçmektedir.
Çobanbey Mahallesi: Adını, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu Osman Bey’in oğlu Çoban Bey’in yaptırdığı mescitten almıştır. 1467 tarihli belgelerde mahallenin adına rastlanmıştır. 1521’de yirmi altı, 1573’te elli haneli Çobanbey Mahallesi, 1950’li yıllara kadar varlığını korumuş, sonrasında Umurbey Mahallesi’ne dâhil olmuştur.
Hacı İskender Mescidi ve Mahallesi: Mescidi, 1500 yılında Hacı İskender adlı bir tüccar tarafından yaptırılmıştır. Raif Kaplanoğlu hocamızın Yer Adları Ansiklopedisi’ni okuyunca ben de seneler evvel bu mescidi gördüğümü hatırladım. Geniş iki kanatlı kapısından girildiğinde girişin sağ tarafında bir ağaç, sol tarafında iki katlı üç ev vardı. Evlerin önünde taşlık ve şimşirlerle ayrılmış bir bahçede önde bir çeşme, yanında ise Hacı İskender’in mezarı bulunuyordu. Mezarın önünde ise yine taşlık ve kenarları ahşap duvarlarla çevrili bir bahçe vardı. Adını bu mescitten alan mahallede ise 1521 yılında kırk altı hane, 1573 yılında 75 hane olduğu anlaşılmıştır. 1900’lü yılların başında Ermenilerin de yaşadığı görülen ve Cumhuriyetten sonra adı Akçardak olarak değiştirilen mahalle, 1950 yılına kadar varlığını sürdürmüş, sonrasında Umurbey Mahallesi’ne dâhil olmuştur.
Umurbey Mahallesi: Bursa’nın en eski mahallelerinden olan Umurbey’de 1521 yılında seksen dokuz, 1573 yılında yüz seksen hanenin olduğu kayıtlardan anlaşılmıştır. 16. yüzyılda Bursa’nın en büyük mahallelerinden biri haline gelmiştir. 1905 yılında çevresinde tümüyle Ermenilerin oturduğu bu mahallede cemaat olmadığından sadece Cuma namazları kılınıyormuş.1950’li yıllardan sonra mahallenin sınırları genişlemiş ve yukarıda bahsettiğimiz mahalleleri de kapsayan bu bölge bugün Umurbey Mahallesi olarak adlandırılmıştır.
Umurbey Suyu: Umur Bey’in Bursa’daki cami ve hamamı için getirdiği suyun adı olmuştur.
Aslanlı Yokuşu: Sakaldöken Caddesi’nin Cıngıllı Sokak ile birleştiği köşede cumbalı eski bir ev vardı. Cumbanın alt iki başında aslan figürü bulunmaktaydı. Ara ara onları sarıya boyarlardı ve biz onları altın zannederdik. Sanki cumbayı sırtlanmış gibi heybetliydiler. O yokuş bizim için hep Aslanlı Yokuşu idi.